İki Şeye Çok İhtiyacımız Var!
İnsan yüksek ve yüce bir hayat yaşamak zorundadır. Çünkü ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır. Yani aklî, hissî ve rûhî potansiyeli çok kuvvetlidir. Basit bir hayat yaşamak, “insan fıtratı içinde hayvana dönüşmek” Âdem’in evlâtlarına göre değildir... Yazar İdris Arpat'ın Altınoluk Dergisi'nde bu ay yayınlanan yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
“Düşünmediğim zaman, yaşamadığım zamandır.” (Rembrant)
Olup biten acı tatlı olaylar insanın gözleri önünde cereyan ediyor. Gözden gönüle bir yol olduğu da kesin. Yani olup bitenler insanı etkiliyor, akıp giden olaylara insan ilgisiz kalamıyor. Her olaydan insan artı veya eksi bir mesaj alıyor. İnsan taş değil, tunç değil. Öyleyse insanın muhâtap olduğu olayların mâhiyeti, sosyâl ve kültürel atmosferin kimyâsı insanlığın kaderi üzerinde düşünenleri ilgilendirir. Mevcut şartları görmezden gelerek, dünyânın neleri gördüğünü, neleri düşündüğünü, neleri konuştuğunu gözardı ederek mücâdele verilemez.
İRADE SAVAŞI
Yarın kurban edilecek kuzu bu gece rahat bir uyku uyuyabilir, ama bir idam mahkûmunun dakikaları nasıl geçer? Bunu anlamak bile zordur.
İnsan ya, “ben neyim, bu dünyâda işim ne, hayâtın ötesinde ne var?” suallerine isâbetli ve tatmin edici bir cevap bulacak, ya da uyuşturucu mübtelâsı olacaktır. Cemil Meriç rahmetlinin ifâdesiyle “ya namaz kılacak, ya içki içecektir. Üçüncü bir yol yoktur. İnsan, mevcut fıtratıyla üçüncü bir yol bulamaz. Allah’la (c.c.) buluşmadan huzûra kavuşmak, yaşama sevincine erişmek mümkün değildir.
Bilinen bir gerçektir ki “insan bir damla kan, binlerce endişedir.” İmandır o cevher ki, endişeleri bir dereceye kadar azaltır. İnsan arzettiğimiz suallere isâbetli bir cevap bulamazsa fıtratıyla sürekli çatışacak ve sonun başlangıcına girecektir.
Bu noktada akıl, vahiy, vicdan ve irâdeden söz etmeliyiz:
Akıl ve vahiy birleşip yolumuzu aydınlatacaktır. Akıl göz, vahiy ışıktır. “Akıl bizim içimizdeki peygamber, peygamber bizim dışımızdaki akıldır.” İnsan akıldan da vahiyden de müstağni kalamaz. Akılla bir yere kadar gidilebilir. Gâibler dünyâsından haber verecek olan yalnız vahiydir. Yolun sonuna kadar akılla gitmek mümkün değildir.
Bilgilerimiz doğru, niyet ve davranışlarımız isâbetliyse vicdânımızdan takdirler, değilse takbihler/suçlamalar yağmur gibi yağacaktır. Vicdan “Allah’ın (c.c.) içimizden yükselen sesidir.” Ve vicdânı öldürmeden susturmak mümkün değildir.
İrâde ise hem tercih/seçme yeteneği, hem de insanın kendisini belli istikâmetlere sevketme gücüdür. Kendini zorlayabilme kuvvetidir. Bir yerde sabrı, dişini sıkmayı doğuran kuvvettir.
İNSAN ÇOK AMA KİMSEMİZ YOK!
Dünyâ’nın bittiği ufuktan öteleri göremeyenlerin işi çok zordur. İnsan sonsuzluklara uzanan arzûlarına Cennet’siz cevap bulamayacaktır. Kalp sızılarını dindiremeycek, kaygılarını bastıramayacaktır. Ne tarafa dönse kendisi gibi sınırlı ve zavallı insanlarla karşılaşacak, bu onu sonu gelmez tedirginliklere itecektir. “Keşke ne bu acı gerçeklerin farkında olsaydım, ne bu kaygılara batsaydım” diyecektir. Hani, “basit insan, mesut insan” derler ya... İşte onun özlemini çekecektir. Mânevî dünya ile tanışıncaya kadar bu böyle devam edip gidecektir. Ne para, ne şan şöhret bu tedirginliklere çözüm olacaktır. “Meğer ki tez bir ölüm gele.”
Kişi ruh dünyâsına bir ufuk, bir derinlik, bir renklilik kazandırmak istiyorsa, nisbî de olsa bir sükûnete ulaşacaksa gerçek dostunu ve yardımcısını bulmalı, hakîkî vatanını bilmelidir. Yoksa, gurbet ellerde hüzün dolu türkülerle yanıp tütecektir.
“Pencereden kar geliyor. / Aman Allah! gurbet bana dar geliyor.” “İnsan çok ama, kimsemiz yok.”
Durum böyleyse, insan mutlaka kendi konumunu düşünmek zorundadır. Elyordamıyla bir hayat yaşanmaz. Yaşanırsa insana yazık olur.
Şimdi düşünelim bakalım konumumuzu:
Doğru bir karara varabilmek için doğru bilgi, doğru düşünce şarttır. Doğru karar da doğru hayâtı getirir.
Kur’ân doğruluğunda şüphe olmayan ilimdir. Rasûlüllah (s.a.v.)’in “Allah’ım! Bana eşyânın hakikatini olduğu gibi göster” duâsı da deney ve gözleme dayanan bilimsel çalışmaların neticelerini taleptir. Her iki ilim de bize lâzım. Dolaysıyla ilimleri “dinî ilimler, dünyevî ilimler” diye ayıramayız. Her ilim bize nice esmâi hüsnâyı anlatır. Her ilim dînîdir, her ilim Kur’ânîdir. Ne âyât-ı Kur’âniyyeden geçebiliriz, ne de âyât-ı kevniyyeden.
İlimsiz ne yükselmek mümkündür, ne de yücelmek. Bu sebeble Peygamberimiz (s.a.v.) “ilim öğrenip kardeşlerine öğretmeyi imânına sadâkat” olarak nitelemiştir.
Aynştayn; “Yaptığım araştırmalarla Tanrı’nın ne düşündüğünü anlamak istiyorum” demiş.
Bu, çok takdir edilecek bir tecessüs, yüksek düşüncelere ulaşma çabasıdır.
Bir adım ötesi “Allah’ın (c.c.) ahlâkıyla ahlâklanma” çabası olsa gerektir.
“Bu tecessüs ümmet-i Muhammed’te olsaydı ne güzel olurdu. Allah Teâlâ, büyük insanların kâlpleri ve kafaları aracılığıyla insanlığa lütuflarda bulunuyor, hayâtı yüceltmek ve yükseltmek istiyor” olabilir. Yüce Allah dehâları tesâdüfen yaratmadı ya.
BU BİZE ÇOK ŞEY KAZANDIRIR!
Büyük insanların günlük hayatla ve toplumun geleceğiyle ilgili düşünceleri, yakın çevrelerine bakışları, insanı aşan büyük olaylar karşısındaki tavırları nasıldı? Nelerin hasretini çekiyor, nelere seviniyorlardı? Allah rızasının en çok hangi davranışlarda olduğunu düşünüyorlardı? Onları mesteden haller nelerdi? Belli başlı eserlerini okuyarak acılarını ve sevinçlerini bilsek, kendilerine nasıl bir rol biçtiklerini görsek... “Bu bize çok şey kazandırır” diye düşünüyorum.
İnsanların daha yüksek düşüncelere, daha nezih duygulara ulaşması nasıl sağlanır? İlle de insanlar düşmanlıklar icâdetmek, savaşlara girişip birbirlerini kırıp bitirmek zorunda mıdırlar? Daha nezih, daha insânî bir dünya nasıl kurulur?
İnsan daha güzel, daha ahlâkî dünyâların hasretini çekip duruyor. İnsanın mayası Cennet özlemleriyle mi yoğruldu?
“İnsan fıtratını, insan psikolojisini enine boyuna ve de derinlemesine bilsek çok iyi olacak” diye düşünüyorum.
Kur’ân hangi düşünce ve duyguları onaylar, hangilerini alkışlar? Kur’ân’ın “olmazsa olmazları” nelerdir? Kırmızı çizgileri nelerdir?
İnsan bizâtihi kendisi üzerinde de düşünmelidir. Fıtratını, hak ve vazîfelerini bir kere daha gözden geçirmelidir. Allah, insanlar ve çevre konusunda nasıl bir tavır takınması gerektiğini bir kere daha ele almalıdır.
Allah’ın kurulmasını istediği, insan fıtratına eksiksiz cevâp veren bir dünya, nasıl bir dünya olurdu? Böyle bir dünyânın diğer adı Cennet midir?
İKİ ŞEYE ÇOK İHTİYACIMIZ VAR!
Dücâne Cündioğlu’nun ifâdesiyle müslümanlar olarak “iki şeye çok ihtiyâcımız var: Samîmiyet ve gayret. Samîmiyetin olmaması hâlinde şeytanı, gayretimizin olmaması halinde düşmanımızı güldürürüz. Her ikisine de sahip olmamız hâlinde ise hem dünyâmızı, hem de âhiretimizi kazanmamıza mâni hiç bir engel kalmayacaktır inşâallah.” (D. Cündioğlu, Târih ve Siyâsete Dâir, s. 63, 1. Baskı, 2005)
Samîmiyet ve gayretin olması için sayıdan ziyâde seviyeye oynamak gerekecektir. Sayı seviyenin yerini tutmaz. Yüz yarım adam, elli tam adam değil, yüz yarım adam eder. Yüzlerce keçi bir çoban yerini tutmaz. Bir peygamber çıkar, Allah’ın izniyle hayâtın akışını değiştirir de, iki milyar müslüman hayata bir şey veremez. Sürekli düşmanlarından sopa yer. Dahası, boynundaki esâret zincirlerini kolye zanneder. Beteri de var; cellâdına âşık olur.
Bu neden böyledir? Çünkü beyin, bilek ve yürek enerjisi sarfetmenin önemi kavranamamıştır. Sabır yanlış anlaşılmıştır. Vizyon ve misyon sâhibi olunamamıştır. İdealizm ölmüştür. İlim okumak yeterlidir sanılmış, ilim üretmenin önemi kavranamamıştır.
"İSLAM ÜLKELERİNİN HER ŞEYİNİ BERBAD ETTİK"
Şu alıntıları da okuyalım:
“İslâm ülkelerinin her şeyini berbad ettik. Felsefelerini, dinlerini... Şahsiyetlerinde büyük boşluklar meydana getirdik. Artık anarşi ve intihâra açık haldedirler.” (Luis Massignon)
“Kuruşçeve kadar Ruslar iki milyon kazak öldürdüler. Sonra Kuruşçev demiş ki: Niye enâyilik ediyoruz? Bize sâdık hamallar lâzım. Bunu ingilizler çok iyi beceriyorlar. Medeniyet kisvesi altında milletin dilini değiştirip kafayı ameliyat ediyorlar, sonra ilelebet çalışan hamallar elde ediyorlar. Biz de böyle yapalım.
Şimdi Kazak nüfusun yüzde kırkı kazakça bilmiyor.”
“Yıldız üniversitesinde insanların kafasında ingilizce olduğu için, soru soralım, cevap arayalım gibi dertleri yok. Kısaca, insanların âdetâ düşünce ve muhâkeme kâbiliyetleri köreltilmiş. Kafaları öyle bir hâle soktular ki, klişe kafa oluştu. (Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, İzlenim Dergisi, Kasım-1996)
“Bir İsrâilli profesör milletler arası bir toplantıda Cezâyirlilere şunları söylemiştir: Siz vaktiyle Fransız işgâlindeydiniz. Fransız askerleri sokakta gezerdi ama evinizin içine girmezdi. Şimdi Fransız askeri Cezâyirden çıktı ama Fransız televizyonu evinizin içine girdi.” (Sebâhattin Zâim, Altınoluk Dergisi, Ekim-1996)
ŞARK KAVİMLERİ NE YAPMALI?
“Şu halde ne yapmalı ey şark kavimleri?”
Bizim sâde ve tantanasız, sükûnet içinde sürekli çalışan zihin işçilerine ihtiyâcımız var. Şan ve şöhret bizim neyimize. Tabiîlik ve dürüstlük bizim için kâfîdir. Yalnız başımıza kaldığımızda ne isek, cemiyet içinde de aynı durumda olmalıyız.
İnsan doğru bildiklerini söylemeye devam etmelidir. Yüce Allah’tan başka hiçkimsenin ne dediğine, ne diyeceğine aldırış etmemelidir. Ne düşmanlık, ne de dalkavukluk iştir. Hüner aklıyla, mantığıyla, irâdesiyle, vicdânıyla yaşamaktır. Bildiğinin öğretmeni, bilmediğinin öğrencisi olmayı bir ömür sürdürmektir. Öğrenmeyi, öğretmeyi bir hayat tarzı hâline getirmektir. Kendisiyle aynı istikâmette çalışanlar gördüğünde memnûn kalmalı, hakka hak bâtıla bâtıl demekten asla yılmamalıdır. Yanlışlar konusunda sükût geçerek dilsiz şeytanlığa râzı olmamalıdır. Hür düşünceye, hak ve hakîkat tarafında yer almaya âzamî îtinâ gösterilmeli, “hakkın hatırı, dostun hatırından üstün tutulmalıdır.”
Kaynak: İdris Arpat, Altınoluk Dergisi, Sayı: 347
YORUMLAR