İki Şey Akıl Hafifliğini Gösterir
İnsan, söylediği sözler kadar, söylemesi gerekirken söylemediği sözlerden de sorumludur. Nasıl ki yanlış konuşmalar, hattâ boş ve mâlâyânî sözler, uhrevî bir mesʼûliyeti gerektiriyorsa, sesini yükseltmek gerekirken sessiz kalmak da öyledir.
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“İki şey, akıl hafifliğini gösterir:
Söyleyecek yerde susmak, susacak yerde söylemek.”
Unutmayalım ki, sözümüz kadar sükûtumuz da uhrevî bir mükâfat veya mücâzat sebebidir. Mahşer günü belki de en zor hesap; zulüm ve haksızlıklara mânî olma imkânı varken, sessiz ve tepkisiz kalmanın hesâbı olacaktır. Zira orada, dünyada iken yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğimiz gibi, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan da hesap vereceğiz.
İnsan, söylediği sözler kadar, söylemesi gerekirken söylemediği sözlerden de sorumludur. Nasıl ki yanlış konuşmalar, hattâ boş ve mâlâyânî sözler, uhrevî bir mesʼûliyeti gerektiriyorsa, sesini yükseltmek gerekirken sessiz kalmak da öyledir.
Nitekim, “Hakkı müdâfaa mevkiinde olup da susan, dilsiz şeytandır!” denilmiştir. Zulme rızâ da zulümdür. Hakkın gasbedildiği yerde sessiz ve tepkisiz kalmak, haksızlığa ortak olmaktır. Zâlimleri protesto etmekten geri durmak, onların ticaretine boykotu lüzumsuz görmek, böylece onların zulüm çarkını döndüren değirmene su taşımaya devam etmek de büyük bir îman zaafıdır.
Televizyon ve internet kanallarından küresel kültür istilâsı yapılırken, dînimiz, mukaddesâtımız, aile müessesemiz, millî ve mânevî değerlerimiz hayâsızca akınlara mâruz kalırken yeterince ses çıkarmamak, usûlü dâhilinde îkaz ve îtirâzını dile getirmemek de büyük bir vebâldir.
Toplumda zulüm ve haksızlık yapanlara, eliyle, diliyle veya kalbiyle gereken İslâmî tavrı sergilememek; nîmetlerin elden gitmesine, belâ ve musibetlerin zuhûruna zemin hazırlar. Nitekim İsrâiloğulları’nın bozuluşu da, dünyevî menfaatlerini kaybetme korkusuyla îkaz ve irşad vazifesinden verdikleri tâvizlerle başlamıştır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu şöyle haber vermişlerdir:
“(Benî İsrâil halkı) ilk zamanlar, kötülük yapan birini görünce:
«Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde (menfaatleri ön plana gelir) onunla birlikte yiyip içebilmek ve yanında oturabilmek için, bir daha îkaz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları söylerken bir yere yaslanarak konuşuyordu. Birden doğruldu ve sözlerini şöyle tamamladı:
“Ya siz de birbirinize iyilikleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zâlimin zulmüne mânî olursunuz, yahut Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi, size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336)
Nitekim Dâvud -aleyhisselâm- zamanında, cumartesi günü avlanmama hususundaki ilâhî emre itaat ettikleri hâlde, bu emre uymayanlara ses çıkarmayan bir kesim vardı. Öyle ki bunlar, kötülükten nehyetmeye çalışan sâlih kullara da:
“‒Helâk olacak bir kavme niçin nasihat edip kendinizi yoruyorsunuz?” derlerdi. O sâlih müʼminler ise:
“‒Biz, Allâh’ın huzûrunda mes’ûl olmamak için tebliğ ediyoruz!” derlerdi.
Neticede, kendileri günaha bulaşmasalar da, o günahı işleyenlere ses çıkarmadıkları için, onlar da kahr-ı ilâhîye dûçâr olmaktan kurtulamadılar.
Demek ki hakkı tutup kaldırmak ve hakîkatin tercümânı olmak için sesini yükseltmek gerekirken, dünyevî ve nefsânî kaygılarla bu vazifeyi terk etmek de ağır bir vebâldir.
Diğer taraftan, câhilâne bir tebliğ ve usûl-erkân bilmeden yapılan gâfilâne bir îkaz faaliyeti de fayda yerine zarara sebep olabilir. Bu bakımdan her müslüman, evvelâ kendisi İslâm kültüründen lâyıkıyla haberdar olmalı, Kurʼân ve Sünnet istikâmeti üzere yaşamalı, sonra da etrafını bu istikâmette yaşatmaya gayret etmelidir.
Rabbimiz cümlemizi; elinden, dilinden, hâlinden, kālinden ümmetin müstefîd olduğu, hayra anahtar, şerre kilit olan, İslâm’ı yaşayışıyla tebliğ ve temsil edebilen, yeryüzündeki şâhitlerinden eylesin.
Kıymetli kardeşlerimiz; Cenâb-ı Hakkʼa şükürler olsun ki bizleri mübârek üç aylara yeniden kavuşturdu. Mânevî bir hazine değerindeki bu zamanda; merhamet ve şefkatimizle, cömertlik ve fedakârlığımızla, ibadet ve sâlih amellerimizle Ramazân-ı Şerîf’e hazırlanmanın ve Cenâb-ı Hakkʼa yakınlığımızı artırmanın gayretine girelim. Dînî vazifelerimizi daha büyük bir azim ve îtinâ ile, daha derin bir huşû içerisinde îfâ edelim. Bu mübârek aylardaki ilâhî lûtuf tecellîlerinden lâyıkıyla istifâde edenlerden olalım -inşâallah-.
Bir hadîs-i şerîfte buyrulan şu duâyı da, gönlümüzden ve dilimizden eksik etmeyelim:
“Allâh’ım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle ve bizi Ramazân’a ulaştır!”[1] Âmîn!..
[1] Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2025 – Ocak, Sayı: 467
YORUMLAR