İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nden Hikmetli Sözler ve Nasihatler
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nden hikmetli sözler ve nasihatler...
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur: “Din, nasihattir.” (Müslim, Îmân, 95)
Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa muhteşem ikrâmı, ebedî ve mükemmel mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim; baştan sona hikmettir, öğüttür, nasihattir, ibret dolu kıssa ve bin bir hissedir.
Başta sahâbî efendilerimiz olmak üzere, bütün Hak dostları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamana yayılmış zirve mâhiyette, müstesnâ talebeleridir.
Altından kalkamayacağını anladığın mevzuları Allâh’a ve Rasûlü’ne havale et!
- Allâh’a havale, O’nun Kitâbı’na;
- Rasûlü’ne havale de O’nun Sünneti’ne müracaat etmek demektir.
İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ’NDEN HİKMETLİ SÖZLER VE NASİHATLER
“Bilmiş ol ki;
- İnsanlarla iyi geçinmezsen onlar sana düşman kesilirler, velev ki annen-baban bile olsa senden hoşlanmazlar.
- Akrabandan olmayanlarla bile iyi geçinebilirsen, onlar sana âdetâ ana-baba olurlar.”
NEFSİ HESABA ÇEKMEK...
İbâdet, İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- için bir inşirah ve lezzet vesilesiydi. Fıkhî bir mesele düğümlendiğinde, nakil ve akıl kifâyet etmediğinde;
“–Bu meselenin çözülememesi Ebû Hanîfe’nin işlediği bir günahtan dolayıdır.” der, hemen istiğfâr eder, kalkar abdestini tazeler, huşû ve huzur ile iki rekât namaz kılardı. Mesele çözülüverirdi.
CÖMERT İMAM...
Ebû Hanîfe Hazretleri, kazancıyla ilim ehline infakta bulunur, geceleri fakirlerin evlerine yardımlar yollardı.
Gönlünü, onlara bir dergâh hâline getirmişti.
DÜRÜSTLÜK ve HELÂL
Ebû Hanîfe Hazretleri, ortağı Hafs bin Abdurrahmân’ı kumaş satmaya göndermiş ve ona;
“–Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Onun için bunu müşteriye söyle ve şu kadar ucuza sat!” demişti.
Hafs da, malı İmâm’ın belirttiği fiyata satmış, ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe Hazretleri, Hafs’a kumaşı alan müşteriyi tanıyıp tanımadığını sordu. Hafs’ın, müşteriyi tanımadığını belirtmesi üzerine İmam, satılan maldan elde edilen otuz bin dirhemlik kazancın tamamını tasadduk etti ve ortaklığına son verdi.
(İbn-i Hacer el-Heytemî, İmâm-ı Âzam’ın Menkıbeleri, trc. Abdulvehhab ÖZTÜRK, Ankara 1978, s. 82)
FİYATI ARTIR!..
Bir gün bir kadıncağız, İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne satmak için ipekli bir elbise getirmişti. İmâm-ı Âzam kaça sattığını sordu. Kadın;
“–Yüz dirhem!” dedi.
Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh- buna itiraz etti:
“–Hayır, bu daha fazla eder.” dedi.
Büyük müçtehidi fazla tanımayan kadın şaşırdı. Yüz dirhem daha artırdı. İmâm-ı Âzam yine kabul etmedi. Kadın yüz dirhem daha artırdı, sonra yüz dirhem daha...
Ebû Hanîfe Hazretleri yine;
“–Hayır, bu dört yüz dirhemden de fazla eder.” deyince kadıncağız hayretle;
“–Yâ İmam! Siz bana şaka mı yapıyorsunuz?” demekten kendini alamadı.
Bunun üzerine İmam, işten anlayan birini çağırttı. Gelen kişi, fiyatı beş yüz dirhem olarak belirledi ve İmâm-ı Âzam onu bu fiyattan satın aldı.
(İbn-i Hacer el-Heytemî, Hayrâtu’l-Hisân, s. 44)
İMAM SÜRÇERSE!..
Bir gün Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir delikanlıya rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek;
“–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi.
Delikanlı da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden pek de beklenmeyecek şu ibretli mukabelede bulundu:
“–Ey İmam! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Zira eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gidenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak da oldukça zordur.”
Delikanlının sözlerine hayran kalan İmam, ağlamaya başladı ve talebelerine şöyle dedi:
“–Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar...”
(Hâşiyetü İbn-i Âbidîn, I, 217-219, Dımaşk, 2000)
SARIĞI EĞRİLMEDİ
Ebû Hanîfe Hazretleri, bâtıl karşısında istikameti kaybetmeme ve eğrilmeme imtihanından muvaffakiyetle geçmiştir.
Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansur, İmâm-ı Âzam’ın ilmî ve mânevî otoritesini istismâr etmek için, onu Bağdat Kadılığı makamına getirmek istedi. Bu mevki, sultandan sonra gelen büyük bir makamdı.
Lâkin Ebû Hanîfe Hazretleri bu teklifi reddetti. Zindana atıldı, işkenceler gördü fakat yine de makam-mevki karşısında da, zulümler karşısında da eğrilmedi, istikametini kaybetmedi. Başındaki sarığı dâimâ lekesiz ve dimdik oldu.
ANNEM DUYMASIN!
Hapishânedeyken bile o, içinde bulunduğu hâlin derdinden ziyâde yüce prensip ve hukukun derdindeydi.
Öyle ki bu durumunun anne yüreğinde açacağı yarayı bile hesap edip demişti ki:
“–Zindanın ağırlığı beni incitmez. Buradaki kırbaçlara da dayanırım.
Fakat;
Sakın annem bu hâlimi duymasın.
Onun üzülmesine asla tahammül edemem.”
KIYL Ü KĀL
Bir gün, Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’ne uğramıştı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki bazı talebeler, İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam Hazretleri onların bu hâlini sezdi ve İbrahim bin Edhem’e büyük bir hürmetle;
“–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.
İbrahim bin Edhem, mahcup bir edâ ile selâm verip oradan ayrıldı.
Talebeler, dünya çapında zirve bir hukukçu olan Ebû Hanîfe’nin, bir dervişe gösterdiği ihtiram ve iltifâta şaşırdılar.
İbrahim bin Edhem Hazretleri oradan ayrıldıktan sonra talebeler İmâm-ı Âzam’a şöyle sordular:
“–Bu zât, sizlerle kıyas edildiğinde efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır?
Sizin gibi bir zât ona nasıl; «Efendimiz!..» der?”
İlmini irfân ile mezcetmiş olan o büyük İmam, kendisinin yüksek tevâzuunu da ifade eden şu muhteşem cevabı verdi:
“–O, dâimî bir sûrette Allah Teâlâ ile meşgul, biz ise işin kıyl u kāliyle...”
(Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 126)
LEH ve ALEYH
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri fıkhı şöyle tarif eder:
“Fıkıh, kişinin dînî bakımdan lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir.”
Bu geniş tarif; tasavvuf ve akāidi de ihtivâ etmekte, böylece îman, amel ve ihlâsın ayrılmaz beraberliğini ifade etmektedir.
VESİLE
İmam Şâfiî -rahmetullâhi aleyh-:
“Herhangi bir mevzuda takıldığım zaman, iki rekât hâcet namazı kılar, Ebû Hanîfe Hazretleri’nin kabrine gider, kendisini ziyaret ederdim. Hâcetim de böylece hâsıl olurdu...” (Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe ve Ashâbihî, Beyrût, 1985, s. 94)
YALNIZKEN
İmâm-ı Âzam’ın müstesnâ edebini Dâvûd-i Tâî şöyle anlatmıştır:
“Yirmi yıl Ebû Hanîfe Hazretleri ile birlikte bulundum. Bu zaman zarfında dikkat ettim, ne yalnızken, ne de yanında birileri varken istirahat maksadıyla ayaklarını uzattığını hiç görmedim. Kendisine;
«–Yalnızken ayağını uzatmanda ne mahzur var?» dedim.
Bana;
«–Cenâb-ı Hak karşısında edepli olmak daha efdaldir.» dedi.”
ÂBİD ALLÂME
Ömrü boyunca rivâyetlere göre kırk veya elli beş sefer hacca giden İmâm-ı Âzam, gecelerini neredeyse tamamen ibâdetle ihyâ ediyordu. Kur’ân-ı Kerim okumak husûsunda da büyük bir iştiyâkı vardı. Bazı geceler iki rekâtte bir hatim indirdiği, Ramazân-ı şerifte defalarca Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettiği rivâyet olunmuştur.
Kur’ân okurken yüksek sesle ağlardı. Bir gece, namazda;
“Allah bize lutfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu.” (et-Tûr, 27)
âyetine gelince, rikkate gelmiş ve müezzin sabah ezanını okuyana kadar, ağlaya ağlaya bu âyeti tekrarlamıştı.
Yine bir gece, namazda;
“Bilâkis kıyâmet onlara va‘dedilen asıl saattir ve o saat daha belâlı ve daha acıdır.” (el-Kamer, 46) âyetiyle aynı şekilde gözyaşlarıyla sabahlamıştı.
DAHA BİR TİTİZ
- Âlim; kendisini, halka söylediğinden daha fazlasıyla mes’ul tutmaya muhtaçtır.
İmâm-ı Âzam’ın, bu sözüyle amel edişine misaller:
➢Şiddetli güneş altında olduğu hâlde, kendisine borcu olan bir şahsın duvarının gölgesi altına girmemiş, alacaklısının evinin duvarından istifâde etmeyi bir nevî fâiz olarak telâkkî etmişti. Hâlbuki, böyle yapmayı fıkhen vâcib görmüyordu.
➢Yine Kûfe’nin koyunları arasına gasp edilmiş bir koyunun karıştığını öğrenince, bir koyunun ömrü olan yedi yıl boyunca koyun eti yemedi.
➢O, bu titizliğini vasiyetiyle bile sürdürdü. Gasp edilerek mezarlık yapılan Hayzuran Kabristanı’na değil; helâl toprağa defnedilmesini vasiyet etti.
FETVÂ MI TAKVÂ MI?
Bir defasında elbisesindeki çok ufak bir kiri temizlemeye çalışırken İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’ni görenler sorarlar:
“–Yâ İmam! Verdiğiniz fetvâya göre şu ufacık leke namaza mânî bir kir değil; ne diye bu kadar zahmet çekip onu gidermeye çalışıyorsunuz?”
İmâm-ı Âzam Hazretleri buyurur:
“–O fetvâdır, bu ise takvâ!..”
KUL HAKKI
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bir mecûsîde malı vardı. Onu istemek üzere mecûsînin evine gitti. Evin kapısına geldiği sırada, ayakkabısına bir pislik bulaştı, onu gidermek için, ayakkabısını silkeledi. Fakat pislik, gidip mecûsînin duvarına yapıştı. İmam, ne yapacağını bilemedi. Çünkü eğer kiri gidermek için kazısa, duvarın sıvasına zarar gelecekti. Bıraksa, duvarını kirlettiği için kul hakkına girmiş olacaktı. Ne yapacağını, duvarın sahibi olan mecûsîye sormaya karar verdi, kapıyı çaldı. Kapıyı açan hizmetçiye;
“–Efendine, Ebû Hanîfe kapıda bekliyor, diye haber ver!” dedi.
Adam kapıya çıktı ve malını isteyeceğini zannederek Ebû Hanîfe Hazretleri’nden özür dilemeye başladı.
İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- ise;
“−Şu anda bu önemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlatarak sordu:
“−Söyle, bu duvarı nasıl temizleyebilirim?”
Bu ulvî hassâsiyet ve âlicenaplık karşısında duygulanan mecûsî;
“–Ben önce nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda müslüman oldu.
KOMŞU HAKKI
İmâm-ı Âzam’ın genç bir komşusu vardı. Gaflete düşmüş bu genç, sabahtan akşama kadar içer; geceleri de yerinde duramaz nâralar atıp, küfürler savurarak etrafı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi.
Bir gece gencin attığı nâralar kesildi. İmam, emsalsiz bir merhametle; «Acaba gencin başına bir hâl mi geldi?» diyerek arkasını sordu. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishâneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını rica etti. Memurlar, ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince; İmâm-ı Âzam Hazretleri kefil oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.
Hâdiseyi öğrenen genç; derhâl İmâm’ın yanına koştu, nedâmet gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına söz verdi. Büyük İmam, gence şefkatle baktı ve hüzünlü bir sesle;
“–Delikanlı; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi.
Günaha karşı beslenmesi gereken nefreti, günahkâra duyulması gereken kurtarıcı şefkat ve merhamete karıştırmamanın ne güzel bir misâli!
DEHÂ ÇAPINDA ZEKÂ
İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- reddettikçe Halîfe Ebû Câfer Mansur, ısrar ediyordu. Bütün ısrarlara rağmen Ebû Hanîfe;
“–Ben, sana kadılık yapamam.” dedi.
Ebû Câfer Mansur;
“–Yaparsın...” dedi.
Ebû Hanîfe Hazretleri yine;
“–Yapamam!” dedi.
Ebû Câfer Mansur, bu defa;
“–Yalan söylüyorsun!” diye ithamda bulundu.
O zaman Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh- şu cevabı verdi:
“–Ben, yapamam dediğimde eğer bana itimat ediyorsan bil ki; yapamam.
- Yok eğer bana itimat etmiyorsan, yani ben yalan söylüyorsam; bu durumda zaten yalan söyleyen bir kimseden kadı olmaz.
Hâsılı; her iki durumda da kadılık yapamam.
- Üçüncü bir ihtimal ise zaten yok.”
TALEBELERİNE TAVSİYELERİ
- Herkese mertebesine göre itibar et. Şeref ehline ikramda bulun.
- İlim ehlini büyük tanı. Üstadlara hürmet göster.
- Gençlerle gönül alıcı latîfe yap.
- Avamla yakından görüş.
- Fâcirlere müdârât / idare edici muâmele göster.
- Hayırlı kimselerle arkadaşlık yap.
- İdarecilere lâkaytlık gösterme.
- Kimseyi hakir görme!
- Mürüvvette kusur etme, sırrını kimseye açma.
- Denemedikçe kimsenin dostluğuna güvenme.
- Alçak ve hasis kimselerle dost olma.
- Hoşa gitmeyen bir şeye alışma! Sefihlerle düşüp kalkma!
- Hoş geçin. Sabırlı ve mütehammil ol. Güzel ahlâklı, geniş yürekli, deryâ gönüllü ol.
- Kalbin gibi elbisen de temiz olsun ve bir de yeni olsun. Binek atın iyi olsun. Güzel kokular kullan...
- Yemek yedirmekte çok cömert ol, herkesi doyur.
Bil ki;
- Bahîl ve cimri kimse asla başa geçip efendi olamaz.
- Seni ziyaret edenleri de, etmeyenleri de sen ziyaret et. Sana ister iyilik yapsınlar ister kötülük, sen herkese, dâimâ iyilik yap! Her vakit iyilikte bulun.
- Affet, bazı şeylere göz yum!
- Sana eziyet veren şeyi terk et, hakkı yerine getirmeye çalış!
- Hoş geçinmek gereken yerde müdârât / idare edici muâmele yapmayan akıllı sayılmaz.
- İnsanlara, onların yapmaya alışık olmadıkları bir şeyi teklif etme! Onların beğendikleri şeyi sen de beğen. Onlara dâimâ iyi niyet göster.
- Doğruluk üzere ol! Kibri bir yana bırak!
- Sana gadretseler de sen gadretme!
- Sana hıyânet etseler de sen emâneti yerine getir.
- Vefâdan ayrılma.
- Takvâya sarıl.
DÜNYA ÇAPINDA DEHÂ
İslâm’la şereflenen meşhur mütefekkir Roger Garaudy, Yıldız Sarayı’nda bir konferans vermişti. Oradaki şu ibretli tespitleri, hâlâ canlı bir hakikattir:
“Asıl hasta olan, batının kendisidir. Sizler hak üzere olduğunuz için, aslında sapasağlamsınız. Maalesef bu sağlamlığın farkında olmadığınız için, batıyı taklit ediyorsunuz.
Yine maalesef ki sizler İmâm-ı Âzam gibi dünya çapında devâsâ bir İslâm hukukçusunu hakkıyla tanımıyorsunuz.
Ne yazık ki, onun dehâsını müslümanlara ben anlatmak mecburiyetinde kalıyorum. Hâlbuki ben, yakın bir zaman önce müslüman oldum...”
MÜBÂREK TOPRAKLARA BOLCA GİTMEK
Zamanımızda bazı kişiler, hac ve umreye birden fazla gitmeyi tenkit ederler. Oraya gitmek için sarf edilecek parayı infâk etmenin daha iyi olacağını söylerler.
Hâlbuki;
İmâm-ı Âzam’ın hayatında da gördüğümüz gibi; birçok sâlih insan, mübârek topraklara çokça gitmişlerdir.
Demek ki;
İnsanın o mübârek topraklara sık sık giderek, rûhen yıkanmaya ihtiyacı vardır.
Hac ve umreye gidenler, orada ibâdete çok daha fazla yoğunlaşabilmekte, bol bol Kur’ân okumakta, bir müddet dünya meşgalesinden, menfî vitrinlerden tamamıyla uzak, mânevî bir iklimde yaşamaktadır.
Böylece rûhâniyet ve mâneviyatla dolan kalplerinde Allah korkusunun ve muhabbetinin arttığını, infak ve cömertlik husûsunda da, hac ve umreye gitmeyenlerden daha ileri vaziyette olduklarını görmekteyiz.
Ancak;
Hacc-ı mebrûr mühimdir. Hacda büyük titizlik gerekir ve bilhassa helâl para zarûrîdir. Aksi hâlde kul;
«–Lebbeyk!..» dedikçe ona;
«–Lâ-lebbeyk!» diye reddediliş sedâsı yankılanır.
Aslolan;
Mebrûr ve makbul bir haccı yaşayabilmektir.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdetten Günümüze HİDÂYET REHBERLERİ, Yüzakı Yayıncılık