İlhan Armutçuoğlu Hocaefendi ile Röportaj
İlhan Armutçuoğlu kimdir? Said-i Nursi Hz., Ömer Nasuhi Bilmen, Musa Efendi ve Sami Efendi ile nasıl tanıştı, onlarla birlikte bulunduğu zamanlarda neler yaşadı? Sami Efendi’ye nasıl intisap etti? Şiirle meşguliyeti nasıldı? Tasavvufla ilgili düşünceleri nelerdi? Selman Tan’ın, İlhan Armutçuoğlu Hocaefendi ile yaptığı röportajı istifadenize sunuyoruz.
İlhan Armutçuoğlu Hocaefendi vakur bir sima. Hal ve hareket tarzı ile karşısındaki muhatabına etki eden bir tavrı vardır. Bu tavrı kimseye benzemez ve şahsına münhasırdır. Kur’ân kıraatı da, kasîde okuması da öyledir. Edebiyata vukûfiyeti ve etkili konuşmasıyla dinleyenlerin üzerinde efsunlu bir etki bırakır. Bir sanat adamıdır. Edebiyatla ve musiki ile özel olarak ilgilenmiş ve çeşitli eserler ortaya koymuştur.
Ama ondaki asıl fârik vasıf ehl-i tasavvuf olmasıdır. Tasavvufî hayatı hücrelerine kadar sindirmiş, sefâyı orada bulmuştur. Mülâkatımızın sonunda “Gençlere ne tavsiye edersiniz?” diye sorduğum zaman “Akılları varsa derviş olsunlar. Çünkü huzur oradadır, mutluluk oradadır, derya gönüllü olmak oradadır, ilk cennet oradadır” demiş, arkasından da kendi kendine şu soruyu sormuş ve cevaplamıştı. “Peki bu dünyada cennet nasıl olur?”
“Onu da sadıklarla beraber olanlara, sıdk içinde yaşayanlara, aşk refrefine binenlere sor.”
Ömrü Hak dine hizmet ile ve Hak dostlarının refakatinde geçmiş bir irfan ehlidir. Medeniyetimizin ve Hak dostlarının ihtimamla yetiştirdiği güzel insanlardan birisidir. Heybet ile samimiyetin, ilim ile mütevazılığın sarmalandığı bir hakikat ehlidir. Konuşmamızda Hak ehillerinin gönül bahçelerinden derlenmiş nadide güzellikler bulacaksınız.
Bu mülakatı 2005 yılında Muğla’nın Ula ilçesinde kendisinin yaptırdığı Namnam Kasrı’nın cennet köşesi gibi bahçesinde bir dere kenarında H. Murat Karaman ve Ender Doğan Beylerle birlikte yapmıştık.
İLHAN ARMUTÇUOĞLU KİMDİR?
Muhterem İlhan Armutçuoğlu hocamıza hayırlı hizmet ömürleri temenni ediyor, teşekkürler ediyoruz.
Selman TAN: Muhterem hocam sizi tanıyarak başlayalım inşallah.
İlhan ARMUTÇUOĞLU: Elhamdülillahi Rabbil âlemin. Essalâtu vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihî ve sellim.
Efendim Namnam Kasrı’na hoşgeldiniz.
Bendeniz aslen Muğla’nın Ula ilçesindenim. Ula ismi eski metinlerde ayn ve lâmelif harfleri ile yazılıyor. Arapçadaki ‘âlî’ kelimesinden gelmekte olup yücelik, yükseklik manalarına gelmektedir. Fakat şimdiki Türkçeyle bu ifade edilmediği için Ula diye ifade edilmektedir.
Ailemiz Muğla’ya Türkistan’dan, Buhara’dan göç etmişler. Dedem Hacı Hafız Ali Efendi hayatı boyunca hiç mushafa bakmadan Kur’ân-ı Kerim okumaya devam etmiştir. Üzücü bir hadise sonucu bütün mallarını kaybeden Ali Efendi yine eskiden olduğu gibi Ramazan’da teravih namazlarını hatimle kıldırmıştır. O dönemin Ula Müftüsü Osman Efendi, bana şöyle demişti; “Dedenizin başına gelenler bizim başımıza gelseydi namaz sureleri ile bile zor namaz kıldırırdık.” Dedem Kur’an-ı Kerim’le o kadar hemdem olmuştu ki yine bir ezber hatim yaptığı sırada ruhunu teslim etmiştir.
1937 doğumluyum. İlkokulu Ula’da okudum. Babam memleketin imam- hatipi ve Kur’ân muallimiydi. Babamdan Kur’ân öğrendim ve hıfzımı babamda bitirdim.
Babam Muğla yöresinde ilk defa hafız yetiştirmeye başlayan Kur’ân muallimi Mehmet Ali Efendi’dir. Ezanın Türkçe okunduğu ve tekrar arapça olduğu dönemlerde müezzinlik de yapmıştır. Benim ilk arapça ezanı duyduğum kişi babamdır. Babam vefat ettikten sonra kendisi için şöyle bir dörtlük yazmıştım:
“Hadim”ül Kur’ân oldum okuttum
O ilk ezanı ruhumda tuttum
Elif’te safa, mim’de vefayı
Fetretde buldum her dem okuttum”
Hafızlığımı bitirdiğim sıralarda İmam Hatip Okulları açılıldı. Bize en yakın olan İmam Hatip Isparta’da olduğu için oranın ilk talebeleri ve ilk mezunları olduk.
O zamanki ismi İmam Hatip Okulu idi. Gayri muntazam bir binada tedrisat başladı. Ama hocalarımız kifayetliydi, değerliydi. Onlardan hem bilgi aldık hem feyz aldık.
Edebiyat ve musiki ile olan alakam imam hatip yıllarında başladı. Isparta’da okula devam ederken arkadaşlarla beraber kurduğumuz bir ilahi grubumuz mevcuttu. Güzel ilahi ve mevlidi şerif okurduk. Ayrıca şiirle de ilgilenirdim. Edebiyat derslerinden büyük haz alırdım. Fuzulîlerin, Bakîlerinin, Nedimlerin okunduğu edebiyat derslerinde Farsça’yı ve Arapçayı iyi bilmeyen hocalarımız ile münazaralarımız dahi olurdu.
İmam Hatip Okulunu bitirdiğimiz zaman bizim gidebileceğimiz bir yüksekokul, bir fakülte yoktu. Ankara’da İlahiyat Fakültesi vardı oraya da bizi almazlardı. Lise mezunlarını alırlardı. O dönemde İmam Hatip Okulları lise düzeyinde kabul edilmezdi.
Bu yüzden eğitimime ara verdim. İmam Hatip Okulunu bitirdikten sonra tahsil yapabileceğim bir yer olmadığı için Marmaris Eski Cami’de imam- hatip olarak görev aldım.
Askerliğimi yapmak için teşebbüs ettim ve 1960 yılında asker oldum. O zamanlar lise ve dengi okullara yedek subay olma hakkı verirlerdi. 6 aylık yedeksubaylık eğitimimizi Ankara’da aldığımız sırada 1960 ihtilali oldu ve ihtilali içinden görüp yaşadık. Orada bir çok üzücü şeye şahit olduk. Sonra kıta hizmeti için kura çektik ve askerliğimin devamını bir yıl kadar Kars’ta yaptım.
Resmi kıyafetlerle camiye gittiğim için bana Hoca Teğmen lakabı takılmıştı. O zamanlar intisabım yoktu fakat Kars’ta tek huzur bulduğum yer Nakşi silsilesinindeki büyük mürşitlerden Ebu’l Hasan Harakanî Hazretlerinin türbesinin olduğu yer olurdu. Fırsat buldukça huzurunda fatiha okur, el pençe divan dururdum. Fakir çocukluğumdan beri türbelere, dergahlara özel bir merakım vardı ve burada yatanlar kimlerdir diye araştırdım.
Askerdeyken İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsü açıldı. Biz ona yetişemedik.
1962 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü açılacağı zaman askerden dönmüştüm. İmtihanı İstanbul’da yapıldı. Hadis mülakatına İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi gelmişti. Benden üç hadis okumamı istemişti. İstanbul’da bulunmamız hasebiyle Peygamber Efendimiz’in meşhur İstanbul’un fethi ile ilgili hadisini okuyarak başladığım zaman Hocaefendi dişleri görünecek kadar gülümsemişti.
Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nün ilk talebeleri ve ilk mezunları olduk. Sınıf arkadaşlarımızdan birisi de muhterem Muammer Tan Bey yani sizin pederinizdi. Marmaris’teki imam hatiplik görevimi Konya’ya naklettirerek orada hizmete devam ettim.
Din Eğitimi Genel Müdürü ve aynı zamanda Konya Yüksek İslam Enstitüsü Edebiyat Hocamız olan Kemal Edip Kürkçüoğlu Beyefendi bizi allak bullak eden kişiydi. Sınıfa adımını atar atmaz edebî metin işlemeye başlar, ardından bizim gözyaşlarımız başlar ve kendisi de ağlayarak dersini bitirirdi. Fuzuli’den okur perişan oluruz.
Edeben terk fuzuli serî kûyi yarin
Vatanımdır vatanımdır vatanımdır vatanım
Bende mecnundan füzun aşıklık istidadı var
Aşıkı sadık menem Mecnun’un ancak adı var
Bin can olaydı meni dil şîkestede
Ta her biriyle bir kez olaydım feda sana
Dersi haftada 2 saat olmasına rağmen bizi fethederdi. Sami Efendi Hazretleri’ni şiirinde “Bedr-i hafâ” olarak tavsif eden kişi odur. Bedr-i hafâ, bulutların arkasına gizlenmiş kamer, ayın ondördü demektir.
GÖNÜL YOLCULUĞUNA ÇIKIŞ BİR RÜYA...
S. TAN: İntisabınız o zaman mı oldu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Kemal Edip Kürkçüoğlu hocamız işlerinden dolayı bir müddet sonra gelemez oldu. Biz muallakta kaldık. Onun yerine Celalettin Emrem isimli bir hoca gelmeye başladı. O da Kemal Edip Bey neşesinde idi.
Bir gün hocama “Efendim edebiyat derslerinden tanıdığınız üzere bu Enstitüde talebenizim. İlkokuldan sonra hafız oldum, İmam Hatip Okulu’na devam ettim. Elimden geldiği kadar ibadetlerimi de yapıyorum, ama içimde bir boşluk var, onu dolduramıyorum” dedim. Sözlerimi bitirir bitirmez hocanın elleri titremeye başladı: “Evladım desene açım, desene açım, desene açım” dedi ve bana tavsiyelerde bulundu. Tavsiye ettiği eser Miftah-ül kulûb oldu. Benim de tamamını okuduğum ilk tasavufi eserdir.
Sonra bir menkıbe anlattı: “Senin gibi birisi mürşid arıyormuş, gönlü de herkese yatmıyormuş, nereye gitsem, ne yapsam diye tereddütler içinde karar veremiyormuş. Bir gün kendi kendine ‘sabahleyin evden çıktığımda karşıma ilk kim çıkarsa ona intisab edeceğim’ diye karar vermiş. Sabahleyin evden çıkması ile beraber, devrin büyük mürşidlerinden birisi onu karşılamış ve ‘gel evladım’ demiş. Bu menkıbeyi anlatan hocam şu hikmetli sözü ilave etti: “Talibin sıdkı, mürşidini ayağına getirir.” Ondan sonra fazla sürmedi bir vesileyle Cenab-ı Hak bu fakiri Hazreti Sami Efendi kuddise sirruh’a ulaştırdı. Konya’da onun halifelerinden dişçi Mehmet Efendi’ye müracaat ettim. Bir müddet sohbetlere aldılar, kanaat getirdikten sonra istihare yapmamı istediler. Malumunuz hayırlı işlere teşebbüs ederken istihare sünnettir.
İstiharemde gördüğüm rüyamı anlatayım; Büyük bir camide mevlüt okunuyormuş. Fakire cemaate gül suyu dağıtma vazifesi vermişler. Gülsuyunu dağıtırken cemaatten bir kişi karşıma çıktı, o zata bir müddet baktım. Zayıf ve nahif bir insandı birden gönlümün ona aktığını hissettim ve ona karşı içimde büyük bir sevgi oluştu. Sonra elime bolca gül suyu serpip o şahsın yüzüne gül sularını sürdüm. Sakalı da sanki ikiye ayrıldı ortası boş kaldı. Sonra devam ettim.
Daha sonra Dişçi Mehmet Efendi’den dersimi aldım.
Turukı âliyyede dervişe bu daireye ilk girdiği günlerde o lezzeti bir tattırırlar. Bir müddet sonra da o zevk kendisinden alınır. O feyizler, o gözyaşları gider kendi kendine varolma imtihanı başlar. O günlerde çok enteresan rüyalar görürdüm.
S. TAN: Sami Efendi Hazretleri’ni görmeyi çok arzu etmişsinizdir herhalde...
İ. ARMUTÇUOĞLU: Elbette, 1- 2 ay içinde İstanbul’a geldik. Devlethaneye gittik, Tuzla’ya pikniğe gidildiğini söylediler. Biz de Tuzla’daki piknik alanına gittik. Alan oldukça genişti ve çok insan vardı. ‘Sami Efendi’yi bulabilir miyiz?’ endişesi taşıyorduk. İçeri girerken birisi ‘hocalar şu tarafta’ diyerek bizi yönlendirdi. O cemaatin yanına doğru yürüdük. Yaklaşınca bir baktım ki yüzüne ve sakallarına gülsuyu sürdüğüm şahıs ortada oturuyor. Heyecandan sekte-i kalpten gidecektim. O günkü sohbetin ve yediğimiz yemeklerin lezzetini hâlâ unutamıyorum.
Daha sonra Sami Efendimizi Güllü Köşk dediğimiz devlethanede ziyaret ettik. Fakire ilk tavsiyesi “Evladım bu gördüğünüz rüyaları kimseye anlatmayalım” olmuştu.
Arkasından şu ayeti kelimeyi okudular: Yusuf Suresi 5. ayetde Yakup aleyhisselam Hazreti Yusuf’a diyordu ki:
“Babası: ‘Oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana, kötülük yapmak için sinsi planlar hazırlarlar. Şeytan insanın açıkça düşmanıdır’ dedi.”
Rüya herkese söylenmez. Rüya, tabirini bilen bir kimseye aynı zamanda ayrıca sizi seven bir kimseye söylenebilir. Eğer başka türlü tabir ederse o şekilde tahakkuk etme ihtimali olabilir.
Mezun olduktan sonra Diyanet mensubu olduğum için bizi Muğla İl Müftülüğü’ne tayin ettiler. 1971 yılına kadar orada hizmete devam ederken baktım ki o tarihlerde Türkiye’de sadece Tunceli’de ve Muğla’da İmam Hatip Okulu yoktu. Elhamdülillah İmam Hatip Okulunun, yurdunun, camisinin, müftülük binasının yapılmasında bir hayli emeğimiz olmuştur. Biz İmam Hatip Okullarının Türkiye’nin geleceğinde büyük hizmetlerde bulunacağına inanıyorduk. Elhamdülillah da öyle oldu. “Kişi inandığı nispette hizmet eder” denir ya biz de bu davaya inandığımız için elimizden geldiği kadar hizmet etmeye çalıştık. Cenab-ı Hak İmam Hatip Liseleri’nin bahtını açık etsin.
Sonra Manisa il müftüsü olarak hizmete devam ettim. Sonunda İzmir merkez vaizi olarak emekli oldum. 32 yıllık hizmet süremde elhamdülillah bir çok caminin yapılmasına, bir çok Kur’ân kursunun yapılmasına vesile olmuşuzdur.
Müftülük yaptığım dönemlerde sabah namazından en az 1 saat evvel şoför evden alır gece saat 12 lere kadar eve dönmezdim. Bu böyle 10 gün, 15 gün kadar devam ederdi, gittiğimizde çocuklar uykudadır, geldiğimizde yine uykudadırlar. Bir gece eve geldiğimde baktım Ülkü hanım uyumamış, beklemiş fakat ağlıyor. ‘Ne oldu?’ dediğimde, 15 gündür çocukların baba yüzü görmediğini söyledi. Elimden geldiği kadar onların hukukuna da riayet etmeye çalıştım.
Nefsinden fedakarlık yaptıkça Cenab-ı Hak ayrı bir neşe, ayrı bir huzur hali veriyor. Ayrıca hizmete bir bereket ihsan ediyor. Beş kızım bir oğlum oldu elhamdülillah hepsi din-i mübin-i İslam üzere yetiştiler.
1992 yılında bulunduğumuz bu mekanda önce bağ evini sonra mahruti otağ mescidi, sonra ise Namnam Kasrı Kız Kur’ân Kursunu yaparak fahri hizmetimize devam etmeye çalışıyoruz. Cenabı Hakk’ın lütf-u keremi ve ihsanı ile....
MAARİF ÜÇ AYAKLIDIR
S. TAN: Efendim hayatınız eğitim ve hizmetle geçmiş anlaşılan.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Osmanlı devletinde maarifin yani eğitimin üç tane önemli ayağı vardı. Maarif fevkalade önemli bir kelimedir. Maarif, marifetten gelir. Bunların en nihayeti marifetullahdır. Tahsil ilerledikçe, diploma büyüdükçe maarif ile elde edilecek ilim kişiyi Hakk’a yani insanı Allah’a yaklaştıracak bir eğitimdir. Maarifde bu özellik ve güzellik vardır.
Maarifin bir ayağı mektep, medrese ayağıdır. Burada hem tekniğe, bilime dayalı eğitim yapılır hem de dini eğitim tahsil edilir. İmam Hatip Liselerinde işte böyle bir eğitim vardır. Maalesef diğer liselerde ve orta okullarda dini eğitim istenilen seviyede değildir. Sadece İmam Hatip Liselerinde okuyan çocuklara lazım değildir ki Kur’ân-ı Kerim.
Maarifde ikinci ayak camilerdir. Camiler hem ibadet, hem ilim yeridir. Tarihimizde camilerin 12 tane fonksiyonu olmuştur. Selatin camilerimizde şurada tefsir okutulur, şu köşede hadis okutulur, şu köşede fıkıh okutulur, şu köşede Mesnevi okutulurdu. Ecdadımız mahkemeleri bile caminin çatısı altına almıştır. Kadı Efendi diyor ki; “Bak burası Allah’ın evidir burada yalan söylenmez.”
Üçüncü ayak ise Hazreti Mevlanâların yetiştiği, Abdulkadir Geylanîlerin, Yunus Emrelerin, Şah-ı Nakşibentlerin yetiştiği dergahı şeriflerdir. Kültürümüzde bunların hepsinin yeri, değeri fevkalade önemlidir.
Bunları kaldırdığınız zaman alt yapı eksiliyor, arızalar meydana geliyor. Bugün şikayet ettiğimiz bir çok husus var ise bu alt yapının ortadan kaybolması ile gerçekleşmiştir. Millet olarak karşılaştığımız sıkıntılara sebebiyet veren şeyin ne olduğunu iyi anlamamız lazımdır. Biz bu Namnam Kasrı’nı inşa ederken elimizden geldiği kadar bulunduğumuz bölgede bu eksikliği telâfi etmeye çalıştık. Okul, camii, dergah neşesi burada tahakkuk etsin istedik. Bizim yaptığımızı ancak bir arzu, bir özlem, bir numune olarak değerlendirebilirsiniz.
İSTİSMAR NASIL ÖNLENİR?
S. TAN: Efendim yeri gelmişken size şöyle bir soru soralım. Eskiden manevi eğitim dergahlarda yapılıyordu. Dergahlar aynı zamanda farklı meşreplerden, farklı sosyal gruplardan insanlara hitap ediyordu. Şimdi böyle bir müessese ortadan kaldırıldı fakat insanların maneviyat ihtiyacı da devam ediyor. Kontrol edilemeyen, hüdayi nabit ve manevi olduğunu iddia eden yapılardan da çeşit çeşit sıkıntılar ortaya dökülüyor. İnsanlar istismar ediliyor. Bu durumda hakiki manevi eğitimin yapılabilmesi için çözüm nedir?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim yine tarihimize baktığımızdaman din müessesesinin iki olduğunu görürüz. Bunlardan birincisi, Şeyhülislamlık makamı, fetva makamı. Bütün müftülükler, camiler buraya bağlı. Bir de bütün dergahı şeriflerin bağlı bulunduğu meşihat makamı var.
Birisi şer-i şerife, kitabi ilimlere hitap eder. Bir diğeri de ilmi ledün ile, hal ile kalplere, gönüllere hitap eder. Birisine İlm-i sütûr (satırlar ilmi) der isek diğerinde İlm-i sudûr (gönüller ilmi) deriz.
Din-i mübini İslam’ın lokomotifliğini de işte bu ikinci sırada zikrettiğimiz dergahı şerîflerin bağlı bulunduğu meşihat makamı yürütmüştür.
İlmi ledün dediğimiz bu manevi hal yolu aslında “Sünnet yolu” dur.
Bu yapılarda üç husus çok önemlidir. İlki mevzusunu iyi bilmesi. İkincisi, bizzat kendisi yaşaması, tatbikatını yapması. Üçüncüsü ise etrafına ulaştırması, yaymasıdır. Eğer bir insan bildiğini yaşamıyorsa onların İslam’ı yayma etrafa ulaştırma hakları da yoktur.
Kur’ân-ı Kerim’deki “Siz kendiniz yapmadığınız halde niye başkalarına yapın diye söylersiniz” ifadesi böyle yapıların hep tarihimizde kontrol edilmesine vesile olmuştur. Görülmüştür ki tesiri olmuyor. Hatta müsbet manada tesiri olmadığı için toplumu bozan bir tesir icra etmeye başlıyor. Osmanlı Devletini ele alırsak Osmanlı’nın taa başından itibaren padişahlarının neredeyse tamamı bir mürşidi kâmilin dizinin dibinde yetişmiştir. Osman Gazi ile Şeyh Edebali’den itibaren herbir padişahın yetişmesinde bir mürşidi kâmil vardır. Son padişaha kadar hepsi bir mürşidi kamilin dizinin dibinde yetişmiştir.
Akşemseddin Hazretleri daha ilk gençlik yıllarında Fatih Sultan Mehmet’i vakit vakit huzuruna çağırıyormuş. “Ya Muhammet senin peygamberin yalan söyler mi?” diye sorarmış. Fatih mürşidinin huzurunda el pençe divan vaziyetinde “Söylemez efendim” dermiş. Akşemsettin o zaman “Sen ne duruyorsun İstanbul’u fethetme kabiliyetini ben sende görüyorum” diyerek Fatih’i o hale getirmiş ki bir müddet sonra Fatih “Ya İstanbul’u ben alacağım ya İstanbul beni alacak” der hale gelmiş.
İstanbul’un fethi İstanbul’un manevi sahibi Ebâ Eyyub el Ensarî’Haztetleri’nin kabri şerifinin bulunmasıyla başlamıştır. Burada ifade edilmesi gereken bir şey de manevi bakımdan hiçbir şey ihmal edilmediği gibi maddi bakımdan da gereken bütün şeyler yapılmıştır.
Yavuz Sultan Selim Han’ın bir beytini zikretmemiz gerekirse:
Padişahı alem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş.
Yani Osmanlı tarihinde tasavvuf dediğimiz sünnet yolu en ince şer-i şerîf ahkamına dikkat edilerek yürütülmüştür. Sünneti seniyeyi ihya etmenin güzelliklerinin birçoğu Osmanlı’ya nasip olmuştur.
Osmanlı padişahlarından Bayezid-i Veli adı üstünde kendisi çok iyi bir derviştir. Onun zamanında dergahlar çoğalmış. Çoğalmış ama na ehillerden de bir hayli postnîşin olanlar olmuş. Tabi ehil olmayan kişiler çoğalınca şairin dediği gibi,
“Ne gider ne götürür maksadı ham pir erler.”
Yani ne kendisi gider, ne de kendisine tabii olanı menzil-i maksûda götürebilir. Her güzel şeyin mukallidi, taklidi vardır. Onlara müteşeyyih denir yani şeyh gibi görünmeye çalışanlar.
Bayezid-i Veli döneminde dergahlar çoğalıp bazı gayri şer-i hadiselerden bahsedilince padişah bir imtihan heyeti teşekkül ettirmiş. Osmanlı toprakları üzerindeki bütün şeyhler imtihana tabi tutulmuşlar. İmtihanı kazananlar hizmetlerine devam etmişler. Layık olmayanların taç ve hırkaları hemen o celsede üzerlerinden soyulmuş. Heyetin başı Ahmet Şemsüddin Mermerevi Hazretleridir, kabri şerifleri Manisa’dadır. Elhamdülillah onun dergâhını yenilemek te bize nasip oldu. Tarihçeyi hayatında diyor ki; “Bir tekne dolusu taç ve hırkayı Marmara Denizi’ne döktürdü.
Şimdi kontrollerin olmadığı, hiçbir eğitimden geçmeden şeyh olduğunu iddia edenlerin çok olduğu, neyin ne olduğunun bilinmediği bir fetret döneminden geçildiği için bizzat böyle kontrollere zaruri ihtiyaç vardır.
Şimdi acaba aynı müesseseler canlanır mı? İslami uyanış arttıkça, sosyal etkinlikler geliştikçe tasavvuf neşesi de rayına oturacaktır. Manevi dergahlar illegal olmaktan kurtulup legal hale geldikçe zamanımızdaki yanlışlıklardan temizlenip istikamete girecektir diye ümid ediyoruz. Çünkü tarihimizde bu yapıların menfi manada yaptıkları hiçbir hadise yoktur. İçinde hep güzellikler, güzellikler, güzellikler barındırmaktadır. Her sene ihtifallerini yaptığımız müesseseler yine bunlardır. Yunus Emreler, Hazreti Mevlanalar, Şemsi Tebriziler hep bu ocağını yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Herkesin dili çözüldüğü zaman toplumu birleştirmek için müracaat kaynaklar yine bunlar olmaktadır. Bu itibarla bu müesselerin yeniden ihya edilmesini fevkalade faydalı görüyorum. Zannediyorum pek uzun bir zaman geçmeden müsbet manada hizmetlerine devam edeceklerdir inşallah.
NAMNAM KASRI
S. TAN: Kasrınıza ve Kur’ân kursuna verdiğiniz isim olan Namnam ismi nereden geliyor hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Aşağıdan geçen ve kış aylarında bereketlenen deremizin adı Namnam’dır.
NEDEN ÇADIR, OTAĞ ŞEKLİNDE CAMİ İNŞA ETTİNİZ?
S. TAN: Efendim sizin dergah özlemiyle buraya yaptırdığınız bu otağ mescidi farklı bir mimaride ve farklı özellikler taşıyarak yapılmış. Bunlarla ilgili bilgi verseniz...
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim bendeniz emeklilikten sonra bir müddet Kırım’da da vazife yaptım. Kırım’da dini hayat, İslamlaşma bizim Anadoludan önce başlamış. Hatta oradayken anlatmışlardı, Hazreti Osman zamanında yazılan üç tane Kur’ân-ı Kerim’den birisi eski Kırım Mescidi’ndeymiş. Zannediyorum şimdi o nüsha Moskova’da.
Kırım’da yıkılmış eski bir camide görmüştüm, akustiği temin etmek için kubbenin etrafını boş testilerle çevrelemişlerdi. Camilerde seslerin karışmaması lazım. Yeni camilerde bakıyorum sesler birbirine karışıyor. Caminin içinde ses hem her köşeden duyulacak hem de birbiriyle karışmayacak, bu husus önemlidir.
“Neden çadır, otağ şeklinde cami inşa ettiniz?” derseniz Anadolu insanı olarak hepimiz Orta Asya’dan gelmişiz. Burada Orta Asya’daki ecdadımızın çadırlarını yâd etmek istedik. Onlar keçeden yapmışlar biz taştan, tuğladan yaptık. Mimarisi de oradan geliyor.
Bizim Otağ mescidimizin pencere seviyesinin üstünü çepeçevre testilerle kapladık. Ilıman bölgelerde havalandırma önemli oluyor. Bunun için ayrıca küçük kubbenin altına on santimlik hava alma boşluğu yaptık. Camimizin içinde durgun hava olmaz baca gibi oradan teneffüs eder.
Fatih Sultan Mehmet’in çadırını kurduğu Otlukbeli’nde bu caminin aynısını yapmak istemişlerdi, projelerini verdik yaptılar.
Otağ mescidimizde Selçuklu ve Osmanlı motifleri kullandık. Mihrabına başka camilerde konulmayan “Allah kuluna kafi değil mi?” ayeti kerimesini tuğra şeklinde yerleştirdim.
Mescidin içine nakşettiğimiz ayeti kerimeler tamamen tefekküre dayalı ayeti kerimelerdir.
Bunlardan birisi; “Sizden kim dininden dönerse, Cenab-ı Hak sizi helak eder, sizin yerinize öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” ayetidir.
Burada bir incelik var onu arz edeyim, muhabbet aynen su gibidir, yukardan aşağı akar yani Allah’tan kuluna gelir, Peygamberden ümmetine gelir, üstatdan talebesine gelir, babadan anneden evladına gelir. Burada da o zikredilmiştir, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” Yani ilk seven Cenab-ı Hak’tır.
Nakşettiğimiz bir diğer ayet-i kerimeyse; “Cenab-ı Hak arza gireni bilir, arzdan çıkanı bilir, semadan, gökyüzünden ineni bilir, semaya yükseleni bilir. Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”
Diyebiliriz ki bu milletin evladına sadece bu ayeti kerimeyi öğretebilirsek bile mükemmel bir toplum inşa ederiz. İnsanlar Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilince her hareket, her adım ona göre atılır. Böyle bir anlayıştan uzak kaldığı için ise cemiyetin perişanlığını, halini görüyorsunuz.
Üçüncü bir ayeti kerime, Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Biz azîmüşşan kulumuza şah damarından daha yakınız.”
Biliyorsunuz vücutta temiz kan atardamar marifetiyle bütün uzva yayılır. Kullanılmış kan ise toplardamar marifetiyle bütün vücuttan tekrar kalbe gelir. Kullanılmış kan, kirlenmiş kan kalbin atışlarıyla ciğerlere pompa edilir, orada oksijenle temizlendikten sonra tek damar ile kalbe indirilir. Ölmüş kan oksijen vasıtası ile diriliyor, tekrar hayatiyet kazanıp bütün vücudu tekrar diriltiyor. İşte o tek damarın adı, hayat damarının adı, şah damarıdır. İşte Cenab-ı Hak bundan dolayı şah damarını zikretmektedir. Cenab-ı Hak bize şah damarımızdan, nefsimizden, ruhumuzdan yakındır.
Bendeniz edebiyatla meşgul olduğum için bir de kitabe koyduk. İki büyüğümüzün ismine bu mescidi yaptık, bu itibarla orada şöyle deniyor:
İş bu yahşî mabedin nakşı, nakkaşı yahşî Nakşeden kalbe her dem nakşı nakkaşı yahşî Hazreti Mahmut Sami, sahip vefa hayrına Feriştehler dem be dem inerler yahşî yahşî.
SİLSİLE -İ ŞERİF
S. TAN: Hocam silsilenin son beyitlerinin sizin kaleminizden çıktığını biliyoruz. Bunun nasıl olduğunu sizden dinlesek.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim Sami Efendi Hazretleri ahirete irtihal ettiği zaman birinci gün Musa Efendi Hazretlerini aradım. Telefon cevap vermedi, ikinci gün tekrar ararım. “El hukmü lillah, inna lillahi ve inna ileyhi raciun”, baş sağlığı diledim. “Efendim bundan sonra emriniz ne vechile olacaktır?” diye sordum kendilerine. “Evladım aynen bildiğiniz gibi devam edecek” buyurdular. Muğla’da kardeşlere “Bundan böyle vazife Musa Efendi Hazretleri’ne intikal etmiştir” dedim. Tabiî silsilede mübarek isimlerinin geçmesi gerekir. Kardeşlere “Bundan sonra şu beyti silsilenin sonunda okuyalım, gelen talimat üzerine hareket ederiz” dedim. Beyit şu:
Hazreti Musa medâr-ı feyzimiz oldu şükür Mazhar-ı avnü inâyet olsun ol sahip vefa.
Bu durumu da Abdullah Sert ağabeyime ilettim. Yazdığım beyti Osmanlıca olarak kendilerine takdim ettim. Abdullah Sert ağabeyim Medine-i Münevvere’ye gittiklerinde Musa Efendi Hazretleri’ne arzetmiş. Bu arada bir hayli teklifler de olmuş. Musa Efendi Hazretleri fakirin yazdığını işaret ederek “Bu münasiptir” buyurmuşlar.
Musa Efendi’nin irtihalinden sonra vazife Osman Efendi Hazretleri’ne intikal etmiştir. Daha önce bu beyti fakir yazdığım için yeni bir beyit yazmam istendi. Onun için yazdığım beyit şu:
Hilm-ü irfanı ile hizmet aşkının mümtaz eri Mayesi rahmü sehâ Osman veliyyi pür haya
Bu beyti Abdullah Sert ağabeyim kendilerine arzettiği zaman Osman Efendi tevazuundan veli ifadesini uygun bulmamışlar. Ayrıca her mürşit için bir beyit olunca bu uzayacak, her ikisi bir beyitte toplansa düşüncesi fakire iletilince o zaman da son halini alan şu beyti yazdım:
Feyzi cârî Hazreti Musa ki ol sahip vefa Pek sahî hayrul halef Osman Nuriyyi pür haya
Bu da benim için ayrı bir neşe ve huzur kaynağıdır.
ŞİİR DÜNYASINDA
S. TAN: Hocam edebiyatla şiirle meşguliyetiniz devamlı oluyor mu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Şiirle meşguliyet devam eder durmaz. Osmanlı döneminde divan sahibi olmuş şairelerle uğraştım. 18 şairenin divanları üzerine çalışma yaptım. Câlib-i dikkattir bu hanım şairelerin hiçbirisi mektebe gitmek suretiyle şair olmamışlardır. Ya babasından ya kendisine nikah düşmeyen birisinden okumuş ve o divanları o dönemin kültürüyle meydana getirebilmişlerdir. Üstatlarını buldukları takdirde özel eğitimle mükemmel manada yetişmişlerdir.
Mesela şaire Leyla hanım müthiş bir ifadeyle şunları söylüyor:
LEYLA KULUNU ATEŞİ AŞKINLA KEBAP ET DÜZAHTA KOYUP YAKMA ANI NARI İLAHİ
Bu çalışmalarımın basımlarıyla ilgili yeterli gayrette bulunamadım, hâlâ kayıtlarımda durmaktadır. Belki gayretli gençler yetişirse bendeniz onlara yardımcı olabilirim.
İzmir’de bulunduğum yıllarda edebiyat fakültesinden mezun bir kardeşimiz tez yazacağı zaman onu Esat Erbilî Efendi’nin divanına yönlendirdim, ben de yardımcı oldum ve o divan literatüre girmiş oldu.
Kaside-i Bürde’nin, Kaside-i Ziyaiyye’nin manzum tercümelerini bir ara yapmıştım.
Tasavvuf ile meşgul olanlarda bu edebi zevk ve neşe vardır.
Divan edebiyatı tarzında şiirlerimiz devam edip gidiyor. Bazen cami kitabeleri istiyorlar. Onlara da münasip beyitler yazıyorum.
Musa Efendimiz zamanında bir gün Konya’da Lalebahçe’de bir sohbetteyiz. Musa Efendi notlarını açtı ve içinden dörde katlanmış bir kağıt çıkardı. Sohbet notlarını Abdullah Sert ağabeyime verdi ve onlarla sohbet ederken kenara ayırdığı kağıda şöyle baktım. Gayet muntazam katlanmış, katlayan düzenli birisiymiş diye düşünüyorum. Sonra dikkat ettim kağıdın arkasına nokta tuşları belli olarak çıkmış. Benim daktilomun da nokta tuşları sert basardı. Musa Efendimiz Hazretleri sohbetten sonra o kağıdı açtı fakire uzattı, meğer bendenizin bir şiiriymiş. Onu verirken buyurdular ki; “Şairler umumiyetle mübalağa ederler, fakat bu şiirde hiçbir mübalağa yoktur.” Sami Efendi Hazretleri’ni anlattığım o şiiri okumamı arzu ettiler:
Ey Hazreti Sami meselsin mürüvvette Eller dâmenindedir dünyada ahirette diye başlayan bir şiirdi.
BİRLİKTELİKLER GÜZELLİKLER
S. TAN: Efendim Sami Efendi Hazretleri ile olan yakınlığınızdan faydalı olacağı mülahazasında bulunduğunuz bazı hatıralar paylaşır mısınız?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Bendeniz ilk haccıma 1965 yılında kara yoluyla gittim. Hac mevsimi bittikten sonra Kabe-i Muazzama’da Altınoluk’un karşısında yatsı namazından sonra Sami Efendi ve Musa Efendi ön safta biz de arkasında oturuyoruz. Kabe-i muazzama’nın tam tepesine ay mehtap vaziyetinde olarak dikilmiş vaziyette. Babüs selam tarafından şöyle cemaati yararak bir bedevi geliyor. Aceleyle yürürken birden durdu. Aya bakıyor, dönüyor Kabe’ye bakıyor, dönüyor Sami Efendimiz Hazretleri’ne bakıyor. Üç noktaya tekrar tekrar bakıyor ve ağlıyor. Ve 10 metre kadar mesafedeydi. Üç merkeze bakış bayağı bir devam etti. Birden usta bir yüzücünün denize atlaması gibi Sami Efendi Hazretlerinin kucağına atladı, başını onun dizine koydu hiç kelam olmadan üstadımızın dizini ıslatıncaya kadar ağladı. Ne ondan ses var ne üstadımızdan ses var. 3-5 dakika kadar bedevinin başı üstadımızın dizinde ağlama devam etti. Nihayet üstadımız o bedevinin sırtını sıvazladı. Sonra başını kaldırdı, çok dikkatle üstadımızın yüzüne baktı ve yine hiçbir kelime konuşmadan zemzem kuyusuna doğru yürümeye başladı. Fakat giderken birkaç adım gidiyor sonra duruyor yine üç merkeze bakıyordu. Biz tabi kendisine soramazdık da yakınlarına sorduk, “Neden bu kişi üç noktaya baktı?” diye. Efendim dediler ki; “Ayın nurunu gördü, Kabe’nin nurunu gördü, evliyanın nurunu gördü.”
Herkeste vardır, bazı yiyeceklere karşı vücutta alerji olur. Ben de yumurtayı hele hele yağda kızartılmış yumurtayı yiyemem. Bir lokma bile alsam o gün sancı akşama kadar kıvrandırır.
Yine Mekke-i mükerreme’deyiz. Bizi Konyalı Doktor Mehmet Hulusi Baybal ile birlikte bir otelde yemeğe aldılar. Fakir Sami Efendi’nin sağına düştüm. İçlerinde en genç olduğum için en çok çorbayı bana koydular. Sami Efendi çorbasından biraz aldıktan sonra olduğu gibi bana verdi, ben de yedim. Arkasından yağda kızartılmış yumurta geldi yine Sami Efendi bir kaç lokma aldıktan sonra geriye kalanını bana verdi. Tabi üstadımızın sofrası olduğu için edeben vardır bir hikmet düşüncesiyle o iki porsiyon yumurtayı adamakıllı bitirdim ve arkasından da sünnetledim. Ömrü hayatımda ilk defa o yumurta bana dokunmadı, o zamandan beri de bana yumurta dokunmaz.
Bir beyitte şöyle deniyor:
“Ehli dil hâre nazar eylese gülzar açılır.” Yani bir gönül ehli nazar ederse eşya kabiliyet değiştiriyor.
SAMİ EFENDİ’Yİ AĞLATAN KASÎDE
S. TAN: Hocam Sami Efendi Hazretleri’nin sohbetlerinde hiç kaside okuduğunuz oldu mu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Bir gün İstanbul’da Musa Efendi’nin köşkündeyiz. Öğle namazından sonra sohbet başladı akşama kadar devam etti. Arada ikindi namazı kıldık. Sohbet bir aşr-ı şerif okunarak bir sohbet yapılarak devam ediyordu. Akşama yakın fakire “Okuyun” dediler. Ben Sami Efendimizin sol canibinde bir yerde oturuyorum. Okuyun dendiği yani aşır okuyun denmediği için ben de Esad Erbilli Hazretleri’nin bir gazelini okudum.
Tefsir sahibi Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri de tahmis etmiş. Yani her beytin üzerine üç mısra eklemiş. Buna tahmis deniyor. Esad Efendi’nin gazeli şöyle başlıyor:
Leblerin söyler civanım gonca-ı rânâ nedir Gözlerin eyler işaret nergis-i şehlâ nedir
Elmalılı Hamdi Yazır Efendi’nin tahmisi de şöyle bitiyor:
Gam değilmiş Hamdi olmak seyr-i gülşenden cüda Neşve var yadında derler gül feda, bülbül feda Şimdi şeyhi asırdan duydum şu yolda bir nida Dergehi piri muğanda Haki pây ol Esad’a Ol zaman idrak edersin rütbeyi bâlâ nedir
Fakir okumaya başlayınca Sami Efendimiz Hazretleri gözyaşlarını koyverdi. Evliyaullahtan büyüklerin gözyaşları nadiren görülür. Mübarek sakalının iki yanından gözyaşları akıyor, üzerinde kahverengi bir pardesü vardı, pardesünün üzerinden aşağıya iniyor. Sonuna kadar okudum. Artık sohbet bitti. Sami Efendi kalkacaklar, şöyle bir yüklendi kalkamadı, bir daha yüklendi yine kalkamadı yanındakiler yardım ettiler de ayağa kalktılar. O gün Sami Efendimizin o meclisten gidişini hiç unutamam (ağlıyor). Evliyanın sekri hiçbir şeye benzemez. Hâlâ gözümün önündedir. Herkes gidince fakir de müsade istedim Musa Efendimiz “Siz kalın” buyurdular. O gün geç saate kadar bahçede bir ağacın altında sohbet ettik.
KUŞLAR BİLE ZİKRE İŞTİRAK ETTİ
Bir başka zaman Bursa’da Ulu Camiye yakın bir evde sohbet olacak. Ev beşinci katta. Sami Efendimiz Hazretlerinde ihtiyarlığın göründüğü yıllardı. Kat aralarındaki sahanlıklarda dinlene dinlene çıktılar, biz de peşinden çıktık. Yine o sohbette de bir aşr-ı şerif bir sohbet oluyor. Fakir Sure-i Vâkıa’yı üç bölümde okudum. Birinci bölüm okunuyor Sami Efendi sohbet ediyor ikinci bölüm okunuyor tekrar sohbete geçiyoruz. Musa Efendimiz hazretleri tam karşımda. Evde bir bülbül veya kanarya varmış, fakir Kur’ân okumaya başlıyorum kanarya şakımaya başlıyor. Ayet sonlarında duruyorum o da duruyor. Sami Efendimiz Hazretleri Vâkıa Suresi bittikten sonra bütün vücuduyla fakire döndü ve “Allah senden razı olsun, kuşları bile zikre iştirak ettirdin” buyurdular. Sohbet bitti ayrıldık.
OKU AMA BURSA’DA OKUDUĞUN GİBİ
Musa Efendimiz daha sonra fakire ne zaman bir aşr-ı şerif okutacak olsa hemen “Oku ama Bursa’da okuduğun gibi oku” derdi. Bir ömür fakire bunu söylemiştir.
HAKK-EL YAKÎN İÇİN...
Rabbim hepimizin imanımızı ölünceye kadar muhafaza etmemizi nasip eylesin. İlmel yakînden aynel yakîne oradan Hakkel yakîne ulaşmak kolay değildir. Bunun için neler isteniyor?
Önce içinde riya kokusu olmayan ibadetler, amel, taat isteniyor. Yaptığımız bütün ibadetler rızayı bârî yani Allah rızası için olacak. Gösteriş olmayacak.
Sonra helal kazanç isteniyor.
Ondan sonra müspet eğitim isteniyor. Özellikle mürşidi kamilden alınacak eğitim isteniyor.
Kalbin Mertebeleri
Sami Efendimiz Hazretleri kalp meselelerine geldiği zaman kitabı bir kenara bırakır irticalî konuşurdu.
Kalpler beş kısımdır derdi.
Ölü kalp, maneviyat diye bir şey yok.
Marîz yani hasta kalp, ölebilir de dirilebilir de.
Zakir kalp, zikri var ama yarıdan az.
Uyanık kalp, zikr-i kesirde yani yarıya geçmiş.
Hayy kalp, diri 24 saatin tamamında zikir halinde olan kalp. Bunlar tabi seyr-i sülûk olmadan olmuyor. Bu durum yol içinde bile olsa herkese nasip olmayan bir keyfiyettir.
Zikr-i Kesir Nasıl Olur?
Bir gün Medine-i Münevvere’de oturuyoruz. Saatçi Osman Efendi vardı. İlim deryasıydı. Fakir Medine-i Münevvere’de iken ya Mescid-i Nebi’de ya da onun evinde olurdum. Bir gün kendisine “Zikri kesir nasıl olur?” diye soruldu. Buyurdu ki; “Hani karpuz keserken ikiye böldüğümüz sırada bıçak biraz kayıverir ve yarının yarısı biraz eksikçe yarının yarısı biraz fazlaca olur. 24 saatin yarısından biraz fazlasında Allah’ı unutmazsa zikr-i kesirin tabanına ulaşmıştır. O kişi zikr-i kesir yapıyor demektir. Ama 24 saatin tamamında Allah’tan gafil olmuyor ise işte o kişi zikrin tavanına ulaşmıştır.”
MUSA EFENDİ’NİN ARDINDAN
S. TAN: Hocam Musa Efendi Hazretleri ile birlikte olduğunuz demlerden anlatacaklarınız vardır mutlaka.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Musa Efendimiz ile ilgili de önemli bir hadise arz edeyim. Burası faaliyete geçmezden evvel Musa Efendimiz Hazretleri Muğla’ya teşriflerinde sohbetler ormanlarda yapardık. Yine bir sohbeti ormanda hazırladık. Kardeşlere tembihte bulundum “Üstadımız teşrif ettiklerinde kimse görünmesin ormana dağılalım” dedim. “Arabalarınızı da gizleyin” dedim.
Biz kendisini Aydın tarafından karşıladık. Baktım çehresi gamlı, kederli biraz mağmum. Sohbet edeceğimiz yeri iyi hazırlamıştım, baktım oraya gelmesi ile birlikte neşe değişti. “Burası Mina’ya dönmüş” buyurdular. Kimse yok ikimiziz. Buyurdular ki “İlhan Efendi ilk intisap ettiğim yıllarda tarikattan bir şey anlamadım. Ne zaman ki Üstadımın bir teveccühüne mazhar oldum, gözümde alem değişti. Her şeye bakışım, anlayışım değişti. Görmediğim bir çok şeyi görüyor, anlamadığım şeyleri anlıyordum.” Bunu fakir fırsat belledim ve “Efendim mazhar olduğunuz bu teveccühe inşallah bu fakir de mazhar olurum” dedim. Başbaşa olmamıza rağmen yavaşça eğilerek kulağıma “Amma İlhan efendi teslimiyet gerekli” buyurdular.
O zamandan itibaren ‘teslimiyet nedir?’ diye düşündüm, araştırdım. Nihayet teslimiyet ile ilgili geldiğim nokta şu oldu; Eğer teslimiyet akılla, ihtiyari olarak olursa olmuyor, gayri ihtiyari olacak, gayri iradi olacak. Ne gibi? Mıknatısın cazibesine kapılan toplu iğneler gibi olacak. Mıknatıs nereye çekilirse toplu iğneler de oraya gider. Teslimiyet işte bu. Teslimiyet, gayri ihtiyari, gayri iradi olarak muhabbet ile o bereketin, o huzurun, o cazibenin feyzine kapılıp gitmektir.
Mesela Şah-ı Nakşibend Efendimizin büyük halifelerinden Muhammet Parisa Hazretleri vardır. Parisa, bekçi demektir. Muhtemelen bu bekçilik ünvanını mahalleli vermiştir. Çünkü Muhammed Parisâ Hazretleri ‘lazım olunursam beni aramasınlar’ diye cümle kapısının dışında her an hazır vaziyette, hizmet için beklermiş. Esnaf sabahleyin işlerine giderlerken onu orada görürler, akşam eve dönerlerken onu orada görürler. Peki nedir onu orada tutan kuvvet? İşte bu teslimiyettir.
Bunu yakaladığınız zaman o neticeye ulaşmak mümkün oluyor. Fena fil mürşid dedikleri hadise tahakkuk ediyor. Bu dönemde evliya menkıbeleri okumaktan, dinlemekten çok hoşlanılırmış. Artık salikin memleketi üstadının oturduğu yerdir.
Cenab-ı Hak zeytinden bahsederken “Onun ne şarkî ne de garbî olduğunu, güneşin doğuşundan batışına kadar güneşi aldığından” bahseder. Öyle olan zeytinin hem zeytini hem zeytinyağı halis ve muhlis olur. Dervişlerin rabıtaları da zeytin ağacı gibi olursa mükemmel olur. Vakit vakit değil de devamlı olursa muteberdir.
Konya’da iken Arabacı Mustafa Efendi diye bir dostumuz vardı, bana bir gün “Hocam rüyasında her gün mürşidini görmeyen kişi derviş olur mu?” diye sorardı.
Bundan önce fenafil ihvan yani kardeşlik hukuku geliyor.
Sami Efendimiz Hazretlerinin kerimesini istedikleri zaman ihvanı ile istişare etmişler. O zaman akrabaları demişler ki; “Görüyor musunuz dervişleri ile istişare ediyor, bize danışmıyor.” Buyurmuşlar ki; “Bizim asıl akrabamız ihvanımızdır.” Bir daha söyleyelim, din kardeşliği kan kardeşliğinden çok, çok, çok üstündür.
Fena fiş şeyh makamından sonra ise fenafir resul hali tecelli ediyor. Bu dönemde ise hadis okumaktan çok zevk alınır, Kainatın Efendisi sallallahu aleyhi vesellem ile oturulur kalkılır, başka yerde duramayıp Medine’ye gitmek arzu edilirmiş.
Ondan sonra da fenafillah, bakabillah tecelli eder. İşte o zaman tam ihsan makamı tecelli eder ve o dervişin vatanı bütün alemdir.
Sami Efendimize sormuşlar “Sizin için en büyük tehlike nedir?” diye. Cevabı, “Bir an Allah’tan gafil olmaktır” oluyor. Hadisi şerif’te Peygamber Efendimiz “Gözlerim uyur ama kalbim asla uyumaz” buyururken işte tam da bunu ifade etmektedirler.
Esat Efendi Hazretlerinin gazellerinde geçiyor. Fenafillah neşesidir şu ifadeler:
Ne darım var benim Esat ne de meyli diyarım var
Cemâli yardan başka diğer bir intizârım yok
Avamın “La ilahe illallah” dediği zaman Kelime-i Tevhit’ten anladığı şudur, “Allah’tan başka mabut yoktur.”
Eğer biraz mertebe alırsa, havas deniyor onlara, Kelime-i tevhid’den anlaşılan, “Mahbup da, maksut da ancak O’dur” oluyor. Yani sevilen de istenilen de ancak ve ancak O’dur.
Üçüncü metebeye gelince ise Kelime-i tevhit’den anlaşılan, “O’ndan başka hiçbir mevcut yoktur” anlayışı olur. Bütün alem Cenab-ı Hakk’ın eseridir, o kişi Cenab-ı Hak’tan başka hiçbir şey görmez.
Bütün bunlardan sonra ise Bakabillah mertebesi tahakkuk ediyor. Kulun Allah-u Teala’dan razı olması ve Allah-u Teala’nın da o kulundan razı olması keyfiyeti gerçekleşiyor.
ŞATHİYATA İTİBAR EDİLMEZ AMA KERAMET VARDIR
Ender DOĞAN: Tasavvuftaki şathiyatlarla ilgili düşünceniz nedir hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Evliyaullahın kümmelini (kamilleri) onlara pek itibar etmezler. En büyük keramet istikamettir.
Ama keramet haktır. Nasıl ki peygamberlerden mucizeler zuhur eder, evliyaullahda da keramet vardır. Şeyhu’l ekber Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin Fütuhâtı Mekkiyye adlı bir eseri vardır. Onda bir bölüm var, diyor ki: “Peygamberimizin kurduğu devletten ve Hulefa-i raşid’den sonra en muhkem devlet Osmanlı’dır” Bunu söylediği vakit Osmanlı Devleti diye bir şey yok ortada. Muhyiddin-i Arabî Selçukiler zamanında yaşamıştır ve henüz Osmanlı devleti kurulmamıştır. İşte bu bir keşif halidir Allah-u teala’nın bildirmesi ile olur.
Balıkesirli Tahsin Yatman ağabeyimiz anlatıyor: Bir gün Bursa’da Emirsultan Camiinin girişinde bir meczupla karşılaştım. “Ver de versinler” diyordu. Hoşuma gitti elimi cebime attım bir miktar para çıkarıp verdim. Fakat verdiğimin az olduğu kanaati oluşunca elimi tekrar cebime attım bu sefer bereketlice çıkanı takdim ettim. Meczup “Seni sevdim ben, gel buraya” deyip “Çıkar kalemi kağıdı sana İsm-i Azam’ı yazdırayım” dedi. Ben de “Bir yere bağlıyım, üstadımın izni olmadan olmaz” dedim. Meczup “Ben Sami Efendi Hazretlerine sorarım deyip bir müddet gözlerini yumduktan sonra “Sami Efendi şu anda bir yazıhanede muhasebe işi ile meşgul, sordum müsade etmedi” dedi. Sonra tekrar bana “Dur ben senin kalp gözünü açıvereyim” dedi. Ben de “Üstadımız müsaade etmezse onu da istemem” dedim. “Sorayım” dedi ve bir müddet sonra “Buna da izin vermedi” dedi.
Birkaç ay sonra Sami Efendi Üstadımızı ziyaret ettiğim sırada kendisine Bursa’da yaşadığım hadiseyi hatırlattım. Sami Efendi “Evet o zat evliyadan filan zattır vakti zamanı geldiğinde İsmi Azam’a da devam edersiniz, inşallah kalp gözleriniz de açılır” buyurdu.
Salikde bazı şeyler vaktinden evvel zuhur ederse çok tehlikeli olur. Oyalanmadan yol almak gerekir.
TASAVVUF: DİNİ GERÇEK ANLAMDA YAŞAMA YOLU
S. TAN: Efendim anlattığınız haller farklı haller. Siz aynı zamanda bir hocaefendisiniz. Şer’i ölçüler içindeki tasavvuf, sizin anladığınız tasavvuf nedir?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Farzlar bütün mü’minlere Cenabı Hakk’ın kesin emridir. Vacipler de öyledir. Sünnetler ihtiyaridir, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in yaptıklarıdır. Kur’ân ve din Resul Ekrem Efendimiz’in yaşayışıyla hayat bulmuştur. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem emri hak vaki olduktan sonra vazifesini tamamlamış vefat etmiştir. Bu din kıyamete kadar baki olduğuna göre Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellem gibi dini yaşamak nasıl mümkün olacaktır? İşte O’nun varisleri olan gerçek alimler ve evliyaullah ile mümkün olacaktır. Onların yoluna da tasavvuf, tarikat deniyor. Aslında tasavvuf sünneti yani dini gerçek manada yaşama yoludur. Titiz bir şekilde bu yaşama gerçekleşirken Kur’ân ve sünnetten ayrılmak ne kelime, onları en ince şekilde anlamaya çalışmaktır. Şirke düşmeden, tevhidî anlayıştan ayrılmadan Rabbimiz ile gerçek anlamda bağ kurma sanatıdır. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in izinden zinhar ayrılmamaktır. O’nun sevdiklerini sevmek, onun uzak durduklarından uzak durmaktır.
S. TAN: Hocam teslimiyetten bahsediyorduk buralara geldik.
İ. ARMUTÇUOĞLU: İşte bizim anladığımız teslimiyet Allah’a ve onun Rasulüne gerçek anlamda teslimiyettir. Ashab-ı kiram efendilerimizin Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e tam anlamıyla teslim olabildikleri için ashab-ı kiram olmuşlardır. Biraz önce bahsettiğim üzere muhabbet yukardan gelir ama onların sevmesi için de teslimiyet gerekir. Kalp dil ve beyin bir olacak, istikamet üzere olacak.
İslam’ı ihsan makamında yaşamak için kuvvetli bir iman ile tam bir teslimiyetden sonra gerekli olan başka şeyler de vardır Bunlardan birisi olan altyapı fevkalade önemlidir. Alt yapıdan kastımız ise kabiliyettir.
Hazreti Mevlana’nın bir sözü var; “Kabiliyetsizle uğraşmak kubbe üzerinde ceviz durdurmaya benzer.”
Peki nedir kabiliyet?
Birincisi nikahtır, nikah yolundan gelecek. Allah-u Teala’nın emriyle, Peygamber Efendimiz’in kavliyle, İmam-ı Azam Efendimiz’in ictihadı ile, tarafeynin rızasıyla, en az iki şahid-i adilin şehadeti ile, mihr tesmiyesiyle kıyılmış bir nikah yoluyla gelmelidir. Nikah kıymak kolay ama muhafazası zordur. Ciddiyet, vakar, dile sahip olmak ister.
Necip Fazıl üstad diyor ki “Ben annemin babamın ilk evladıyım, o muhabbetli günlerde meydana geldim” yani nikahın sıhhatli günlerine işaret ediyor.
İkincisi helal rızık ile beslenmektir.
Üçüncüsü mürşit terbiyesidir. Eğer altyapı yok ise bu üçüncü müdahele arzu edilen nispette verimli olmuyor. Alt yapısı olmayan kişi gelir istifade edebildiği kadar eder ama zirvelere tırmanma meselesi nasip olmaz.
Bir gün Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin dergâhına Muhammed Parisa geliyor. O gün eve Şah-ı Nakşibend çok neşeli dönüyor. Hanımanne “Efendi bugün çok neşelisin hayırdır?” diye sorunca Şah-ı Nakşibend Hazretleri “Evet bugün ağımıza bir şahin düştü” diyor.
Evliyaullah Hazeratı dergâhına ilk gelen kişinin kabiliyetini görür.
Bir mürşidi kâmile bağlanmadan gerçek eğitimden geçilmez. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor: “Gerçek âlimler peygamberlerin varisleridirler.” Gerçek alimler mürşidi kâmiller, evliyayı kiram hazeratıdır. İşte onların marifeti ile dinin ruhu kıyamete kadar devam edip gidecektir. Nasibi olan alıyor, nasibi olan buluyor.
Seyr-i sülûk görmemiş bir ilim adamı ile seyr-i sülûk görmüş bir ilim adamı arasında yerlerle gökler arasındaki kadar fark vardır. Oturup kalkmasında, nezaketinde, konuşmasında edep ve erkanında çok fark vardır. En önemlisi muamelatında çok fark vardır.
Bir kaziyyedir, “Bu yolun zîr-u bâlâsı iki adımdır” denir. Bu yolun tabanı ile tavanı iki adımdan ibarettir. Biri nefse kadem basmak, diğeri Sübhân’a ermektir. Eğer nefsine söz geçirebilirsen ikinci adım vuslattır. Nefis terbiyesi başka türlü mümkün değildir ancak mürşidi kamil eliyle olur. Kitabi bilgilerle olmaz.
S. TAN: Nefs terbiyesi de çok zor bir hadise değil mi efendim? Kolay kolay nefsle başa çıkılmıyor.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Nefs terbiyesi tabii çok zor bir hadisedir. Herkes beceremez. Sami Efendimiz Hazretleri’nden hiç ‘ben’ lafını duyan yoktur. Normal konuşmanızda ben demeniz bile bir benlik çağrıştırır. Enaniyet çok zor terbiye edilir.
Meşayihden birisinin kapısı çalınmış. İçerden “Min” diye bir ses gelmiş. Araplar ‘men ente’ yerine böyle söyleyiverirler. Kapıya gelen “Ene” demiş. İçerideki ses “Bu kapıdan içerin girmedi” demiş. Yani enaniyetini öldür ondan sonra gel demek istiyorlar.
Şeytanın İblis olması enaniyetinden, kibirindendir.
Dikkat ederseniz bütün büyüklerde yaptıkları ibadetlerden, hizmetlerden hiçbir bahis yoktur. Mesela Yunus Emre hiçliğe güzel bir örnek sergiler;
Nice yüzbin günah ettim hu Mevlam hu
Her biri bir dağa benzer hu Mevlam hu
Peki ibadetlerin, zikrin, fikrin nerede? Onlardan bahis yok.
ÖNCE AKIL, SONRA AŞK REFREFİNE BİNMEK...
S. TAN: Nefs terbiyesi akılla mümkün müdür hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Hazreti Mevlana “Akıl bir yere kadar işe yarar da bir yerden sonra biter” diyor. Kişinin mükellef olabilmesi için elbette şer-i şerif ölçüleri içerisinde akıl gereklidir. Ama teâlî ve terakkinin şartı bir çizgiye kadar akılla geldikten sonra aşk refrefine binmektir. İşte o aşkı nefreti de her dala konmaz. Aşk refrefine binebilmek için biraz önce bahsettiğimiz üzere önce iman, sonra muhabbet ve teslimiyet, sonra amel, sonra alt yapı gereklidir, nasip gereklidir.
S. TAN: Hocam sevenlerinize, kardeşlerinize, gençlere bırakmak istediğiniz bir mesaj var mı?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Eğer akılları varsa derviş olsunlar. Gençlere tavsiyem de aynen bu. Kelime kemâline masruftur. Onun için ehil olmak kaydı şartıyla kâmil bir mürşide intisap etmek fevkalade önemlidir.
Sevmek sevilmek oradadır. Huzur denizine dalmak oradadır. Derya gibi gönül sahibi olmak oradadır. Saflaşmak oradadır, iyilik oradadır, melekleşmek oradadır. Hayat oradadır, ilim oradadır, safa oradadır. Aşk oradadır, feyiz oradadır, mutluluk oradadır. Birinci cennet oradadır.
Kur’ân-ı Kerim’de bir ayeti kerime’de şöyle buyurulur:
“Rabbinin makamından korkanlar ve onu sevenler için iki tane cennet vardır.” İşte bu iki cennetten ilki bu dünyadadır, ikincisi ise ahirettedir. Peki bu dünyada cennet nasıl olur?
Onu da sadıklarla beraber olanlara, sıdk içinde yaşayanlara, aşk refrefine binenlere sor. Ehli dünyanın dünya nimetlerinden aldığı zevk o muhabbet ehlinin aldığı zevkin yanında bir hiçtir.
Şeyh Galip diyor ki;
Aşıkda keder neyler, gam, halkı canındır
Koyma kadehi elden söz piri muğanındır
Burada kadehten maksat elbette muhabbetullahtır. Rabbi zülcelal Hazretleri hepimizi aşk ehli eylesin. İman ile son nefesimizi verip ahirette büyüklere komşu eylesin. Âmin.
S. TAN: Hocam çok teşekkür ediyoruz.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Yolumuzun düsturlarından birisi olan halk içinde olacaksınız ama Hak ile beraber olacaksınız. Müessir duruma gelmek için bir an evvel seyr-i sülûk ikmal edilmelidir. Eğer öyle bir duruma gelirseniz bir yerde oturup geçenlere nazar etseniz bile sizin bakışlarınızdan faydalanırlar. Siz nazargahı ilahî olursanız sizdeki tecelli etrafa akseder ve siz ayna vazifesi görürsünüz. Sizinle karşı karşıya gelen insanlar sizden istifade etmeye başlarlar. İnsan yetiştirmek çok önemli bir hadisedir. İnsan yetiştirmek gerçek anlamıyla evliyaullah hazeratının eliyle olur. Evliyaullah hazeratı bazen evlatlarının içinden bir kişinin yetişmesi için yıllarca beklerler. Bu da Allah-u Teâlâ’nın takdir edeceği bir nasip meselesidir.
ESKİ SAİD, YENİ SAİD
S. TAN: Hocam Said-i Nursi için ‘tarikat ehli olmayan mutasavvıftır’ değerlendirmeleri oluyor. Bu konuda sizin malumatınız nedir?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Isparta İmam Hatip Okulu’nda okurken Said-i Nursi Hazretleri Isparta’da ikamete mecbur idi. Cuma namazına Ulucami’ye gelir idi. Biz de o zaman iç ezanlar okurduk. Son cemaat mahallinde dururdu. Fakir onun namaza duruşunu seyrettikten sonra namaza dururdum. Tekbir alırken kendisini öyle bir kurardı ki, tekbir aldıktan sonra ellerini bağlayıp yumulduğu zaman gitmiştir.
Bir gün bir teneffüste okulun bahçe duvarında oturuyorum. Bir fayton önümden geçerken içindeki zat elini sallayarak selam verdi. Ben de selamını aldım meğer Said-i Nursi Hazretleri’ymiş. Malum Said-i Nursi İstanbul’a geldiği zaman bütün medreseleri dolaşmış, onlarla ilgili beyanlarda bulunmuş.
Kelami Dergahı Postnişini Şeyh Muhammed Edad Erbilî Hazretlerini de ziyaret etmek istemiş. Ziyarette Sami Efendi de varmış. Yani üç kişi olmuşlar.
Bize bu hadiseyi Sami Efendi Hazretleri bizzat anlattı:
Said-i Nursi mükâleme olmadan üç tane soru soruyor. İlk sorusunu sorunca öyle cazip bir cevap alıyor ki heyecanla ayağa fırlıyor, “Vallahi doğru” diyor. Diğer soruların cevabı da kendisini aynı şekilde tatmin edince yine ayağa fırlamış. Bu sefer üçü birlikte ayağa kalkmışlar. Said-i Nursi “Bana Kadiri yolunu tarif edin” demiş. Orada Kadiri dersi vermiş Esad Efendimiz Hazretleri. Zaten tabiatı ona mütemayil. Sonra Esad Efendimiz Said-i Nursi’nin sırtını üç defa sıvazlayarak ve Sami Efendi’ye dönerek demiş ki “Bu Said, yeni Said.” Eserlerindeki eski Said yeni Said ifadelerinin dönüm noktası yani aslı bu hadisedir.
Said-i Nursi Hazretleri’nin hayatının son yıllarında yaşanan bir hadiseyi bizzat Ladikli Hacı Ahmet ağa bana söylemişti. Said-i Nursi’ye “Ey Said bütün ömrünü mücahede ve mücadele ile geçirdin. manevi makamlardan hangisini istersin?” diye sorulmuş. Ahmet ağa “Bı soru üzerine bütün ehl-i dil kulak kesildi”, diyordu. Said-i Nursi “Ya Rabbi beni kulluğundan reddetme başka bir şey istemem” diye cevap veriyor. “Dünyayı sarsan bir hadise olmuştu” demişti Ahmet ağa. Kısa bir müddet sonra da vefat ediyor. Esad Efendi ile buluşmasından sonraki hayatı ve eserleri meydandadır. Mesele bundan ibarettir.
KÜÇÜK GİBİ GÖRÜNEN BÜYÜK İMTİHAN
Fakir 1985 ve 1990 yılları arasında Mekke-i Mükerreme’de kaldım. O yıllarda Mekke’de kıraat dersi vermiştim. Ümmül Kura Üniversitesi’nde okuyan talebelerimden iki kişi vardı. Birisi Abdullah Cüheni diğeri Feysal el Gazzavi idi. Sonra onların ikisi de Kabe’ye imam oldular.
O yıllarda Musa Efendimiz Hazretleri umreye geldi. Arafat civarlarında bir evde sohbet oldu. Mühendis Ali Kemal Bey’in arabasıyla Mekke’ye dönüyoruz. Arabada Osman Efendi de var. Musa Efendi fakire buyurdu ki “İlhan efendi aklımdakini oku bakalım.” Evliyaullahın küçük gibi zannedilen imtihanlarından birisi. O zamana kadar fakir uslu uslu duruyordum. Bu teklif karşısında bütün hücrelerim harekete geçti. Rabbimin lütfu inayetiyle arzu ettikleri kasideyi okudum. Ali Kemal Bey arabayı sanki bir gelin arabası gibi yavaş yavaş kullanıyor, yol bitsin istemiyordu. Yavaşça Musa Efendi’nin çehresine baktım, sürur halinde. Gözyaşları içinde bir huzur hali yaşadık.
S. TAN: Ne arzu edilmişti hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Fakirin bir şiiri;
Yüce düsturu tarikat yüce adabı usul
Alınıp desti ezelden sunulur deste usul
Uzanır ta kıyamet bulunur erbâbı vusul
Alan el sen, veren el sen, evet Ey fahri Rusül
Vurulur Hazreti Musa’ya elhak o meşihat mührü
Vurulan tuğrayı Sami, vuran el emri Rasül
O gün orada bir şey daha gördüm. Osman Nuri Topbaş Bey umreden erken ayrılacakmış. Veda tavafından sonra Musa Efendi’nin dizinin dibine oturdu, bir evladın babaya hürmetini orada gördüm. O nezaket, o saygı nasıl olurmuş orada gördüm.
Kaynak: Selman Tan, Altınoluk Dergisi, Sayı: 379, 380