İ‘la-yı Kelimetullah Davası

Osmanlı Tarihi

Osmanlı Devleti’nin vârisleri olan bizler, torunları olmaktan iftihar ettiğimiz ceddimizin, uğruna her şeyini fedâ ettiği “i‘lâ-yı kelimetullâh” dâvâsının neresindeyiz?

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr bi’l-ma’rûf ve nehyi ani’l-münkerde bulunur ve (yalnızca) Allâh’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

Allah Teâlâ’nın birliğini ilân etme, İslâmiyet’i yüceltme mânâlarına gelen İ‘lâ-yı kelimetullâh, Allah adının ve kelime-i tevhîd ile özetlenen İslâm Dîni’nin yaşanarak tebliğ edilmesi ve yüceltilmesi demektir.

O ki, hizmetlerin en yücesi… O ki, mü’minlere emanet edilen azametli bir dâvâ ve kutlu bir vazifedir. Bu dâvânın özü, Allah Rasûlü’nün bizlere emaneti olan Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin yaşanması ve yaşatılmasıdır. Bu dâvâyı sahâbe-i kirâm efendilerimiz ile mübârek ecdâdımız yüzyıllardan beri ne şekilde koruyup, idrâk edip, bizlere kadar ulaştırmışlarsa, bize düşen de bu dâvânın kutlu bir neferi olarak bayrağı devralmak ve gelecek nesillere öylece taşımaktır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“(Allâh’ın kelimesini yücelten ve adâletten ayrılmayan) sultan, yeryüzünde Allâh’ın gölgesidir. Zayıf kimse(ler), ona sığınır; mazlum(lar), onun vesîlesiyle (zâlimlerden) intikam alır. Kim böyle bir sultâna dünyada ihsân ederse (madden ve mânen yardımcı olursa), Allah da ona kıyâmet gününde yardımcı olur.” (Feyzü’l-Kadir, 4, 143)

OSMANLI’NIN HASLETLERİ

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, cihan devleti Osmanlı’nın hasletlerini ne güzel dile getirmiştir:

“Osmanlı’nın, husûsiyle ilk üç asrı, Hazret-i Ebûbekir’in îman ve sadâkatinden, Hazret-i Ömer’in şecâat ve adâletinden, Hazret-i Osman’ın hayâ, aşk ve vecdinden, Hazret-i Ali’nin ilim, irfan ve cengâverliğinden coşup âlemi kuşatan bir i‘lâ-yı kelimetullâh şerâresidir.”

OSMAN BEY‘İN VASİYETİ

İ‘lâ-yı kelimetullâh gâyesi ile doğup sonrasında kıtaları gölgesine alan koca bir çınar hâline gelen Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi Hazretlerinin sayılı nefesleri sona ererken oğlu Orhan Gâzi’ye etmiş olduğu şu vasiyet, Osmanlı Devleti’nin bir nevî anayasasını oluştururken, sonraki devirlerde de mü’min gönüllere rehberlik yapmıştır:

“Oğul! Biricik vasiyetim şudur ki, Allah buyruğundan başka bir iş işleme! Bilmediğini ehlinden sorup öğren! İyice öğrenmediğin bir şeyi yapmaya kalkışma! Askerlerine in’âm ve ihsânını eksik eyleme! Bil ki insan, ihsânın kuludur.

Oğul! Din işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, din ve devletin güçlenmesine sebep olur! Bunun için ulemâya hürmette ve onların hakkına riâyette kusur etme ki, şerîat işleri düzgün yürüsün!

Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbâl ve yumuşaklık göster! Ancak dînî gayreti olmayanları, sefih hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri, sakın devlet işine yaklaştırma! Zira Yaratan’ından korkmayan, yaratılanlara merhamet etmez!

Zulüm ve bid’atlerden son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!..

Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dînini yaymaktır.

Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, “i‘lâyı kelimetullâh”tır, yani Allâh’ın dînini yüceltmektir! Cihâdı terk etmeyerek rûhumu şâd et!..

Oğul! Benim hânedânımdan her kim doğru yoldan ve adâletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâatinden mahrum kalsın!..

Oğul! Allah -celle celâlühû- rızâsı için devlet hizmetlerinde ömrünü tüketen sâdık adamlarına dâimâ vefâkâr ol! Onları gözet! Vefatlarından sonra da onların âilelerini koru!..

Devlete mânen güç veren fazîlet sahibi sâlih âlimlere hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezâket ve tâzimle memleketine dâvet et! Din ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!

Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allah -celle celâlühû-’nun birçok lûtuflarına mazhar oldum!..

Sen de benim yolumdan yürü!.. Allâh’ın ve kullarının hakkını gözet! Beytülmâldeki gelirin ile kanaat et! Devletin zarûrî ihtiyaçlarının dışında sarfiyatta bulunma! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Zulme meydan verme! Dâimâ adâlet ve insaf üzere ol! Her türlü işinde Allâh’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!..”

Böyle bir vasiyetle 600 yıl dünya üzerinde hüküm süren bir devlet ve Hak dâvâ uğruna canını, malını, her türlü maddî-mânevî imkânlarını seferber eden bir millet… Evlâtlarına vasiyet olarak mal paylaşımı değil, devlet-i ebed-müddetin temelini bıraktılar. “Kızılelma” mefkûresi üzerine ömürler tüketerek örnek âbide şahsiyetler hâline geldiler.

ORHAN BEY’İN SÖZLERİ

Orhan Gâzi’nin de, oğlu Murad Hân’a verdiği şu tâlimat, sahip oldukları îmânın ne güzel tezahürüdür:

“Osmanlı’ya iki kıt’a üzerinde hükmetmek yetmez! Zira i‘lâ-yı kelimetullâh (Allâh’ın dînini yüceltmek) azmi, iki kıt’aya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır! Selçuklular’ın vârisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın (Avrupa’nın) da vârisi biziz!..”

Peki ya, Osmanlı Devleti’nin vârisleri olan bizler, torunları olmaktan iftihar ettiğimiz ceddimizin, uğruna her şeyini fedâ ettiği “i‘lâ-yı kelimetullâh” dâvâsının neresindeyiz?

Böyle olmamalıydı…

Bir dâvâ böyle yetim, böyle yıkık, böyle garip kalmamalıydı…

Soralım kendimize şu çetin soruyu: “Neresindeyiz bu aziz dâvânın, hangi dertlerle dertlenmekteyiz?”

Sonra da adına dert dediklerimizi sıralayalım, kalbimizde ve beynimizde… Din nâmına, devlet nâmına, i‘lâ-yı kelimetullâh nâmına derdimiz nedir? Ya da bizim böyle bir derdimiz var mıdır?

Kutlu bir dâvânın temsilcileri olarak, ecdâdıyla övünmekten geri durmayan, fakat tarihini televizyon dizilerinden öğrenen, tek derdi fânî dünya oyuncakları olan bizler, bizden sonraki nesillere daha güzel bir ev, iyi bir araba ve daha nice dünyalık bırakmakla mı mükellefiz, yoksa Osman Gâzi gibi bir ömrü nihayete erdirirken sadece ve sadece “Oğul! Biricik vasiyetim şudur ki, Allah buyruğundan başka bir iş işleme!” diyerek hayatlarının her ânına kutlu bir ölçü, bir yol haritası, mukaddes bir dâvâ bırakmakla mı mükellefiz?

Güzel bir kariyer ile iyi bir fakültenin diploması yeterli gelir mi, bu yüce dâvâya samimî bir nefer olmaya? Evet, cihada çıkmıyoruz belki, devir o devir değil, pusatlarımız kınında bile değil, ama yaşantılarımıza bakarak soralım kendimize, “büyük cihad” diye vasıflandırılan “nefislerimizle cihadımızda” hangi hâldeyiz? Farkında olmadan bu savaşı çoktan kayıp mı ettik, yoksa?!

Ölüm döşeğinde kendisine:

“-Pâdişâhım, şimdi Allah ile olmak zamanıdır.” diyen lalası Hasan Can’a:

“-Lala, lala! Sen şimdiye kadar bizi kiminle beraber sanırdın?” diyen Yavuz Sultan Selim gibi bir sultânı yetiştiren îmandaki aşk, ahlâktaki fazîlet, idealdeki ulvîliğe ne kadar muhtacız!

Ertuğrul Gâzi’ler, Osman Gâzi’ler, Fatih Sultan Mehmed’ler, Yavuz Sultan Selim’ler, Kânunî Sultan Süleyman’lar, Abdülhamid-i Sânî’ler ve i‘lâ-yı kelimetullâh dâvâsı uğruna ömür tüketen nice erler, hoş birer sadâ bırakarak göçerken ebedî âleme, bizlere nice öğüt ve dersler ile yüce bir dâvâ emaneti bıraktılar.

Cenâb-ı Hak ile beraber olmak, O’nun adını yüceltmek, dînini yaşamak ve en güzel şekilde onu yaymaya çalışmak, her mü’minin en ulvî vazifesidir. Bilinmelidir ki, dünya hayatındaki her sorumluluk, bu ulvî vazifeden sonra gelmektedir. Bu sebeple günümüzün gelip geçici sıkıntılarını kendimize dert edinmeden önce bu terazide tartmak gerekir.

İ‘lâ-yı kelimetullâh dâvâsının garip kalmaması için merhum Mehmed Âkif Ersoy’un sözleri gibidir, bizim de niyâzımız:

Murâd-ı Evvel’i koynunda saklayan toprak,

Kimin ayakları altında inliyor, hele bak!

Kimin elinde bıraktık... Kimin emânetini!

O Pâdişâh-ı Şehîd’in huzûr-i heybetini

Sonunda çiğneyecek miydi Sırb’ın orduları,

İçip içip gelerek önlerinde bandoları?

Sen ey Şehîd-i muazzam ki rûh-i feyyâzın

Duyar, neler çekiyor yerde kalmış enkazın!

O rûhtan bize bir nefha olsun indiriver.

Ki başka türlü uyanmaz bu gördüğün ölüler!

Kaynak: Merve Güleç, Şebnem Dergisi, Sayı: 172