İhsan ve Murakabe ile İlgili Örnekler
İhsan nedir? Murakabe nasıl yapılır? İhsan ve murakabe hali ile ilgili örnekler.
Mü’minin sürekli ilâhî murâkabe altında, yâni bir nevî ilâhî kameralar gözetiminde bulunduğu şuur ve idrâkinin kalpte sabitleşmesini ifâde eden ihsân hâli, Allâh’a yakın kulların ruh mîrâcıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın, kullarının her hareketini görmekte olduğu ve zamanı geldiğinde onları hesâba çekeceği, âyet-i kerîmelerde şöyle beyân edilmektedir:
“Onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlakâ anlatacağız. Biz onlardan gâip değiliz. (Yâni onlardan uzak ve habersiz değiliz, her şeye şâhidiz.)” (el-A’râf, 7)
“(Münâfıklar) Allâh’ın, gizlediklerini de fısıldadıklarını da bilmekte olduğunu ve (yine) Allâh’ın, bütün bilinmeyenleri en iyi şekilde bildiğini hâlâ öğrenemediler mi?” (et-Tevbe, 78)
“(Lokmân, öğütlerine devamla şöyle demişti:) Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tânesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yâhut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allâh onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allâh, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokmân, 16)
Günlük hayâtımızda bir çift gözün kendisini gördüğünü sezen bir insan, nice yanlış söz ve davranıştan el çekiyor. Üstelik ona cezâ veremeyecek bir çift cılız göz karşısında… Aynı şekilde ihsân hâli üzere yaşayan mü’min kişi, Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğünü ve düşündüğü, konuştuğu, yaptığı her şeyi bildiğini idrâk eder.
İhsânın diğer bir mânâsı da herhangi bir iş ve davranışı en mükemmel ölçüler dâhilinde îfâ etmektir.
Son nefese hazırlıkta mühim hususlardan biri de, ihsân duygusunu kalpte sâbitleyebilmektir. Yâni Cenâb-ı Hak ile her an kalbî beraberliği sağlamak ve kendini dâimâ ilâhî müşâhede altında hissetmektir. Bu kalbî beraberliği sağlayabilmek, ancak Cenâb-ı Hakk’ı çok çok zikretmekle mümkün olur.
İhsân ve murâkabe hâline ulaşmada ikinci adım ise Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanlarını tefekkür etmektir:
“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)
“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kàf, 16)
“…Şunu iyi bilin ki Allâh, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hususta:
“Îmânın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâh’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” buyurmuştur. (Heysemî, I, 60)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, gece-gündüz, dar vakitte-rahat zamanda, savaşta-barışta dâimâ “ihsân” hâli üzere bulunduğunda en ufak bir şüphe yoktur. Her an zikir üzere bulunması, her hareketinde yaptığı duâ ve münâcâtları, devâm ettiği nâfile ibâdetleri, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılması, hakları îfâ husûsundaki titizliği, dâimâ adâlet ve hakkı tevzî hâlinde olması gibi fazîletler O’nun sâhip olduğu derin ihsân şuurunun en kuvvetli delilleridir.
İHSAN NEDİR?
Hazret-i Ömer, ihsân hâlinin kendilerine nasıl tebliğ ve tâlim edildiğini de gösteren ve “Cibrîl Hadîsi” diye meşhur olan şu vâkıayı nakleder:
Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş gibi bir hâli olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber Efendimiz’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Allah Rasûlü’nün dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:
“–Ey Muhammed! İslâm nedir?” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, Ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir.” buyurdu. Adam:
“–Doğru söyledin.” dedi.
Onun hem sorup hem de tasdîk etmesi tuhafımıza gitti.
Adam bu sefer de:
“–Peki îman nedir?” diye sordu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir.” buyurdu. Adam tekrar:
“–Doğru söyledin.” diye tasdîk etti ve:
“–Peki ihsân nedir, onu da anlat.” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–İhsân, Allâh’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlakâ görüyor.” buyurdu. Adam yine:
“–Doğru söyledin.” dedi, sonra da:
“–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir.” cevâbını verdi. Adam:
“–O hâlde alâmetlerini haber ver.” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Annelerin, kendilerine câriye muâmelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başı açık, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binâlar yapma husûsunda birbirleriyle yarışmalarıdır.”[1] buyurdu.
Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu.
Ben:
“–Allâh ve Rasûlü bilir.” dedim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–O Cebrâîl idi, size dîninizi öğretmeye geldi.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 1, 5; Buhârî, Îmân 37; Tirmizî, Îmân, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16)
Âlimlerimiz, bu hadîs-i şerîfin, Sünnet’in esâsı olduğunu söylemişlerdir. Demek ki İslâm ve îmanda kemâle erebilmek; ihsân kıvâmına ulaşmaya bağlıdır. İhsân hâline ulaşamamış bir mü’minin dîni eksik kalmış demektir. Böyle bir îman, kendi hayâtiyetini bile devâm ettirmesi mümkün olmayan meyvesiz ağaca benzer. Bir müddet sonra kuruması kuvvetle muhtemeldir.
Bu hadîs-i şerîf, ihsân duygusunu mü’minlerin gönüllerine sâbitlemeyi hedefleyen tasavvufun da, îman ve İslâm’ın özü olup, onlardan farklı telâkkî edilemeyeceği hakîkatinin en bâriz bir ifâdesidir.
Aslında kulun en büyük saâdeti, Rabbi ile beraber olabilmesidir. Zîrâ Kâinâtın Hâlıkı, kulu ile her an beraber olmayı arzu ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler; «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru!» (derler).” (Âl-i İmrân, 191)
Lâkin kalbe bağlı olmayan ve nefsânî arzulara mağlup bir akıl, Cenâb-ı Hak ile beraber olabilmenin lezzetini idrâkten âcizdir. Yâni en büyük fazîlet ve saâdetten gâfildir.
İbâdetlerden zevk ve lezzet almak, onlardan yorulmamak, ancak ihsân duygusu ile mümkündür. Gönlünde ihsân duygusu bulunmayan kimse, namaz kılsa yorulur; namaz ona ağır gelir. Zenginse; zekât ve sadaka vermekten, imkânlarını muhtaçlara infâk etmekten çekinir. Çünkü ilâhî murâkabeden uzak olduğu için, îmânın lezzetini alamamıştır. Bu bakımdan denilebilir ki; dosdoğru kılınacak namaz, gönülden verilecek zekât ve sadaka, muhabbetle tutulacak oruç, aşkla yapılacak hac, havf ve recâ arasında bulunan kalb-i selîm, güzel ahlâk ve sâir bütün güzellikler, hep ihsân hâlinin bereketidir.
İHSAN VE MURAKABE HAKKINDA ÖRNEKLER
-
Allah’tan iste
Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:
Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terkisinde bulunuyordum. Bana:
“–Yavrucuğum, sana bâzı kâideler öğreteyim.” dedi ve şöyle buyurdu:
“–Allâh’ın buyruklarını gözet ki, Allâh da seni gözetip korusun. Allâh’ın (rızâsını) her işte önde tutarsan, Allâh’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile!..” (Tirmizî, Kıyâmet, 59/2516)
Diğer bir rivâyette de şöyle buyrulmaktadır:
“Allâh’ın emir ve yasaklarını gözet ki, O’nu önünde bulasın. Bolluk içindeyken (emirlerine bağlı kalmakla) Allâh’ı tanı ki, O da darlığa düşünce (kurtarmak sûretiyle) seni tanısın…” (Ahmed, I, 307)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sözleriyle ihsân hâlinin özünü ve tezâhürlerini ne güzel hulâsa etmiştir...
-
Allah nerede?
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-, arkadaşlarıyla birlikte Medîne civârında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi. İbn-i Ömer:
“–Gel ey çoban, sofraya buyur.” dedi. Çoban:
“–Ben oruçluyum.” cevâbını verdi. İbn-i Ömer:
“–Bu şiddetli ve boğucu sıcakta oruç mu tutuyorsun, bir de bu hâlde koyun güdüyorsun?” dedi. Daha sonra çobanın verâ ve takvâ duygusunu denemek için:
“–Şu süründen bize bir koyun satsan, parasını sana ödesek, etinden de iftar edeceğin kadarını sana versek olmaz mı?” teklîfinde bulundu. Çoban:
“–Benim sürüm yok, bu koyunlar efendimindir.” cevâbını verdi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Kayboldu, dersin, efendin nereden bilecek ki?” dedi. Çoban ondan yüzünü çevirdi ve parmağını semâya kaldırarak:
“–Allâh nerede?” dedi.
İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, çobanın bu ihsân ve murâkabe hâlinden çok duygulandı. Bu düşünceler içinde çobanın sözünü kendi kendine tekrar ederek; “Çoban dedi ki: Allâh nerede? Çoban dedi ki: Allâh nerede?” deyip durdu.
Medîne’ye geldiğinde, çobanın efendisine bir elçi göndererek sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra sürüyü de kendisine bağışladı. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 341)
İşte ihsân ve murâkabe duygusunun güzelliği ve bu güzelliklerin daha dünyâdaki bereket ve mükâfâtı... Kim bilir âhiretteki mükâfâtı nasıl olacaktır?!.
-
Süte su katma hîlesi
Bir gece vaktiydi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir tartışma sesi dikkatini çekmişti. Bir ana, kızına:
“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.
Kız ise:
“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.
Ana, kızının sözlerine sert çıkarak:
“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.” dedi.
Ancak gönlü Allâh sevgisi ve korkusu ile dipdiri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmedi:
“–Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allâh da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allah’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.
Rabbânî hakîkatlerle dolu temiz bir vicdan ve diri bir kalbe sâhip olan bu kızın, derûnî bir Allâh korkusu içinde annesine verdiği cevap, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ı son derece duygulandırdı. Mü’minlerin Emîri, onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu. (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203-204)
Bu misâl de gösteriyor ki, ihsân hâli üzere yaşamak, ferdi aşarak bütün ümmete şâmil olan bir fazîlet ve bereket vesîlesidir.
-
Allah’ın murakabesi
Hazret-i Ömer, hilâfeti devrinde Hazret-i Muâz’ı Kilâboğulları aşiretine göndermişti. Devlet hazinesinden ödenmesi gereken paraları ödeyecek, verilmesi gereken malları verecek, zenginlerden alınan zekâtları fakirlere ve muhtaçlara dağıtacaktı.
Muâz -radıyallâhu anh-, üzerine aldığı bu vazîfeyi îtinâ ile îfâ ediyor, gönüller fethederek tatlı hatıralarla geri dönüyordu. Geri döndüğünde, dünyâ malı olarak sâdece omuzuna attığı atkısı kalıyordu. Bu atkı zaten, giderken de var olan bir atkıydı. Bir defâsında hanımı dayanamayıp sordu:
“–Böyle bir vazîfe üstlenenler, belli bir ücret alırlar, evlerine de hediye getirirler. Senin hediyelerin nerede?”
Muâz -radıyallâhu anh- cevap verdi:
“–Benimle birlikte yanımdan hiç ayrılmayan bir murâkıp vardı. Her aldığımı, verdiğimi hesap ediyordu.”
Hanımı kızdı:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her şeyde sana güvenirdi. Ebûbekir de öyle. Ömer geldi; seninle birlikte murâkıp mı gönderiyor? Her yaptığını tâkip mi ettiriyor?” dedi.
Söz, Hazret-i Ömer’in hanımına, ondan da Hazret-i Ömer’e ulaştı. Hazret-i Ömer, Muâz -radıyallâhu anh-’ı çağırıp sitemle sordu:
“–Ben senin ardından böyle bir murâkıp göndermediğim hâlde, duyduklarım nedir yâ Muâz? Benim sana îtimâdım yok mu zannediyorsun?”
Hazret-i Muâz’ın cevâbı pek mânidardı:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Hanımıma özür olarak öne sürebilecek ancak bunu bulabildim. Hem murâkıp dediğim, sizin murâkıbınız değil, Allâh’ın murâkabesi idi. Bu sebeple yaptığım hizmetin ecri zâyi olmasın diye -câiz bile olsa- nefsim için hiçbir şey alamam…”
Hazret-i Ömer, onun bu sözlerle neyi kastettiğini anlamıştı. Zîrâ Muâz -radıyallâhu anh- nefsine ve dünyâya âit her şeyden müstağnî idi. Halîfe, onu taltîf ederek kendinden bir miktar hediye verdi ve:
“–Git bununla âilenin gönlünü al!” dedi.
-
Ey kulum! Ben her an seninleydim, sen kiminleydin?
İhsân ve murâkabe hâlini veciz bir şekilde anlatan güzel bir misal de şudur:
Bir vâiz kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suâllerden bahisle:
“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nerede harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı.
Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, vâize seslendi:
“–Vâiz efendi! Suâllerin en mühimini unuttunuz! Allah Teâlâ kısaca soracak ki: Ey kulum! Ben her an seninleydim, sen kiminleydin?”
-
Kırk yıl yapılan kalp bekçiliği
Ölüm döşeğindeyken, Allâh dostlarından Ebûbekir Kettânî -kuddise sirruh-’a hayâtında ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, şu güzel sözlerle mukâbele etmiştir:
“–Ölümümün yaklaştığını bilmeseydim, riyâ olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allah Teâlâ’dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allah’tan başkasını tanımaz oldum.”
-
En fecî hastalık ve belâ
Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş, hasta bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:
“–Yâ Rabbi! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.
Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının idrâk seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak maksadıyla ona:
“–Ey kişi! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” dedi.
Hasta şöyle cevap verdi:
“–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok...”
-
Huzur dersine davet edilen meşhur mutasavvıf
On dokuzuncu asrın meşhur mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin, “beşerî irâde”yi, yâni cüz’î irâdeyi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Hazret-i Pîr’in huzur derslerine çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını irâde buyurur. Ferman yerine getirilerek Şeyh huzur dersine dâvet edilir. Orada kendisine meselenin keyfiyeti suâl olunduğunda Hazret şöyle cevap verir:
“Ben umûmî mânâda irâde-i cüz’iyye yoktur deyip onu inkâr etmedim. Ancak bazı insanlar için onun âdeta yok hükmünde olduğunu söyledim. Çünkü evliyâullâhın büyükleri, dâimâ huzûr-i ilâhîde olduklarının idrâki içinde yaşadıklarından, irâde-i cüz’iyyelerinde de tezâhür imkânı yok denilecek kadar azdır. Bu sebeple her hâlükârda kendi irâdelerine değil, mülkünde bulundukları Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine tâbî olarak hareket ederler. Aksi hâlde, edebe mugâyir davranmış ve kusur işlemiş olurlar.
Meselâ bizler şimdi pâdişâhın huzûrundayız. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrâdemizi, bizi kuşatan pâdişâh irâdesine rağmen isteğimize göre kullanmamız mümkün değildir. Oysa bir de dışarıdaki gâfillere ve diğer mahlûkâta bakın; gâyet serbest ve irâdelerinde hürdürler.”
Aldığı cevaptan memnun kalan pâdişah, Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’ye ihsan ve ikramda bulunmuştur.
Allâh’ın, her zaman ve mekânda hâzır ve nâzır olduğunun şuur ve idrâkiyle yaşayan ihsân ve murâkabe ehli has kullar, kendi arzuları yerine, her hâlükârda ilâhî irâdeye râm olurlar...
İHSAN VE MURAKABE HALİ
Hulâsa, ihsân ve murâkabe hâli, îmânın özü ve cevheridir. Bütün ibâdet ve davranış güzelliklerinde arzu edilen huşû, ihlâs ve takvâ gibi irfan meyveleri, ancak bu kalbî kıvâm ile mümkündür. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ı görüyormuşçasına yapılan her amel-i sâlih, ihlâs dallarını filizlendirir, takvâ çiçeklerini açar ve huşû meyvesini verir. Kullardan kimsenin görmediği yerlerde dahî istikâmet üzere olmak, beşer nazarlarından uzak mekânlarda bile günahlardan sakınmak, ancak “O beni her zaman ve mekânda görüyor!” şuuru içerisinde olmakla mümkündür. Onun için tasavvuf, baştan sona bütün usûl ve erkânında gönlü bu hâle kavuşturma gâyesini hedefler. Hak dostları, bir ömür, hep bu hâlin tahsîli için talebe olmuşlardır.
Bu durumda bize düşen; kalbî seviyemizi yükselterek Allâh’ın, bizim üzerimizdeki müşâhedesini dâimî bir şuur ve idrâk hâline getirdikten sonra, ahlâkımızı, ihsân hâlinin en müşahhas âbidesi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek hâlleri ile mîzân ederek istikâmetlenmektir.
“…Muhakkak ki ihsan sâhiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A’râf, 56)
Dipnot:
[1] Câriyenin hanımefendisini (bir başka rivâyete göre, efendisini) doğurması, “anaların kendilerine câriye muâmelesini revâ görecek âsî çocuklar doğurması” şeklinde îzâh edilmiştir. Yalın ayak, başı açık koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binâlar yapma husûsunda birbirleriyle yarışmaları ise, lüks ve refâhın artması, bir zamanlar fakir olan kimselerin dahî, büyük ve lüks binalar yapmakta yarışacak kadar zenginleşmeleridir. Dünyânın, bütün zenginlikleri insanlara sunulacak, servet ve para, yegâne değer ölçüsü hâline gelecek, insanlar tüketim ve gösterişe düşkün olacaklardır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları