İlim Öğrenmek ve Kur’an Öğretmek ile İlgili Örnekler
İlim ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? İlim öğrenmek ve Kur’an-ı Kerim öğretmek ile ilgili örnekler.
İlim ve Kur’ân yolunda gayret göstermek, insan nesline yapılabilecek en mühim hizmetlerden biridir. İnsanın dünyaya âit bedenî varlığını devâm ettirebilmesi için maddî gıdâlar nasıl zarûrî ise, ebedî hayattaki saâdetini sağlayacak olan rûhî ve mânevî gıdâlar da aynı şekilde zarûrî ve elzemdir. Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edildiği üzere, bir insanın maddî hayâtını kurtarmak, bütün insanlığı kurtarmak gibi bir ecir kazandırırsa,[1] bir gönlü ihyâ etmek ve bir kişinin mânevî hayâtını kurtarmak gibi ulvî hizmetlere Cenâb-ı Hak, kim bilir ne büyük mükâfatlar ihsân eder. Zîrâ insanın yaratılış maksadı dünyada ebedî kalmak değil, mâneviyâtını takviye ederek âhiret âlemine hazırlık yapmaktır. Onun maddî bedenini beslemesi bile, hayâtiyetini sürdürerek rûhî tekâmülünü gerçekleştirme ve dolayısıyla da ebedî saâdete hazırlanma gâyesine mâtuftur.
Cenâb-ı Hakk’ın ilim sâhibi olduğunu, gizli açık her şeyi bildiğini ifâde eden pek çok güzel ismi mevcuttur. Kul, Allâh’ın ilim sıfatından nasîb alma gayreti içinde olmalıdır. Çünkü ilim, en büyük hazine ve en mühim kuvvettir. Şeyh Sâdî’nin ifâde ettiği gibi; “Her kim bilgili ise, kuvvetli olur.”
İlmin, sadece sâhibine değil, başka insanlara ve hattâ canlı-cansız bütün varlıklara da faydası dokunur. Zîrâ hak ile bâtılı ayırmanın en mühim vâsıtası ilimdir. İlm-i nâfî ile meşgul olmak, Allah rızâsını kazanmak için tutulan en iyi yol ve en üstün ibâdettir.
İslâm, cehâletin her çeşidini reddetmiş ve kınamıştır. Çünkü cehâletin her türünde küfür ve isyandan bir hisse vardır.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:
“Cehâlet öyle bir binektir ki, üzerine binen zelil olur, arkadaşlık yapan yolunu kaybeder.”
Şunu da unutmamak gerekir ki bütün ilimler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinâta koyduğu kâideleri (yâni sünnetullâh’ı) tespit gayretinden ibârettir. Öyleyse hakîkî ilim sâhibi olmak, o kâidelerden hareketle hikmet ve sırlara intikal edebilmek ve hattâ orada da takılı kalmayıp o hikmet ve sırların mutlak menbaına ulaşabilmektir. Nitekim Mevlânâ Hazretleri, zâhirî ilimlerin deryâsındayken yaşadığı hâlini “hamdım”, hikmet ve sırlara vâkıf olduğu zamanları “piştim”, kâinat kitabının sayfalarını çevirerek vardığı mârifetullah devresini de “yandım” diye ifâde etmiştir.
İLİM İLE İLGİLİ AYETLER
O hâlde insanoğluna en faydalı olan ilim, mutlak ilim sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ın âdeta süzülmüş bir öz hâlinde Kur’ân-ı Kerîm’e derc ettiği ilâhî hakîkatlerdir. Bütün bunlar, insanı mârifetullâha götürür ki, zâten ilimden matlûb olan da budur.
Cenâb-ı Hak biz kullarını, bu keyfiyetteki ilmi tahsîl etmeye âyet-i kerîmelerde şöyle teşvik buyurur:
“...De ki: Ey Rabbim! İlmimi artır.” (Tâhâ, 114)
“...Allah, içinizden îman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir...” (el-Mücâdele, 11)
“...Allah’tan, kulları içinde ancak ilim sâhibi olanlar (lâyıkıyla) korkar...” (Fâtır, 28)
“İşte Biz, bu misalleri insanlar için veriyoruz; fakat onları ancak âlimler düşünüp anlayabilir.” (el-Ankebût, 43)
Kays bin Kesîr şöyle anlatır:
“Dımaşk’ta bulunan Ebu’d-Derdâ Hazretleri’ne Medîne-i Münevvere’den bir zât geldi. Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-:
“–Ey kardeşim, seni buralara kadar getiren nedir?” diye sordu.
Medîne’den gelen kimse şu cevâbı verdi:
“–Bir hadîs-i şerîf. Bana ulaştığına göre sen o hadîsi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den rivâyet ediyormuşsun. (İlk râvîden dinlemek için geldim.)”
“–Herhangi bir ihtiyaç için gelmedin mi?!”
“–Hayır.”
“–Ticâret için de mi gelmedin?!”
“–Hayır.”
“–Sadece o bir tek hadîs-i şerîfi öğrenmek için geldin, öyle mi?! Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işitmiştim:
«Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, Allah Teâlâ ona cennet yolunu kolaylaştırır. Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için onlara kanat gererler. Göklerde ve yerde bulunan varlıklar, hattâ sudaki balıklar bile âlimlerin affedilmesi için Allâh’a yalvarırlar. Bir âlimin, sadece ibâdetle meşgul olan bir kimseye üstünlüğü, on dördüncü gecesinde ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin mîrasçılarıdır. Peygamberler, altın, gümüş değil, sadece ilmi mîras bırakmışlardır. İşte bu ilim mîrâsına konan kimse, çok büyük bir kısmete ermiş olur.»” (Tirmizî, İlim, 19/2682; Ebû Dâvûd, İlim, 1/3641)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, ilmin fazîletini diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle beyan buyurmuşlardır:
“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir:
– Allâh’ın kendisine ihsân ettiği malı Hak yolunda harcayıp tüketen kimse;
– Allâh’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268)
İlim bir nevî cihaddır. Çünkü cihâdın gâyesi, insanlara İslâm’ı duyurup ulaştırmaktır. Yoksa toprağı kanla sulamak değildir. Sırf toprak elde etmek için yapılan savaşlar, insanlığın yüz karası bir zulümdür.[2] Dolayısıyla İslâm’da cihâdın en mühim vâsıtası ilimdir. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur:
“İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlim, 2/2647)
“Bir kimse İslâm’ı ihyâ edip yaşatmak için ilim tahsil ederken ölürse, onunla peygamberler arasında sadece bir derece vardır.” (Dârimî, Mukaddime, 32)
İlim ve Kur’ân faâliyetlerinde dikkat edilmesi gereken en mühim husus, ihlâs ve samîmiyettir. Allah rızâsı gözetilmeden ve muktezâsıyla amel edilmeden yapılan Kur’ân ve ilim hizmetleri, insana hiçbir fayda sağlamaz. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Kim kendisinde Allâh’ın rızâsı aranan bir ilmi sadece dünyâlığa sâhip olmak için öğrenirse, o kimse kıyâmet gününde cennetin kokusunu bile duyamaz.” (Ebû Dâvûd, İlim, 12/3664)
İlimden maksat, ilm-i nâfîdir. Mâlâyâni mâlûmatla meşgul olmak değildir. İlim, insanı Allâh’a itaate, sâlih amellere sevk etmeli ve insanlara hizmete vesîle olmalıdır. Cenâb-ı Hak, hakîkî ilim sâhiplerini târif ederek şöyle buyurur:
“Yoksa gece saatlerinde (seherlerde) secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini arzulayan kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sâhipleri bunları hakkıyla düşünür.” (ez-Zümer, 9)
Burada Rabbimizin medhettiği âlimler:
- Geceleri secde ve kıyâm hâlinde samîmi olarak kulluğa devâm eden,
- Allah Teâlâ’nın âhiretteki hesâbından ve azâbından korkan, yâni âhiret endişesi içinde olan,
- Rahmeti sonsuz olan Rabbimizin merhametine nâil olmayı uman ve bunun için gayret sarf eden kimselerdir.
Âyette bahsedilen kıvâma gelebilmek için gayret etmek ve duâya sarılmak îcâb eder. Zâten büyük ruhlar dâimâ duâ hâlinde yaşarlar.
İlmin insana faydalı olması, onunla amel edilmesine bağlıdır. Hayâta intikal etmeyen bilgiler, kitap satırlarında kalmaya veya zihinlerden silinip unutulmaya mahkûm olur.
Yezîd bin Seleme -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz’den pek çok hadîs işittim. Sonrakilerin önceden işittiklerimi unutturacağından korkuyorum. Bana hepsinin yerini tutacak şümûllü bir söz söyleseniz!” dedim.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bildiklerin hakkında Allah’tan kork, (yâni onlarla amel et ki unutmayasın ve yenilerini öğrenebilesin)!” buyurdular. (Tirmizî, İlim, 19/2683)
BÜTÜN İLİMLERİN KAYNAĞI NEDİR?
Bütün ilimlerin kaynağı ve hazinesi ise mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebeple en şerefli amel, Kur’ân öğrenmek ve onun tâlimiyle meşgul olmaktır. Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kur’ân-ı Kerîm, öyle bir kelâm-ı ilâhîdir ki o, vukû bulacak her türlü fitneye karşı insanı selâmete erdirir. Onda sizden öncekilerin haberleri, sizden sonrakilerin durumları, insanlar arasında meydana gelecek hâdiselerin hükümleri vardır. O, hak ile bâtılı birbirinden ayırır, mâlâyâni değildir. Kendisini terk eden azgını Cenâb-ı Hak helâk eder. Onun dışında hidâyet arayanı, Allah dalâlete düşürür. O, Hak Teâlâ’nın sapasağlam ipi, zikr-i hakîmi ve sırât-ı müstakîmidir. Kendisine bağlananlar hiçbir zaman sapmaz, onu söyleyen diller yanılmaz. Âlimler ona doyamaz. Çok tekrar edilmekten dolayı tâzeliğini asla kaybetmez. İnsanları şaşırtan mûcizevî husûsiyetleri bitip tükenmez. Cinler, onu dinledikleri zaman; «...Gerçekten biz, hayranlık veren bir Kur’ân dinledik...»[3] demekten kendilerini alamamışlardır. Kur’ân’a dayanarak konuşanlar doğru söylerler. Onunla hüküm verenler isâbet ederek âdil davranırlar. Onu tatbik edenler ecir kazanır ve ona çağıranlar dosdoğru yolu bulurlar.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 14/2906; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)
Hasan-ı Basrî Hazretleri de şöyle der:
“Allah Teâlâ yüz dört kitap indirmiştir. Bunların bütün ilimlerini dördünün içinde toplamıştır: Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân. Sonra diğer üçünde bulunan ilimleri de Kur’ân’a derc etmiştir.”[4]
Kalb-i pâk-i Muhammedî’ye indirilen ve O’nun tarafından yaşanarak tefsîr edilen Kur’ân-ı Kerîm’e hizmet etmek, nebevî ahlâk ile ahlâklanmanın en mühim tezâhürlerindendir. Nitekim:
“Sizin en hayırlılarınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.”[5] buyuran Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetine, her hâlükârda Kur’ân ile meşgul olma husûsunda zirve bir numûne olmuştur. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm eğitimi her mü’minin en başta gelen vazifesi ve mes’ûliyetidir. Diğer bir ifâdeyle Kur’ân-ı Kerîm’e muhabbet ve hizmet, mü’min olmanın bir şiârıdır.
İlim ve Kur’ân-ı Kerîm hizmetinde bulunanların, evvelâ kalpleri ilâhî muhabbetle dolu olmalıdır ki, o feyizli kalplerden bir hâl in’ikâs ederek talebe veya cemaati duygu derinliğine ve tefekküre sevk etsin. Nitekim:
“–Kur’ân tilâveti için hangi ses ve kıraat daha güzeldir?” diye soranlara, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Kur’ân okuyuşunu duyduğunda Allah’tan korktuğunu hissettiğin kimsenin sesi ve kıraatidir.” cevâbını vermişlerdir. (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34)
Aksi hâlde dilden kalbe inmeyen bir kıraatin ve ilmin, insanı Kur’ân’ın sonsuz tefekkür ufkuna ve duygu derinliğine götüremeyeceği âşikârdır.
İLİM VE KUR’AN HİZMETLERİ ÖRNEKLERİ
Peygamberimizin En Önemli Meşguliyeti
Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Ebû Talha -radıyallâhu anh- birgün Peygamber Efendimiz’in yanına varmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ayakta Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı.
İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının en mühim meşgûliyeti, Allâh’ın kitâbını öğrenip öğretmek, anlayıp anlatmaktı. En büyük arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti.[6]
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ne zaman Sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’ân’dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman Biz mutlaka üstünüzde şâhidizdir. Ne yerde ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” (Yûnus, 61)
Âyet-i kerîmede evvelâ, “ne zaman bir işte bulunsan” diye umûmî bir ifâde kullanıldıktan sonra bir de husûsiyle Kur’ân okumaktan bahsedilmesi ve Kur’ân’ın öncesinde şân zamirinin[7] kullanılması, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en mühim ve en büyük işinin Kur’ân okumak olduğuna işâret etmek içindir.[8] İşte Kur’ân-ı Kerîm hizmeti, bu kadar şerefli ve fazîletli bir amel-i sâlihtir.
İlim Öğrenmenin Fazileti
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün mescide girince halka hâlinde oturmuş iki grupla karşılaştı. Gruplardan biri Kur’ân-ı Kerîm okuyor ve Allah Teâlâ’ya duâ ediyordu. Diğeri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Bunu gören Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bunların hepsi hayır üzeredirler. Şunlar Kur’ân-ı Kerîm okuyor ve Allah Teâlâ’ya duâ ediyorlar. Allah dilerse onlara (istediklerini) verir, dilerse vermez. Şunlar da ilim öğrenip öğretiyorlar. Ben de ancak bir muallim olarak gönderildim.” buyurdu ve hemen ilimle meşgul olanların yanına oturdu. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
İlimle meşgul olanlar da Kur’ân ve hadîs ilmi tahsil ediyorlardı. Sâdece Kur’ân okumak da fazîletli bir ameldir. Lâkin mühim olan, Kur’ân ilmiyle meşgul olarak hüküm ve hikmetlerini anlamak ve mûcibince amel etmektir.
İlim ve Kur’an Meclislerinin Fazîleti
İlim ve Kur’ân meclislerinin fazîletini anlatan şu hâdise ne kadar mânidar ve ibretlidir:
Ebû Vâkıd el-Leysî -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Birgün mescitte Peygamber Efendimiz’in huzûrunda bulunuyorduk. O esnâda kapıda üç kişi göründü. Biri içeri girmeden gitti. Diğer ikisi ise içeri girip Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına kadar geldiler. İçlerinden birisi, halkada gördüğü bir boşluğa oturdu. Diğeri ise, yer kalmadığı için ve kimseyi de rahatsız etmemek düşüncesiyle halkanın hemen arkasına oturuverdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sohbetinin bir yerinde şöyle buyurdular:
“Size şu üç kişinin hâlini anlatayım mı? Halkaya oturan, Allah Teâlâ’ya sığındı, Allah da onu himâyesine aldı. İkincisine gelince, o kimse Allah’tan hayâ etti, edebe sarıldı; Allah Teâlâ da o kulundan hayâ etti, onu azâbından emin kıldı. İçeri girmeyen diğerine gelince, o, bu meclisten yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi.” (Buhârî, İlim, 8)
İlim ve Kur’an Hizmetleri
İlim ve Kur’ân hizmetlerinde, ilmiyle âmil olmanın ehemmiyetini vurgulayan şu rivâyet çok mühimdir:
Ebû Abdurrahman es-Sülemî şöyle anlatır:
Rasûlullâh’ın ashâbından, bizlere Kur'ân-ı Kerîm tâlim eden biri vardı. Bize şu haberi verdi:
“Biz, Peygamber Efendimiz’den on âyet alır, bunlardaki bilgi ve amelleri öğrenmeden diğer on âyete geçmezdik. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize hem ilim hem de ameli (birlikte) öğretirdi.” (Ahmed, V, 410; Heysemî, I, 165)
Amellerin Hangisi Daha Fazîletlidir?
Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Yâ Rasûlallah! Amellerin hangisi daha fazîletlidir?” diye sordular. O da:
“–Allâh’ı bilmektir!” buyurdu.
“–Hangi amel mertebeyi artırır?” diye sordular. Yine:
“–Allâh’ı bilmek!” buyurdu. Bunun üzerine:
“–Yâ Rasûlallah! Biz amelden soruyoruz, Siz ilimden cevap veriyorsunuz!” dediklerinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh’ı bilerek yapılan az amel (bile) fayda verir. Fakat cehâletle yapılan çok amel (bile) fayda sağlamaz!” buyurdular.[9]
İlim ve Kur’ân hizmetlerinden maksat; Allâh’ı tanımak, sâlih ameller işlemek ve ilâhî vuslat iştiyâkıyla kalben mesâfe almaya çalışmaktır.
Kur’an’ı Tercih Ediniz!
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilim ve Kur’ân hizmetlerini devamlı teşvik etmiştir. Kur’ân’ı iyi bilenlere her yerde kıymet vermiş, onlara dâimâ öncelik tanımıştır.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sâbit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber Efendimiz:
“–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu.
Evs ve Hazrec kabîlelerine de, sancaklarını, Kur’ân’ı Kerîm'i daha çok ezberlemiş olan kimselere taşıtmalarını emretti. Bunun üzerine Avfoğulları’nın sancağını Ebû Zeyd, Benî Selime’nin sancağını da Muâz -radıyallâhu anh- taşıdı.[10]
Kur’an’ı Öğren
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Yemen’e bir heyet gönderecekti. Onların yaşça en küçüklerini başlarına emîr tâyin etti. Kâfile birkaç gün bekledi, bir türlü yola çıkamadı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlardan biriyle karşılaştı ve:
“–Ey filân! Sana ne oldu, hâlâ Yemen’e gitmedin mi?” buyurdu. Adam:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, emîrimizin ayağı rahatsızlandığı için gidemedik.” dedi. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, emîrin yanına geldi, onun ayağına üfleyerek yedi defâ:
“Allâh’ın ismiyle, Allâh ile, Allâh’a sığınıyorum. Burada olanın şerrinden Allâh’ın kudretine sığınıyorum.” dedi. O kişinin ayağı iyileşti. İhtiyarlardan birisi:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! O, yaşça en küçüğümüzdür. Sen bize onu emîr mi tâyin ediyorsun?” diye sordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz onun Kur’ân’ı iyi bildiğini hatırlattı. İhtiyar:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Eğer Kur’ân’ı ezberledikten sonra uyuyarak ona saygısızlık etmekten ve onunla amel edememekten korkmasaydım ben de öğrenirdim.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdu:
“–Kur’ân’ı öğren. Zîrâ Kur’ân, içi misk doldurulup ağzı bağlanan bir kırbaya benzer. Kırbanın ağzını açarsan ondan güzel bir misk kokusu çıkar. Olduğu gibi bırakırsan koyduğun yerde durur ve kokusu çıkmaz. İşte Kur’ân da buna benzer. Okuyup amel ettiğinde ondan istifâde edersin. Sadrında kalırsa ondan lâyıkı vechile istifâde edememiş olursun.” (Heysemî, VII, 161)
En Çok Kur’an Bileni Önce Koyunuz!
Uhud’da Ensâr:
“–Yâ Rasûlallah! Şehidlerimiz pek çok. Ne yapalım, bize ne emir buyurursunuz?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Derin ve geniş kabirler kazınız, her kabre ikişer, üçer kişi defnediniz!” buyurdu.
“–Önce hangilerini koyalım?” diye sordular. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–En çok Kur’ân bileni önce koyunuz!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91)
İki Kardeşin İlim Aşkı
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında iki kardeş vardı.
Biri, (ilim öğrenmek için) Hazret-i Peygamber’in yanına gelir, diğeri geçimlerini sağlamak için çalışırdı. Çalışan kardeş bir gün, diğerini (çalışıp kazanmıyor diye) Allah Rasûlü’ne şikâyet etti.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona:
“–Belki de sen, onun sâyesinde iş buluyor ve rızkını kazanıyorsun!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 33/2345)
Hz. Musa’nın (a.s.) İlim Öğrenmek İçin Duyduğu İstek
Allah Teâlâ, bizlere Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ilim öğrenmek için duyduğu iştiyâkı ve bu uğurda katlandığı meşakkatleri misal olarak vermektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Hani Mûsâ hizmetkârına; «Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut senelerce yürüyeceğim.» demişti.” (el-Kehf, 60)
Nihâyet Hazret-i Mûsâ, Hızır -aleyhisselâm- ile karşılaştığında muallimin yanındaki talebe edâsına büründü ve ona şöyle dedi:
“(Allah tarafından) sana öğretilen rüşd'ü (hakîkate ulaştıracak ilim ve hikmeti) bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?” (el-Kehf, 66)
Selâm verdikten sonra sözüne, kendisine tâbî olmak için izin isteyerek ve ancak izin verdiği takdirde yanında bulunacağını ifâde ederek başladı. Ardından; “Allâh’ın sana öğrettiği rüşd'ü (ilim ve hikmeti) bana da öğretmen için…” ifâdesini kullandı. O’nun yanına, imtihan etmek için veya mütekebbir bir edâ ile değil, öğrenmek ve ilmini artırmak isteyen mütevâzı bir talebe olarak gitti. Allâh’ın bizzat konuştuğu bir Rasûlü olan Mûsâ -aleyhisselâm-, âlim bir kişiden üç meseleyi öğrenmek gâyesiyle, yorgun düşünceye kadar yol yürüdü, açlığa susuzluğa katlandı.[11]
Ölümden mi Korktun?
Rivâyet olunur ki İlyas -aleyhisselâm-, Ölüm Meleği’ni görünce dehşet içinde ürperdi. Azrâil -aleyhisselâm-, bunun sebebini merak ederek:
“–Ey Allâh’ın Peygamberi! Ölümden mi korktun?” diye sordu.
İlyas -aleyhisselâm- cevâben:
“–Hayır! Ölümden korktuğum için değil, dünyâ hayâtına vedâ edeceğim için bu hâldeyim…” dedi. Sonra sözlerine şöyle devâm etti:
“–Dünya hayâtında Rabbime kulluk yapmaya, iyilikleri emredip kötülüklerden menetmeye gayret ediyor, vaktimi ibâdet ve amel-i sâlihlerle geçiriyor, güzel ahlâk ile yaşamaya çalışıyordum. Bu hâl benim huzur kaynağım oluyor, gönlüm sürûr ve mânevî neş’elerle doluyordu. Ölünce bu zevkleri ve lezzetleri yaşayamayacağım ve kıyâmete kadar mezarda rehin kalacağım için üzülmekteyim!” dedi.
Ölüm gelmeden ve fırsat eldeyken, bütün gayretimizle ibâdet etmeli, ilim ve Kur’ân hizmetlerine koşmalı ve bol bol amel-i sâlih işlemeye çalışmalıyız.
Kur’an Okuyor ve Öğreniyorlar
Küleyb bin Şihâb anlatıyor:
Ali bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-, Kûfe Mescidi’nden sesler yükseldiğini duyunca ne olduğunu sordu. Kendisine:
“–Bâzı kimseler Kur’ân okuyor ve öğreniyorlar.” denildi.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“–Ne mutlu onlara! Onlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nezdinde insanların en sevgilileri idiler.” dedi. (Heysemî, VII, 162)
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Özelliği
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, kendisinin çok fazla hadîs rivâyet ettiğini söyleyenlere şu cevâbı vermiştir:
“Muhâcir kardeşlerimiz ticâretle ve Ensâr kardeşlerimiz de ziraat ve hurmalıklarıyla meşgul olurlarken, ben yarı aç yarı tok, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur, onların şâhid olmadığı nice şeylere şâhid olur ve onların ezberleyemediklerini ezberlerdim.” (Bkz. Buhârî, İlim, 42)
İşte bu şartlar altında Allah Rasûlü’nün mübârek söz, fiil ve hâllerini sonraki nesillere taşıma şerefine nâil olan sahâbîlerin başlıcalarından olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, bizzat Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’dan ve diğer büyük sahâbîlerden duyduğu, mükerrerleriyle birlikte, 5374 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Böylece en çok hadis rivâyet eden sahâbî olmuştur. Bu mübârek sahâbîden, 800’den fazla sahâbî ve tâbiî hadis rivâyet etmiştir.
İlme Sarılın
Ashâb-ı kirâm, Kur’ân tâlimini büyük bir tâzimle îfâ ederlerdi. Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- birisine bir âyet okutur (öğretir) ve:
“Bu âyet, üzerine güneşin doğduğu veya yeryüzünde bulunan her şeyden daha hayırlıdır.” derdi. Sonra da bu sözünü Kur’ân’ın her âyeti için tekrar ederdi. (Heysemî, VII, 166)
Yine şöyle buyururdu:
“Ortadan kalkmadan evvel ilme sarılınız. Onun ortadan kalkması ilim sâhiplerinin yok olup gitmesidir. İlme sarılın, çünkü bir insan ona ne zaman muhtaç olacağını bilemez…” (Dârimî, Mukaddime, 19)
İlim Öğrenmek İçin Bir Aylık Yol Yürüdü
Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ederim; Allâh’ın kitâbından hiçbir sûre indirilmemiştir ki, ben onun nerede nâzil olduğunu bilmeyeyim. Yine Allâh’ın kitâbından hiçbir âyet inmemiştir ki, ben onun kimin hakkında nâzil olduğunu bilmeyeyim.
Bir kimsenin Allâh’ın kitâbını benden daha iyi bildiğini duysam ve deveyle ona ulaşmak da mümkün olsa, hiç durmaz hemen yola düşerim.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 8)
İlim denildiğinde ilk akla gelen, Kur’ân ve Sünnet ilmidir. Bu rivâyet, ashâb-ı kirâmın, ilimde engin bir deryâ olduklarını ve bilmediklerini öğrenmek için ne büyük bir aşk ve şevk taşıdıklarını göstermektedir. Hakîkaten de onlar, ilim ve Kur’ân hizmetleri husûsunda büyük fedâkârlıklara katlanıyorlardı.
Nitekim Câbir bin Abdullah, Abdullah bin Üneys’e bir tek hadîs sormak için tam bir aylık yol yürümüştür. (Buhârî, İlim, 19)
Tâbiînin önde gelenlerinden Ebu’l-Âliye şöyle demiştir:
“Biz, Basra’da iken Rasûlullâh’ın ashâbından gelen bâzı rivâyetler işitiyorduk. Buna gönlümüz râzı olmuyor, hemen bineğimize atlayıp Medîne’ye gidiyor ve hadîs-i şerîfi bizzat ashâbın ağzından dinliyorduk.”[12]
Saîd bin Müseyyeb de şöyle demiştir:
“Sâdece bir hadîs öğrenmek için gece-gündüz uzun yolculuklar yapıyordum.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 106)
Ashâb-ı kirâm, tâbiîn ve İslâm ulemâsı, ilmin ve sünnetin sağlam bir şekilde tespit edilmesi için; açlık, yorgunluk ve türlü meşakkatlere tahammül ettiler. Cenâb-ı Hak da onları kıyâmete kadar hayır duâlarla yâd edilecekleri mübârek bir makâma yükseltti. Ortaya koydukları eserler, Allâh’ın kitâbından sonra en fazla îtimâda şâyan kaynak olma şerefine nâil oldu.
Namaza Dikkat Ediniz
Abdullah bin Selâm’ın oğlu Yûsuf -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir müddet Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’ın yanında kaldım ve ondan ilim öğrendim. Vefâtına yakın bana:
“–İnsanlara vefât etmek üzere olduğumu haber ver!” dedi.
Ben de insanlara haber verdim ve geldim. Evin içi ve dışı insanlarla dolup taştı. Kendisine:
“–Vefât etmek üzere olduğunu insanlara haber verdim, evin içi-dışı insan doldu.” dedim.
“–Beni onların yanına götürün!” dedi, götürdük.
“–Beni oturtun!” dedi, biz de kendisini oturttuk. Sonra şöyle dedi:
“–Ey insanlar! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim:
«Kim abdest alır ve abdestini güzelce tamamlar, sonra da iki rekât namaz kılar ve bunu eksiksiz olarak tamamlarsa, Allah ona istediğini hemen ya da daha sonra mutlaka verir.»”
Sonra sözlerine şöyle devâm etti:
“Ey insanlar! Sakın namazda (kıbleden) başka tarafa dönüp bakmayın. Zîrâ başka taraflara dönüp bakan kimsenin namazı kabul olmaz. Nâfilede kendinize hâkim olamayıp bunu yaptıysanız bile, sakın farzda yapmayın, mutlaka dikkat edin.” (Ahmed, VI, 442-443)
Bu mübârek sahâbî, son nefesine kadar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den aldığı ilmi neşredip insanlara öğretmekle meşgul olmuştur. Vefât edeceğini anlayınca da namazla ilgili mühim gördüğü bir hadîsi bütün insanlara tekrar hatırlatmak istemiştir. Peygamber Efendimiz’in vefâtı esnâsında tekrarladıkları son sözlerinin:
“Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.”[13] olduğunu ve bu sözleri mübârek lisanları söyleyemeyecek hâle gelince, içten içe tekrarladıklarını[14] düşünürsek, Ebu’d-Derdâ Hazretleri’nin vefât ânında yaptığı bu hatırlatmanın taşıdığı inceliği daha iyi idrâk edebiliriz.
Diyet mi İstersin, Yoksa Üç Yüz Hadîs-i Şerîf mi?
İmâm Abdullah el-Fârisî şöyle der:
“Ben Ebû Hanîfe’nin yanındayken, evinin çatısından üzerime bir tuğla düştü ve başımı kanattı. Bunun üzerine İmâm-ı Âzam bana:
«–Diyet mi istersin, yoksa üç yüz hadîs-i şerîf mi?» dedi. Ben de:
«–Hadîs-i şerîf isterim.» dedim. O da bana hadîs rivâyet etti.”[15]
İsmi Kıyamete Kadar Anılacak Alim
İbn-i Sîrin -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:
“Bir gün mescide girdim. Baktım ki, Semîr bin Abdurrahmân kıssa anlatıyor, Humeyd de ilim öğretiyor. Bunların hangisinin halkasına oturayım diye düşünürken beni bir uyuklama aldı. Rüyamda biri gelerek:
«–Hangisinin halkasına oturayım diye düşünüp duruyorsun. İstersen sana Humeyd’in yanında oturan Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın mekânını göstereyim!» dedi.” (Dârimî, Mukaddime, 32)
İbn-i Sîrin Hazretleri, ilâhî bir lutufla Cebrâîl meclisini tercih etti ve ismi kıyâmete kadar yâd edilecek büyük bir âlim oldu.
Niçin Ağlıyorsun?
Otuz sene boyunca ilim için diyar diyar gezen Yakup bin Süfyân, şöyle anlatır:
“Yolculuk esnâsında azığım iyice azaldı. Geceleri yazıyor, gündüzleri okuyordum. Bir gece, kandil ışığında oturmuş yazıyordum, mevsim kış idi. Birden gözlerimden yaşlar boşandı ve bir şey göremez oldum. Memleketimden ayrı düştüğüme ve ilim hayâtımın sona ermesine üzülerek ağlamaya başladım. Gözlerime bir ağırlık çöktü ve uykuya daldım. Rüyamda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördüm. Bana:
«–Yakup, niçin ağlıyorsun?» diye sordu.
«–Yâ Rasûlallah! Gözlerimi kaybettim. Bundan sonra ilim öğrenemeyeceğim için üzüldüm.» dedim.
«–Yaklaş!» buyurdu, yaklaştım. Sanki okuyormuş gibi yaparak ellerini gözlerimin üzerinde gezdirdi. Uyandığımda gözlerim görüyordu. Sayfaları elime aldım ve oturup yazmaya devâm ettim.”[16]
Şehzade Hatasını Nasıl Anladı?
Yıldırım Beyazıt Hân’ın oğullarından Şehzâde Süleyman, derslerine karşı alâkasızlığı sebebiyle hocası tarafından hafifçe cezâlandırılmıştı. Şehzâde buna hiddetlenerek doğruca saraya gitti ve hocasını babasına şikâyet etti. Yıldırım Han, hocaefendiyle görüşerek şehzâde Süleyman’ı niçin cezâlandırdığını sordu. Hocaefendi, gâyet sâkin ve vakur bir şekilde şu târihî cevâbı verdi:
“–Pâdişâhım! Şehzâdeniz yarın bu devletin idâresine tâlip olacaktır. Ümmet ona emânet edilecektir. Onun câhil kalması, milletine zarar verir. Evet, o şimdi bir şehzâdedir, ancak henüz ilim ve hâl erbâbı olamamıştır. Dolayısıyla ben onu yetiştirmeye ve îcâb ettiği şekilde kendisini terbiye etmeye mecbûrum...” dedi.
Yıldırım Beyazıt, hürmetle gözlerini yere indirdi ve:
“–Haklısınız hocam! Siz gerekirse, beni de cezâlandırırsınız! Sizin gibi hocaefendiler başımızda olduğu müddetçe, biz cihâna hükmederiz.” dedi.
İnce ruhlu pâdişâhın cevâbındaki nükteyi kavrayan hocaefendi, ertesi gün derse gelip de kendisine oğlunu niçin cezâlandırdığını soran Yıldırım Hân’a iltifat etmedi. Böylece hocasının mânevî rütbesinin büyüklüğünü bizzat babasının üzerinde gören şehzâde, hatâsını anladı ve o günden sonra derslerine son derece gayret gösteren bir talebe oldu.
Fatih Sultan Mehmet ve Maliye Veziri
Fâtih Sultan Mehmed Han, vezirleriyle bütçe müzâkeresi yapıyordu. Sultân’ın medreseler tahsisâtına ayırdığı meblâğ bir hayli kabarıktı. Mâliye veziri, bu meblâğı öğrenince, hayretle derin bir sükûta büründü. Vezirin bu tavrını fark eden firâset ve basîret sâhibi Fâtih:
“–Paşa! Bütçe meselesinde asıl konuşması gereken kimse mâliye veziri iken, acep siz niçin konuşmaz oldunuz?” dedi. Vezir, hâlini belli etmek istemeyip:
“–İstifâde ediyorum sultânım...” dedi. Fâtih:
“–Paşa! Gâlibâ medreseler tahsisâtı için koyduğum meblâğı fazla gördünüz!” diyerek onun düşüncesine vâkıf olduğunu hissettirince vezir mecbûren:
“–Evet sultanım! Memleketin binbir derdi varken, bunlardan sadece biri olan ilim tahsîline gereğinden çok fazla tahsisât ayırmışsınız!” diyerek sükûtunun sebebini izhâr etti.
Bunun üzerine hem vezirini küstürmemek hem de meseleyi halletmek isteyen firâsetli sultan, sâkin ve iknâ edici bir üslûb ile şunları söyledi:
“–Paşa! Her meslek fire verir. Bilhassa ilim mesleğinin firesi daha çoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«(Zâhirî ve bâtınî) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.» buyurmuşlardır.[17] Peygamber vekîli olabilmek ise, öyle kolayca elde edilebilecek bir makam değildir. İşte bu bakımdan ilim mesleğinin firesi, diğerlerine göre daha fazla olur.
Diğer meslekleri şöyle düşünürüm. Kirli bir suya, siyah kurşunî yahut kahverengi bir kumaşı batırırım. Kuruduğunda da onu sarık diye sarabilirim. Çünkü rengi, kir göstermez. Fakat bir beyaz tülbent öyle mi? Onu değil kirli bir suya batırmak, üzerine sinek bile konsa fark edilir ki, ilim mesleği de böyledir.”
Sözünün burasında Sultan, vezire sordu:
“–Paşa! Kendilerine imkân sağladığımız yüz talebeden kaçı yetişiyor? Aralarından üç-beş tane adam çıkıyor mu?”
Mâliye veziri:
“–Evet sultânım! Yetişiyor elbette. Ama bu kadarından ne çıkar ki?!” dedi. Sultan mânidar bir şekilde tebessüm etti ve:
“–Paşa! Bilir misin ki bunca ahâlîyi tenvîr edip yetiştiren de işte bu üç-beş kişidir.”
Vezir başını önüne eğdi ve gerçeği îtirâf ederek:
“–Evet sultânım; bu doğrudur...” dedi. Meseleyi basîret ve firâseti sayesinde kolayca halleden Fâtih’in gönlü, son derece huzur doldu ve vezire:
“–Paşa! Madem ki medreselerimizdeki her yüz talebeden üç-beş tane de olsa, ahâlîyi tenvîr edecek ciddî insan yetişebiliyor, o hâlde onların hatırına fire sayabileceğimiz diğerlerini de bakıp gözetmeye râzı olmalıyız!..” dedi.
Ulemânın Atının Ayağından Sıçrayan Çamur, Bizim İçin Şereftir
Yavuz Sultan Selim Han ve ordusu, Adana civarında şiddetli bir yağmura tutulmuşlardı. Her yer çamur deryâsı olmuştu. O sırada Selim Han, devrin meşhur âlimlerinden Kemâl Paşazâde ile yanyana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Kemâl Paşazâde’nin atı ürktü ve ürken atın ayağından sıçrayan çamurlar, Yavuz’un üstündeki kaftana geldi. Kemâl Paşazâde çok üzüldü, rengi attı. Yavuz, ona dönerek mütebessim bir çehre ile:
“–Ulemânın atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir, mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine örtün!” buyurdu.
İlim erbâbına gösterilen bu hürmet ve iltifat, Osmanlı Devleti’nde ilmin revaç bulup tekâmül etmesini sağlayan en büyük kuvvet ve destek olmuştur.
İLİM VE KUR’AN HİZMETLERİNİN ÖNEMİ
Velhâsıl, ilim ve Kur’ân hizmetlerine ehemmiyet vermek ve bu hususta her türlü zorluğa katlanmak îcâb eder. Her yaştaki insana Kur’ân’ı ve Sünnet’i, yâni İslâm’ı öğretmek için gayret sarf etmek gerekir. Zîrâ dünya ve âhiret saâdetimiz buna bağlıdır.
İlim ve Kur’ân hizmetlerine katılmak, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu müjdesinden nasîb almaya vesîledir:
“İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim, kendisine duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyyet, 14)
İlim ve Kur’ân hizmetleri, insanı dünyada da âhirette de azîz eyler. Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırarak vuslata nâil eyler. Sâlih bir kul olup Hakk’ın rızâsına ermek isteyen her mü’min, ilim hizmetine koşmalı ve bu hizmette bulunanlara elinden geldiğince destek olmalıdır.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Mü’min, cennete girinceye kadar işittiği hiçbir ilme doymaz.” (Tirmizî, İlim, 19/2686)
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Mâide, 32. [2] Bu hususta tafsîlât için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafâ, II, 81-85. [3] el-Cinn, 1. [4] Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, Beyrut 1990, II, 450. [5] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21. [6] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, Beyrut 1967, I, 342. [7] Şân Zamiri: Herhangi bir ismin yerini tutmayan zamirlere denir. Bu zamir ile, önünde bulunan cümlelerin mânâsı kastolunur. Yâni önünde bulunan cümlenin mânâsı ne ise, zamirin mânâsı da odur. Şân zamiri, kendinden sonra gelen cümlenin mânâsını evvelâ kapalı olarak ifâde eder, sonra gelen cümle de, mânâyı vuzûha kavuşturur. Böylece muhâtabın dikkati daha fazla çekilmiş ve ardından gelecek isim veya mânânın şeref ve ehemmiyeti vurgulanmış olur. [8] Zemahşerî, Keşşâf, tahk. Muhammed Mersi Amir, Kâhire 1988, III, 17; Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî), IV, 156. [9] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, Beyrut 1994, IV, 688. [10] Vâkıdî, Meğâzî, Beyrut 1989, III, 1003. [11] İbn-i Kayyım, Miftâhu Dâri’s-Saâde, Riyad ts., I, 55-56. [12] Hatib el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, Beyrut 1988, s, 402-403. [13] Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1. [14] Ahmed, VI, 290. [15] Abdülfettah Ebû Gudde, Safahât min Sabri’l-Ulemâ alâ Şedâidi’l-İlmi ve’t-Tahsîl, Beyrut 2003, s. 52-53. [16] İbn-i Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, Beyrut 1991, VI, 243-244. [17] Ebû Dâvûd, İlim, 1.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR