İmâm-ı Rabbâni Hazretlerinin Hayatı
Altın Silsile’nin 23’üncü halkası, Hindistan’da yetişen en büyük veli ve alim; İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hayatı...
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Sirhindî -rahmetullâhi aleyh- (Altın Silsile 24) - Sesli Kitap
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hicrî 971 senesinin Şevvâl ayında Hindistan’ın Sirhind kasabasında dünyaya geldi. Nesebi Hazret-i Ömer’e dayandığı için Fârûkî nisbesiyle anılır. Babası Abdülehad Efendi, Çiştiyye ve Kâdiriyye tarîkatlerinden icâzetli, zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, ilim ve irfan ehli, yüksek fazîlet sahibi bir şeyh efendi idi. Ahmed Sirhindî Hazretleri ilk tâlimine Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyerek başladı. Kısa zamanda hâfız oldu. İlimlerin çoğunu muhterem babasından ve bir kısmını da devrin büyük âlimlerinden aldı. Bir müddet sonra büyük bir ilim merkezi olan Siyâlkût’a gitti. Muhtelif âlimlerden aklî ve naklî ilimler aldı. Bilhassa tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine çok ehemmiyet verdi. On yedi yaşına geldiğinde, zâhirî ilimlerde büyük mesâfeler katederek babasının yanına döndü ve ders vermeye başladı. Bu arada Kādî Behlül Bedahşânî’den tefsir ve hadis okutma icâzeti aldı.[1] 18 veya 20 yaşlarındayken, feylesoflara hayranlık besleyen ve onları neredeyse peygamberlerden üstün görmek isteyen sarayın gâfil ulemâsına karşı İsbâtü’n-Nübüvve isimli eserini kaleme aldı. Peygamberliğin ehemmiyetini ve lüzûmunu aklî ve naklî delillerle ispat etti. Bu arada başka eserler de te’lif etti.
Bir müddet sonra babasına intisâb ederek sohbetlerinin müdâvimi oldu. Bütün himmetini tasavvufî terbiye üzerine teksîf etti. Muhterem babasına hizmette kusur etmemek için yanından ayrılıp başka bir yere gitmedi. Babası Abdülehad Efendi, hicrî 1007 (m. 1599) senesinde vefât etti. Vefâtından kısa bir müddet önce, oğlu İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Hazretlerine hilâfet verdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri babasının vefâtından sonra hicrî 1008 senesinin Rebîulâhir ayında hacca gitmek için Sirhind’den yola çıktı. 37 yaşında idi. Delhi’ye geldiğinde bir dostunun tavsiyesi ile Bâkì Billâh Hazretlerini ziyaret etti. Bir müddet sohbetinde bulunduktan sonra ona intisâb etti.[2] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Bâkì Billâh Hazretlerinin yanında iki buçuk-üç ay kadar kaldı. Hac zamanı geçtiği için memleketine döndü. Şeyhi ile mektuplaşarak yaşadığı mânevî hâlleri ona bildirdi. Bir müddet sonra tekrar üstâdını ziyaret etti. Bu ziyaretinde kendisine irşâd icâzeti (hilâfet) verildi. İki ay kadar üstâdının yanında kalıp tekrar memleketine döndü ve Nakşibendiyye usûlü üzere halkı irşâda başladı. Bu dönemde kendisini mânen eksik hissedip inzivâya çekilmeyi düşündüyse de müridlerin ısrarlı talepleri üzerine irşâda devam etti.[3] Üstâdını üçüncü ziyaretinde, şeyhi kendisini yolda karşılayarak büyük iltifatlarda bulundu ve müridlerinden çoğunun terbiyesini ona havâle etti.[4] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, çok yüksek hâllere ve fazîletlere nâil olmasına rağmen, üstâdına karşı öyle edeple muâmele ederdi ki daha fazlası mümkün değildi.
Bir defasında üstâdı, bir talebesini gönderip onu yanına çağırmıştı. Üstâdının kendisini çağırdığını duyan İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin derhâl rengi değişti ve zavallı bir kişinin korkudan şiddetle titremesi gibi bir hâl zuhûr etti. Aynı şekilde üstâdı da ona karşı büyük bir hürmet ve muhabbetle muâmele ederdi.[5] Bâkì Billâh Hazretlerinin vefâtından sonra irşâda Sirhind’de devam eden İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, uzaklardaki müridlerine ve devlet adamlarına mektuplar yazdı. Müridlerine gönderdiği mektuplarda tasavvufun ince meselelerini ele alıyor, devlet adamlarına yazdıklarında ise daha ziyade İslâmî kâidelere ve Ehl-i Sünnet mezhebine bağlılık gibi umûmî mevzulara temâs ediyordu. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, her sene, üstâdının vefât ettiği ay olan Cemâziyelâhir’de gider onun mübârek kabrini ziyaret eder ve tekrar Sirhind’e dönerdi.[6]
İMÂM-I RABBÂNİ HAZRETLERİNİN SULTANLAR İLE MÜNÂSEBETLERİ
Bâbürlü sultânı Ekber Şah, önceleri saf inançlı, dindar bir müslümandı. Okuma yazma bilmezdi. Siyasî durumlar ve buna bağlı olarak yapılan göçler sebebiyle bilgisiz ve tahsilsiz kalmıştı. Bu sebeple etrâfındaki menfaat düşkünü âlimlerin tesiriyle zamanla bâtıl fikirlere saplandı. Bu ilim adamları, sultanlara ve idarecilere yakın olmaya çalışıyor, onlara şirin görünmek için de ellerinden gelen bütün tâvizleri vererek zihinlerde İslâm’a dâir birçok şüphe ve tereddüt uyanmasına sebep oluyorlardı. İhtilâflı mevzuları gündeme getirmek sûretiyle zenginleri yoldan çıkarıyorlardı.[7] Neticede dînî istikâmetini kaybeden Ekber Şah, Müslüman olmayanlara devlet idaresinde mühim vazifeler verdi, bâzı Hindû kadınları haremine aldı. Yakınında bulunan insanların teşvikiyle İslâm ile Hinduizm’i birleştirmek görüntüsü altında Dîn-i İlâhî adında yeni bir din îcâd etti. Bâzı yerlerde câmiler yıkılıp yerine Hindû mâbedleri yapılıyordu. Ekber Şah, kendisine saygı için secde edilmesini emretmeye başladı. Hindûlar için bu durum mesele teşkil etmiyordu. Ancak samimî Müslümanlar için vaziyet gâyet müşküldü.
Sultânın gözüne girmek isteyen dünya ehli, menfaatperest gâfil âlimler de, ibadet niyetiyle değil, selâmlama maksadıyla sultâna secde edilebileceğine dâir fetvâ veriyorlardı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri başkent Agra’ya (Ekberâbâd’a) gidip Sultân’ın bâzı yakınlarıyla görüştü: “–Sultan, Allah Teâlâ’ya ve Resûlü’ne âsî olmuştur. Ona hatırlatın ki saltanatı ve iktidarı dağılacaktır. Tevbe etsin, Allah ve Resûlü’nün yolunu tutsun!” buyurdu. Yüksek mevki sahibi bâzı devlet adamları, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine çok saygı gösteriyorlardı. Bunlar Sultân’ı doğru yola getirmek için ne kadar gayret sarf ettilerse de, Ekber Şah, kendi îcâd ettiği dînin ihtilâçları içindeydi ve nasihatlere îtibâr etmiyordu. Derken Ekber Şâh’ın müneccimleri ona saltanat ve iktidarının yakında yok olacağını bildirdiler. Bu duruma üzülen Sultan, o günlerde dehşetli bir rüya da gördü. Bunun üzerine: “–İsteyen Müslümanlığa sarılır, isteyen Dîn-i İlâhî’ye bağlanır. Zorlama ve mecburiyet yoktur.” diye bir ferman çıkardı. Bir festival münâsebetiyle çadırlar kurdurdu. Dîn-i İlâhî’ye inananların çadırlarını güzel kumaşlar ve yiyeceklerle doldurdu. Müslüman çadırlarında ise fakirlik alâmetleri görülüyordu. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, bağlılarıyla birlikte müslüman çadırlarına gelip yerleşti. Eline biraz toprak alıp Dîn-i İlâhî mensuplarının çadırlarına doğru attı.
Bunun üzerine şiddetli bir rüzgâr çıktı. Ekber Şah ve takipçileri çok zor anlar yaşarken müslümanlar hiç sıkıntı çekmedi. Bu açık ilâhî îkazdan sonra bâzı devlet erkânı ve kumandanlar İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne mürîd oldular.[8] 1605 senesinde Ekber Şah öldü ve oğlu Cihangir tahta geçti. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu duruma çok sevindi. Zira Cihangir’in, İslâm’a bağlı bir kişi olduğunu düşünüyordu. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri pek çok halîfesini tebliğ ve irşadda bulunmak üzere farklı bölgelere gönderdi. Meselâ Mîr Muhammed Nûmân’ı hilâfet ve icâzet vererek Dekken’e gönderdi. Onun dergâhında yüzlerce insan toplanarak Allah Teâlâ’yı zikredip murâkabeye dalar ve ilim tahsil ederdi. Şeyh Bedîuddîn Sehârenpûrî’ye halîfelik vererek önce memleketine, oradan da Agra’ya gönderdi. Böylece birçok devlet adamı irşad halkasına katıldı, askerî erkândan binlercesi Hazret-i İmâm’ın elinde tevbe etti. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Mevlânâ Muhammed Kâsım başkanlığında 70 kişiyi Türkistan tarafına gönderdi. Mevlânâ Ferruh Hüseyin başkanlığında 40 kişiyi Arabistan, Yemen, Sûriye ve Anadolu tarafına yolladı. Kemâle ermiş 10 kişiyi, Mevlânâ Muhammed Sâdık’ın başkanlığında Kâşgar’a doğru, 30 kişiyi de Şeyh Ahmed Berkî’nin başkanlığında Türkistan, Bedahşan ve Horasan’a doğru yolladı. Bu kişiler gittikleri yerlerde büyük muvaffakıyetler elde ettiler ve büyük halk kitleleri onlardan istifâde etti.[9] İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin etrâfındaki topluluk gün geçtikçe daha da büyüyordu. Cemaat o kadar artmıştı ki devrin eşraf ve idârecilerinin Hazret-i İmâm’ı ziyaret etmeleri, izdiham sebebiyle oldukça zorlaşmıştı. İnsanların bu alâkasından rahatsız olan Sultan Cihangir, 1619 senesinde İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini başkent Agra’ya çağırdı.
Bir mektubundaki tasavvufî ifâdelerinden dolayı onu hesâba çekti. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin mâkul açıklamaları üzerine iknâ oldu. Ancak sultânın yanındaki bâzı kişiler: “–Bu şeyh size selâmlama secdesi yapmadı, ordu içinde de pek çok müridleri var. Yakında bu kalabalık müridleriyle bir fitne çıkarabilir ve mülkünüze zarar verebilir. Şeyh Ahmed’in asker içinde o kadar çok mürîdi var ki, isterse pâdişahlık iddiâsında bile bulunabilir.” gibi sözler sarf ettiler. O dönemde sultânın vezîri ve hizmetkârları, çoğunlukla bâtıl mezheplerde idiler. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin de şerîat dışı mezhepleri tenkid eden mektupları ve müstakil bir risâlesi olduğu için, ona karşı şiddetli bir öfke besliyorlardı. Sultânı kışkırtanlar da bunlardı.[10] Neticede Cihangir, 55 yaşına gelmiş olan İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini Govâliyâr Kalesi’ne hapsetti. Kitaplarına, bahçesine, kuyusuna ve evine el koydu ve âilesini başka bir yere naklettirdi. Bir sene hapiste kalan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri oradaki insanlara İslâm’ı öğretti ve onları irşâd etti. Bâzılarının İslâm’a girmesine vesîle oldu.[11] Burada Allah için katlandığı çileler sebebiyle, mânen daha da yükseliyordu.[12] Cihangir, bir sene sonra yaptığına pişman oldu ve İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini “kışlada kalmak” şartıyla serbest bıraktı.[13] Cihangir, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinden, dînî hususlarda kendisine danışman olmasını taleb etti.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu mevzuu bir müddet müzâkere edip Cihangir’in samimî olduğunu anlayınca, bu teklifi şu şartlar mukâbilinde kabûl etti: 1) Sultânı selâmlama secdesi kaldırılacak, 2) Bütün yıkılan ve tahrip edilen câmiler yeniden inşâ edilecek, 3) İnek kesmeyi yasaklayan emirler iptal edilecek, 4) Kadılar, müftüler ve idâreciler İslâmî hükümleri tatbîke dikkat edecek, 5) Cizye alınmaya yeniden başlanacak, 6) Bütün bid’atler kaldırılıp İslâmî hükümler uygulanacak, 7) Dindarlığı sebebiyle hapsedilenler serbest bırakılacak. Görüldüğü üzere İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin herhangi bir şahsî talebi yoktu. Onun tek gâyesi, önceki hükümdar devrinde yapılan tahribâtı telâfi etmek ve daha önceki sıkıntıların tekrar yaşanmasına mânî olmaktı.[14] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri sultânın yakınında olmayı, onu İslâmî esaslara teşvik etmek için iyi bir fırsat olarak telâkkî etti. Sultânın meclislerine katılarak dînî mevzularda sohbetler etti. Meclislerde bulunanlar onu büyük bir alâkayla dinlediler.[15] Saltanatının ilk devirlerinde câmilerin yıkılmasına sessiz kalan ve bu sebeple İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tarafından tenkid edilen Cihangir, bu sohbetlerin bereketiyle sonraları câmi inşâ ettirip sığır kurban edecek kadar İslâm’a bağlandı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Sultan Cihangir’in yanında dört sene kaldı. Bu esnâda bir taraftan da dostlarına mektuplar yazmaya devam etti. 1033 senesinde tam olarak serbest bırakılan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, kendisini ziyarete gelen oğullarıyla birlikte Sirhind’e döndü ve ömrünün son senesini memleketinde geçirdi.
HER ŞEYDEN EVVEL ŞERÎATE İTTİBÂ
Müslümanların hayatına pek çok bid’at ve hurâfenin girdiğini büyük bir ıztırapla müşâhede eden İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Allâh’ın hükümlerinin tekrar hayata geçirilmesi için büyük gayret sarf etti. Sohbetlerinde, mektuplarında ve eserlerinde sık sık bu hususa temas edip şöyle buyurdu: “Şerîatin üç kısmı vardır: İlim (akāid ve fıkıh), amel ve ihlâs (tasavvuf). Bu üçü gerçekleşmeden şerîat tahakkuk etmez. Şerîat ne zaman yaşanırsa, işte o zaman bütün dünyevî ve uhrevî saâdetlerin üzerinde olan Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı kazanılmış olur. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: «…Allâh’ın rızâsı en büyüktür…» (et-Tevbe, 72) Şerîat, bütün dünyevî ve uhrevî saâdetleri temin etmektedir. Şerîatin ötesinde, ihtiyaç duyacağımız başka bir gâye yoktur. Sûfîlerin teksîf olduğu tarîkat ve hakîkat ise, şerîatin hâdimleridir. Bunlar şerîatin üçüncü kısmı olan ihlâsı tamamlarlar. O hâlde bunları elde etmekten maksat, şerîati tamamlamaktır, yoksa şerîatin ötesinde başka bir şey değildir. Seyr u sülûk esnâsında sûfîlere verilen hâller, ilhamlar, mânevî ilim ve mârifetler, asıl maksat değildir. Bilâkis onlar, tarîkat çocuklarının terbiye edildiği vehimler ve hayâllerdir. Bütün bunlardan geçip, sülûk ve cezbe makamlarının nihâyeti olan rızâ makâmına ulaşmak gerekir.
Çünkü tarîkat ve hakîkat menzillerini aşmanın gâyesi, rızâ makâmına ulaşmak için lâzım olan ihlâsın tahsilinden başka bir şey değildir.”[16] İnsan için ilim zarurîdir. Lâkin ilmin, kulu takvâya, yani Allah korkusuna erdirmesi ve mârifetullâh’a götürmesi lâzımdır. Zira âyet-i kerîmede buyrulur: “...Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan (hakkıyla) korkarlar...” (Fâtır, 28) Kul, ilmiyle amel etmelidir, ancak amelleri de ihlâsla yapması îcâb eder. Zira ameller ancak ihlâsla kabûl edilir. Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri şöyle buyurur: “Bütün insanlar ölüdür, âlimler bundan müstesnâdır. Bütün âlimler uykudadır, ilmiyle âmil olanlar bunun dışındadır. İlmiyle amel edenlerin de aldanma ihtimâli vardır, ancak ihlâslılar müstesnâdır. İhlâslılar da (dünyada her an) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar…”[17] Hâsılı ilim, amel ve ihlâs, birbirini tamamlayan unsurlardır. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, şerîat ile tasavvufun birbirinden farklı olmadığını anlatmak için Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerinin şu sözünü naklederdi: “Seyr u sülûk’ten maksat, icmâlî (özet) olan bilgiyi tafsîlâtlı hâle getirmek, delil ile bilineni keşif ile bilmektir.”[18] Buna göre tarîkat, şerîatin hakîkatine ulaşmaktır, yoksa şerîat ve hakîkatten farklı bir şey değildir.[19] Bâtın, zâhirin tamamlayıcısı ve kemâle erdiricisidir.[20] Bu sebeple şerîatin zâhirine ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin icmâına (üzerinde ittifak ettikleri hükümlere) aykırı olan keşifler, kabûle lâyık değildir.[21] Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şöyle buyururdu: “Mânevî hâller, şerîate bağlıdır; şerîat hâllere bağlı değildir. Çünkü şerîat sağlam ve kesindir, doğruluğu vahiyle sâbittir. Hâller ise zannîdir, keşif ve ilhamla sâbittir.”[22] “Bir vakit farz namazı cemaatle edâ etmek, binlerce çile doldurmaktan daha fazîletlidir. Bununla birlikte, şer’î esaslara riâyetle birlikte yapılan zikir ve tefekkürler de çok fazîletli ve ehemmiyetlidir.”[23] “Yavrucuğum! Vakitlerimizi dâimâ Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeye harcamalıyız.
Alışveriş bile olsa, yüce şerîate uygun olarak yapılan her iş zikir kabûl edilir. O hâlde bütün hâl ve hareketlerimizde şer’î hükümlere riâyet edelim ki bunların hepsi zikir sayılsın. Zira zikir, gafleti bertaraf etmektir. Ne zaman bütün fiillerimizde İslâmî emir ve nehiylere uyarsak, işte o zaman emir ve nehiylerin sahibinden gâfil kalmamış ve O’nu dâimâ zikretmiş oluruz.”[24] “Ey kardeşim! İki şeyde gevşeklik olmadıkça mesele yoktur. Birisi; şerîat sahibi Peygamber r Efendimiz’in izinden gitmek, diğeri de (seni irşâd eden) şeyhe karşı ihlâs ve muhabbet. Bu ikisi varken binlerce karanlık çökse zararı yoktur. Fakat -Allah muhâfaza buyursun- bu iki şeyden birinde noksanlık zuhûr ederse, kişi dâimî zikir ve murâkabe hâlinde olsa bile bu, hüsran üstüne hüsrandır. Zira onun zikir hâli, bir istidrâcdır ve âkıbeti de kötüdür. Allah Teâlâ’ya cân u gönülden yalvararak bu iki hususta sebat ve istikâmet taleb etmek gerekir. Çünkü bunlar, işin aslı ve kurtuluşun ana sermâyesidir.”[25] Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şer’î ilimleri öğrendikten sonra tasavvufa yönelmeyi tavsiye ederek şöyle buyurur: “Îtikad ve amele dâir iki kanat elde ettikten sonra, Hak Teâlâ’nın lûtuf ve inâyetiyle takvâ ehli kişilerin yüce yoluna girmek îcâb eder. Bu yola girmenin gâyesi, îtikad ve amel hususunda bildirilenlere ilâvede bulunmak veya onların hâricinde yeni bir şeye ulaşmak değildir.
Zira böyle bir şey, ayak kaymalarına götüren, asıl maksattan uzak beklentilerdendir. Tasavvufa girmekten maksat ise, îtikādın şek ve şüphe ile sarsılmaması için yakîn ve itmi’nân kazanmaktır… Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «…Âgâh olun, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle tatmin olur!» (Ra‘d, 28) Tasavvufa girmenin bir diğer maksadı da, sâlih amelleri rahat ve kolay bir şekilde yapabilmek ve nefs-i emmâreden kaynaklanan tembellik, inat ve zıtlaşmayı yok etmektir. Sûfîlerin yoluna girmekten maksat, gayb âlemine âit birtakım sûretleri ve şekilleri müşâhede etmek, keyfiyete bağlı olmayan bâzı renkleri ve nurları görmek de değildir. Zira bütün bunlar, oyun ve boş işler sınıfına dâhildir. Görünen âlemdeki nurların ve sûretlerin ne kusuru var ki, insan bunları bırakıp da, birtakım riyâzet ve mücâhedeleri yaparak gayb âlemine âit sûretleri ve nurları görmeyi arzulasın! İki âlemdeki sûretler ve nurlar da Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı şeylerdir ve Allah Teâlâ’nın varlığının delillerindendir.”[26] “Zâhirimizi şer’î ölçülere uygun şekilde tezyîn ettikten sonra amellerimize gaflet bulaşmaması için bâtınımıza yönelmeliyiz. Zira bâtın desteği olmadan zâhirimizi şer’î hükümlere uygun hâle getirmek çok çetin bir iştir. Âlimlerin vazifesi fetvâ vermektir. Ehlullâh’ın işi ise ameldir. Bâtına ehemmiyet vermek, zâhire de ehemmiyet vermeyi îcâb ettirir. Bâtınla meşgul olurken zâhiri ihmâl eden kimse zındıktır. Onun elde ettiği bâtınî hâllerin hepsi istidrâcdır. Bâtınî hâllerimizin sıhhatini gösteren en iyi ölçü, zâhirimizin şer’î ölçülere göre tanzim edilmesidir. İstikâmet yolu işte budur.”[27] Hâsılı zâhir ile bâtın birbirini tamamlayan iki unsurdur. Biri olmadan diğeri dâimâ noksandır.
EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin zamanında bozuk fikirler ve bâtıl akımlar iyice çoğalmıştı. Çoğu müslümanın akāidi sarsılmış, ibadet ve muâmelâtı ifsâd olmuştu. Buna çok üzülen İmâm-ı Rabbânî g bütün gücüyle çalışıp gayret ederek insanlara tekrar Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yolunu tâlim ediyordu. Yazdığı mektuplarla, bıkıp usanmadan, yorgunluk ve bezginlik göstermeden, insanları tekrar tekrar Ehl-i Sünnet îtikādına teşvik ediyor ve onu bütün tafsîlâtıyla îzah ediyordu. Fıkhî bilgilerin tafsîlâtını da ilmihâl ve fıkıh kitaplarına havâle ediyordu. Ona göre bir mürşid, yeni intisâb eden mürîdine; Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflere iğne ucu kadar bile muhâlif görünen keşif ve rüyalara aslâ ehemmiyet vermemesini tembihlemelidir. Ayrıca Ehl-i Sünnet îtikādına göre inancını düzeltmesini, kendisi için zarurî olan fıkhî hükümleri öğrenip bununla amel etmesini tavsiye etmelidir.[28] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kendisi de müridlerine dînî ilimlere âit muhtelif kitapları okutur, uzak bölgelerdeki vekillerine gönderdiği mektuplarında bunları okutmalarını ısrarla hatırlatırdı.
O kitaplardan bâzıları şunlardır: Tefsirden Beyzâvî, hadisten Buhârî ve Mişkâtü’l-Mesâbîh, fıkıhtan Pezdevî ve Hidâye, akāidden Şerhu’l-Mevâkıf ve Hâşiye-i Adudî, tasavvuftan Avârifü’l-Meârif.[29] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri fıkhî meseleleri ezberinde tutmasına, onları çok iyi bilmesine ve fıkıh usûlünde tam bir salâhiyete sahip olmasına rağmen, herhangi bir mesele zuhûr ettiğinde ihtiyaten güvenilir kitaplara mürâcaat eder, onları yanından ayırmazdı. Fetvâ verilen görüşe ve büyük fıkıhçıların tercihine göre amel ederdi.[30] Bir mektubunda şöyle yazmıştır: “Dostlarıma dâimâ söylediğim ve ömrümün sonuna kadar da söyleyeceğim nasihat; Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e âit kelâm kitaplarındaki bilgiler istikâmetinde inancını düzelttikten ve farz, vâcip, sünnet, mendup, helâl, haram, mekruh ve şüpheli şeklindeki fıkhî hükümlerden yapılması gerekenleri yapıp terk edilmesi gerekenlerden kaçındıktan sonra, kalbi Hak Teâlâ’nın dışındaki şeylerle meşgul olmaktan kurtarmaktır…”[31]
SÜNNET-İ SENİYYE’YE İTTİBÂ HASSÂSİYETİ
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, küçük-büyük her hareketinde, mutlakâ Resûl-i Ekrem Efendimiz’in sünnetine uyar ve herkese de böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Bir defasında şöyle buyurmuştu: “Muvaffak olmamızda gayretlerimizin payı ne ki! Ne varsa hepsi Allâh’ın lûtfudur. Ama buna mutlakâ bir sebep gösterilmesi gerekirse derim ki bütün lûtufların sebebi; gelmiş ve gelecek bütün insanlığın efendisi olan Resûlullah Efendimiz’e bağlanıp O’nun mübârek izinden gitmektir. Ben bütün muvaffakıyetlerimi buna bağlıyorum. İnsana bir şeyin azı veya tamamı nasîb olmamışsa bunun da tek sebebi, Resûlullah Efendimiz’e tam olarak uyma hususunda bir kusurunun olmasıdır. Bir defasında gaflete düşerek abdesthâneye sağ ayağımla girdim. (Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok mânevî hâlden mahrum kaldım.”[32] Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir gün talebelerinden birine: “–Bizim bahçeden birkaç karanfil getir!” buyurmuştu. O da gidip altı tâne karanfil getirdi. Hazret bunu görünce mahzun bir edâ ile şöyle buyurdu: “–Bizim talebeler hâlâ Peygamber Efendimiz’in; «Allah tektir, teki sever!» (Buhârî, Deavât, 68) hadîs-i şerîfine dikkat etmiyorlar. Hâlbuki buna dikkat etmek müstehabdır. İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar? Müstehab, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği şeydir.
Allah Teâlâ’nın sevdiği bir amelin karşılığında bütün dünya ve âhiret verilse, yine de hiçbir şey verilmemiş demektir. Biz müstehaba o kadar riâyet ederiz ki yüzümüzü yıkarken bile suyu önce sağ tarafımıza getiririz. Zira işlere sağdan başlamak da müstehabdır.”[33] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir mektubunda şöyle yazmıştır: “Fazîlet, Efendimiz’in şerefli sünnetine uymaya; meziyet de O’nun getirdiği şerîati yaşamaya bağlıdır. Meselâ, sünnete ittibâ niyetiyle öğle uykusuna yatmak, sünnete muhâlif (bir şekilde îfâ edilen) pek çok nâfile ibadetten daha fazîletlidir… Allâh’ın emrine uyarak bir dirhem zekât vermek, kendi arzusu istikâmetinde (şahsî ve nefsânî niyetlerle karışık olarak) dağlar kadar altın harcamaktan çok daha büyük bir meziyettir.”[34] Talebelerinden biri, Hazret-i İmâm’ın günlük duâ, evrâd ve nâfile ibadetlerini yazmak için izin istemişti. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri: “–Tâbî olmaya lâyık ameller, Resûlullah Efendimiz’in amelleridir. Hadis kitaplarına bakıp oradan öğreniniz!” buyurdu. Talebesi: “–Efendim, zât-ı âlînizin amelleri de zâten Resûlullah Efendimiz’in amellerine uygundur!” diye ısrar edince İmâm-ı Rabbânî g: “–Peki o hâlde yazınız! Ama çok dikkatli olunuz! Kavlî ve fiilî sünnete uygun olanları yazıp böyle olmayanları yazmayınız!” buyurdu.[35] (Kişmî, Berekât, s. 427-428)
İMÂM-I RABBÂNİ HAZRETLERİNİN İBADET HAYATI
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ibadetlere çok ehemmiyet verdiği gibi, talebelerine de çok ibadet etmelerini tavsiye eder ve şöyle buyururdu: “Resûlullah, Allâh’ın Habîbi olduğu ve en yüce mertebelere ulaştığı hâlde o kadar çok ibadet ederdi ki, mübârek ayakları şişerdi. O’na en güzel şekilde tâbî olan Hak dostları da hep böyle yapmışlardır… Kişi Allâh’a ne kadar çok itaat ve ibadet ederse, o kadar mesâfe alır.”[36] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri farzlara ilâveten nâfile ibadetleri de ganimet bilmek gerektiğini ifâde eder ve bilhassa teheccüd namazı hakkında şöyle buyururdu: “Teheccüd namazını çok kıymetli tut! Şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd’dan nasîb almak isteyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar!” Bu nasihatinin ardından da şu âyet-i kerîmeyi okurdu: “Gecenin bir kısmında, sadece Sana mahsus bir fazlalık olmak üzere teheccüde kalk, (Kur’ân, namaz ve zikirle meşgul ol)! Umulur ki Rabbin Sen’i Makâm-ı Mahmûd’a eriştirir.” (el-İsrâ, 79)[37] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, yaz-kış, seferde ve hazarda çoğunlukla gecenin yarısı, bâzen de gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkardı. O vakitte okunması sünnet olan duâları okur ve âdâbına uygun olarak büyük bir îtinâ ile abdest alırdı. Abdest suyunu başkasının dökmesini istemezdi. Suyu çok tasarruflu kullanır, kıbleye yönelerek abdest almaya îtinâ gösterirdi.
Ancak ayaklarını yıkarken kuzeye veya güneye dönerdi. Her abdestte misvak kullanırdı. Uzuvlarını îtinâ ile yıkar, her defasında, yıkanan uzuvdan ve ellerinden su damlama ihtimâli kalmayıncaya kadar elleriyle suyu silerdi. Abdestte kullanılmış olan suyun temiz olup olmadığı ihtilâflı olduğu için ihtiyaten böyle yapardı. Abdest esnâsında hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları okurdu. Abdestten sonra teheccüd duâsını okur ve namaza başlardı. Tam bir huzur ile ve uzun sûreler okuyarak teheccüd namazını kılardı. İlk zamanlarda teheccüd namazında Yâsîn Sûresi’ni tekrar tekrar okurdu. Son zamanlarında daha ziyâde namazda Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmekle meşgul oldu. Teheccüd namazını bitirdikten sonra huşû içinde murâkabe ve tefekküre dalardı. Sabah namazından evvel sünnete uyarak bir müddet yatardı. Sonra tan yeri ağarmadan tekrar kalkıp abdest alarak sabah namazını kılardı. Sabah namazının sünnetini evinde kılar, sünnetle farz arasında sessizce “سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِه۪ سُبْحَانَ اللّٰهِ العَظِيمِ” tesbîhini tekrar ederdi. Sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra işrak vaktine kadar mescidde arkadaşları ile virdlerini tamamlar, sonra uzun sûreler okuyarak iki selâmla dört rekât işrak namazı kılar, o vakitte okunması îcâb eden duâ ve tesbihât ile meşgul olurdu. Sonra evine gider, hanım ve çocuklarının hâllerini sorar, yapılması gereken işleri söylerdi. Ardından odasına çekilip Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Bundan sonra talebelerini çağırır, hâllerini sorardı. Onlara hedefi yüksek tutmayı, sünnete ittibâyı, zikir ve murâkabeye devam etmeyi, mânevî hâllerini gizlemeyi ve fıkıh kitaplarını okumalarını tavsiye ederdi. Sohbetlerinin çoğu sükût ile geçerdi. Gıybetten ve müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmaktan şiddetle kaçınırdı. Yakın çevresi de ona duydukları hürmetten ve heybetinden dolayı huzûrunda kimsenin gıybetini yapamazlardı. Mânevî hâllerini büyük bir îtinâ ile gizlerdi. Kuşluk namazını odasında sekiz rekât olarak kılar, sonra âilesi ve çocuklarıyla birlikte yemek yerdi. Oğullarından ve hizmetkârlarından biri o esnâda yoksa onun hissesini ayırırdı. Yemek esnâsında daha çok başkalarına yedirmek ve onların hâl ve hatırlarını sormakla meşgul olurdu. Bâzen de bir şeyler yiyor gibi gözükürdü. Yemeğe ihtiyacı olmadığı hâlde, sadece sünnete uymaya çalıştığı anlaşılırdı. Öğle yemeğinden sonra, sünnete ittibâ ederek bir müddet kaylûle yapar, öğle namazından sonra bir hâfızdan bir cüz kadar Kur’ân-ı Kerîm dinlerdi. Talebelere verilecek ders varsa verirdi. İkindi namazını ilk vaktinde kılar ve sünnetini hiç terk etmezdi. İkindiden sonra talebeleriyle birlikte sükût hâlinde murâkabeyle meşgul olurlardı. Akşam namazını ilk vaktinde kılar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalben “لاَ إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ” zikrini okurdu. Akşam namazının sünnetini kıldıktan sonra evvâbîn namazı kılardı.
Vitir namazının ilk rekâtında umûmiyetle A‘lâ, ikinci rekâtında Kâfirûn, üçüncüsünde İhlâs sûrelerini okurdu. Vitir namazını bâzen yatsıdan, bâzen de teheccüdden sonra kılardı. Namazda bütün sünnetlere, menduplara ve âdâba riâyet eder, abdest aldıktan sonra ve mescide girince ikişer rekât namaz kılmaya îtinâ gösterirdi. Yatsıdan sonra hemen istirahate çekilir, yatarken okunacak duâları okur, çokça zikreder, salât ve selâm getirirdi. Bilhassa cuma ve pazartesi günü ve gecesi böyle yapardı. Hizmetinde bulunanlara ve yanından ayrılmayanlara da, çokça zikre devam etmelerini, murâkabeye dikkat etmelerini ısrarla tavsiye ederdi. Kur’ân-ı Kerîm okurken onu dinleyenler, Kur’ân’ın sır ve hikmetleriyle duygu derinliğine ulaşırlardı. Namazda ve namaz dışında korku âyetlerini veya hayret ve şaşkınlık bildiren âyetleri okurken, o tarz ve üslûba göre okur, sesinde ve mübârek sîmâsında sanki âyetlerin mânâsı zâhir olurdu. Yolculuk esnâsında dahî bineğinin üzerinde, bir yastığın üstüne koyarak devamlı Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ederdi. İmâm-ı Rabbânî g Ramazân-ı Şerîf’e de çok îtinâ gösterir, bu mübârek ayda en az üç hatim indirirdi. Hadislerde bildirildiği gibi iftar yapmakta acele eder, sahur yemeğini geciktirirdi.
Ramazan’ın son 10 gününde îtikâfa girerdi. Zekât üzerinde hassâsiyetle dururdu. Herhangi bir yerden bir hediye geldiğinde, üzerinden bir sene geçmesini beklemez, karşılıksız gelen bu tür malların derhâl hesâbını yaparak zekâtını verirdi. Zekât verirken de ilk olarak ıslah ve irşad faaliyetlerinde bulunanları, dul kadınları ve muhtaç durumdaki yakınlarını tercih ederdi. Hastaları ve kabirleri ziyaret eder, oralarda sünnet olan duâları okurdu. Dâvetlere icâbet eder, ancak günah işlenen meclislere iştirâk etmezdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, hamd ve istiğfârı dilinden düşürmezdi. Az bir nîmete bile çok şükrederdi. Bir hususta daha hayırlı olanını yapma imkânı varken hayırlı bir şeyle meşgul olsa bile bundan dolayı çokça istiğfâr ederdi. Bir belâya mâruz kalsa; “Kötü hâl ve amellerimiz sebebiyledir.” buyururdu. Fakat o belâyı, birçok kirleri temizleyen bir sabun gibi görür, belâlara rızâ ve teslîmiyetle katlanmanın, mânen yükselme sebebi olduğunu ifâde ederdi.[38] Amel-i sâlihlerle dolu, feyizli bir ibadet hayatı yaşamakla birlikte, dâimâ kendini kusurlu görürdü. Talebelerine bunu şöyle îzah ederdi: “Ucub (kendini ve amelini beğenme), sâlih amelleri, ateşin odunu yaktığı gibi yakar bitirir. Ucub, kişinin yaptığı amelin gözüne güzel görünmesinden doğar. Bundan kurtulabilmek için gizli kabahat ve kusurlarımızı gözümüzün önüne getirmemiz ve güzel amellerimizi eksik görmemiz îcâb eder. Hattâ kişinin, yaptığı amel ve iyiliklerin duyulmasından utanması lâzımdır…”[39]
İMÂM-I RABBÂNİ HAZRETLERİNİN AHLAKI
Güzel ahlâk, yumuşak huyluluk, nezâket, Allâh’ın mahlûkâtına şefkat ve merhamet, Allah’tan gelene rızâ gibi nice güzellikler, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin gönül dünyasında zirve seviyeye ulaşmıştı. Zâlim idâreciler, kendisine, âile halkına ve yakınlarına büyük zulümler yaptılar. Fakat onun ağzından buna dâir herhangi bir şikâyet kelimesi aslâ çıkmadı. Kendisi dâimâ rızâ makâmında olduğu gibi yakınlarını da sabra teşvik ederdi. İnsanlara karşı gâyet nâzik davranırdı. Biri kendisiyle görüşmek için geldiğinde, hürmet ile ayağa kalkar, ona meclisin baş tarafında yer verir ve onun hâline münâsip gönül alıcı sözler söylerdi. Müslüman olmayanlara -ister üst seviyede idâreci olsun, ister büyük makam ve mevki sahibi olsun- hürmet için ayağa kalkmazdı. Dâimâ ilk önce kendisi selâm verirdi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kul haklarına son derece riâyet eder, birinin ölüm haberi gelince ona Cenâb-ı Hak’tan rahmet diler ve; “…Biz kesinlikle Allâh’a âitiz ve mutlakâ O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) âyetini okurdu. Cenâze namazlarına katılır, duâ eder ve Kur’ân okuyarak sevâbını mevtânın rûhuna hediye ederdi. Cuma ve bayram namazlarında güzel elbiselerini giyerdi. Yeni bir elbise giyeceği zaman, onu önce bir hizmetkârına veya âileden birine giydirirdi. Yanında çoğu zaman 50-60 hattâ 100 kişiye yakın insan olurdu. Meclislerinde dâimâ âlimler, ârifler, mürşidler, hâfızlar ve yüksek mevki sahibi kimseler bulunurdu. Hepsine de mutfağından yemek verilirdi.[40] Dînin şiarlarına son derece hürmetkâr idi.
Bir defasında hâfızlardan birinin kendi minderinden daha ince bir minder üzerinde Kur’ân-ı Kerîm okumaya başladığını görmüştü. Derhâl minderini bir kenara atıp hâfızdan aşağı oturdu.[41] İmâm-ı Rabbânî g son derece mütevâzı idi. Mektup ve eserlerindeki üslûbu, onun yüksek tevâzuunu açıkça ortaya koyar. O, kendisinden hep “fakir” ve “derviş” diye bahseder.[42] Bâzı mektuplarında şöyle buyurmuştur: “Bir hayırlı iş yaptığımda mutlakâ kendimi kusurlu görüp ayıplarım. Hattâ nefsimi ithâm edip, kendimi sağ tarafımdaki meleğin yazabileceği hayırlı bir amel işlememiş olarak görmeden rahat edemem. Sağ omzumdaki defterin bomboş olduğuna, onu yazan meleklerin boş boş beklediğine inanırım. Bu hâlimle Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını nasıl hak edebilirim ki!? Şunu biliyorum ki bu âlemdeki herkes pek çok yönden benden üstündür. Hepsinin en şerlisi benim!”[43] “…Bu fakir, İslâm’a destek olma hususunda kendini ortaya atmak istiyor ve imkân nisbetinde bu yolda gayret ediyor. “Kim bir kavmin karartısını çoğaltırsa (onların safında yer alırsa) o kimse onlardandır.”[44] hükmünce, umulur ki, bu zayıf ve âciz kul da o zümreye dâhil olur. Benim hâlim elindeki yün yumağıyla Yûsuf u’ın satıldığı çarşıya gelip bununla onu satın almak isteyen kocakarının hâline benzemektedir.”[45] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, mektup yazdığı talebelerinden, son nefesinde hüsn-i hâtime ile Allâh’a kavuşabilmesi için duâlar taleb etmiştir. Oğluna gönderdiği bir mektubunda şöyle buyurur: “Çocuklara merhamet edin ve onları Kur’ân okumaya teşvik edin! Üzerimizde hakkı olan kimseleri bizim adımıza râzı edin! Îman selâmetimiz için duâ ederek bize yardımcı olun!”[46]
AKLIN ACZİYETİ VE PEYGAMBERLİĞİN LÜZÛMU
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne göre akıl ve ilham; Allâh’ın zât ve sıfatlarını lâyıkıyla kavrayabilmekten, yakînî bilgiye ulaşmaktan, hakîkatleri kusursuz ve tam olarak bilmekten ve idrak kapasitesinin ötesindeki bilgilere ulaşmaktan âcizdir. Akıl ve ilhâmın elde ettiği neticeler ve ortaya koyduğu bilgiler; şüphe, tereddüt, hatâ, noksanlık ve yanılma tehlikelerinden hiçbir zaman tam olarak arınmış olamaz. O hâlde hayat ve kâinâtın mânâsını doğru bir şekilde anlamak ve Allah Teâlâ’yı aslî hakîkatine uygun bir şekilde tanımak; ancak mutlak hakîkatler menbaı olan vahiyden feyizlenmiş peygamberler vâsıtasıyla olabilir. Nasıl ki aklın kâbiliyeti ve kavrama gücü görme ve işitme gibi duyuların ötesinde ise, aynı şekilde peygamberliğin kâbiliyet ve salâhiyeti de aklın ötesindedir. Allâh’a tâzîm, ibadet, ilâhî emirlere itaat ve O’nu tanımanın en doğru yolunu ancak peygamberler gösterebilir. Aklı, hakîkatlere ulaşmada sonsuz kudret sahibi bir varlık zannederek her şeyi onunla ölçüp tartan feylesoflar, Allâh’ı tanıma hususunda gülünç hatâlara düşmüşlerdir. Nasıl ki saf ve mücerred akıl diye bir şey yoksa, nefsânî arzular ve dış tesirlerin doğru-yanlış yönlendirmelerinden âzâde, saf bir ilhamdan da söz edilemez. Hattâ bu, Ankâ Kuşu’na benzer, düşüncede vardır, hakîkatte ise yoktur. Hakîkatlerin içe doğduğunu iddiâ eden İşrâkîler ile bâzı riyâzatlarla sadece nefislerini arındıranlar da, aynı şekilde vehim, şüphe ve cehâletin tuzağına dûçâr olmuşlardır. Aklın, katıksız, kusursuz ve saf olması imkânsızdır.
Zira akıl; kanaatlerden, îman hâline gelmiş düşüncelerden ve dış tesirlerden müteessir olur. Hırs, öfke, heves gibi zaaflardan; unutma, dalgınlık ve hatâ gibi kusurlardan kurtulamaz. Onun ulaştığı pek çok hüküm, bu dış renklerle boyanmış ve karışmış olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple akıl, hatâsız bir kaynak değildir, bilâkis kifâyetsizdir. Buna karşılık peygamberlere vahiy getiren melek, bütün bu kusurlardan uzaktır ve hiçbir menfî tesire açık değildir. Bu sebeple yanılmaz ve kusursuz kaynak, sadece peygamberliktir. Peygamberlik olmadan gerçek nefs tezkiyesi de mümkün değildir.[47] Büyük İslâm âlimi, tarihçi ve sosyolog İbn-i Haldun bu hususta şöyle der: “Akıl sağlam bir terâzidir. Ama onunla Allâh’a ve âhirete âit meseleleri, peygamberlik hakîkatlerini, akıl ötesi hakîkatleri ölçemezsiniz. Bu boş bir gayret olur ve bir kişinin, «Ne kadar hassas tartıyor!» diye kuyumcu terazisinde dağları tartmak istemesine benzer. Terazinin sağlamlığına bir şey denilemez ama onun gücünün bir sınırı vardır. Aynı şekilde aklın «bilme, bulma, anlama» gücünün de bir sınırı vardır, onun dışına adım atamaz.”[48] Felsefe ve benzeri yollar, peygamberlerin tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi gayretleriyle hakîkati anlamak iddiâsındadırlar. Fakat bu hakîkatler, Allâh’ın kendilerine peygamberlik lûtfettiği müstesnâ kullarının aracılığı olmadan öğrenilemez. Onlar, bütün insanlık için Allâh’ın en büyük nîmetidir. Peygamberlerin, Allâh’ın zât ve sıfatları hakkında hiçbir karşılık beklemeden verdikleri o muhteşem ilmin bir zerresini bile insanlar, binlerce senelik felsefî düşünce, araştırma, inceleme, müşâhede ve nefsi arındırma yoluyla elde edemezler. “...İşte bu, Allâh’ın bize ve bütün insanlara bir lûtf u keremidir, fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Yûsuf, 38)[49]
KELİME-İ TEVHÎD’İN AZAMETİ
İmâm-ı Rabbânî g; “لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ” kelime-i tevhîdinin yüceliğini anlatırken şöyle buyurur: “Allah Teâlâ’nın gazabını teskin hususunda «لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» sözünden daha faydalı bir şey yoktur. Bu söz, cehenneme girmeye sebep olan gazabı teskin ediyorsa, başka gazapları daha çabuk teskin eder. Zira diğer gazaplar, cehennem azâbını doğuran gazaptan çok daha hafiftir. Nasıl teskin etmesin ki, kul bu sözü tekrarlayarak mâsivâdan yüz çevirmiş, onları reddetmiş ve kalbinin kıblesi Cenâb-ı Hak olmuştur. Zâten gazabın sebebi de, kulun müptelâ olduğu farklı farklı yönelişlerdir. Kelime-i tevhîd ile bunlar yok olduğuna göre gazap da sükûnete erecektir. Bu mânâya mecaz âleminden şöyle bir misâl verebiliriz: Bir kimse hizmetkârından rahatsız olsa ve ona gazaplansa, o esnâda hizmetkâr aklını kullanarak bütün meşgaleleri terk edip bütün varlığıyla efendisine yönelse, efendisinde hizmetkâra karşı tabiî olarak şefkat ve merhamet hisleri uyanır ve öfkesi sükûn bulur. «لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» sözünün, âhiret için saklanan ilâhî rahmetin yüzde doksan dokuzunun anahtarı olduğunu görüyorum.
Küfür karanlıklarını ve şirk tortularını bertaraf etmede bu güzel kelimeden daha tesirli bir şey olmadığını biliyorum… Kelime-i tevhîdin fazîleti karşısında şu dünyanın tamamı bile bir kıymet ifâde etmez! Keşke büyük bir okyanusa nisbetle bir damla hükmünde olabilseydi! (O kadar bile değildir.) Ancak bu kelime-i tayyibenin kıymet ve azameti, onu söyleyenin mânevî derecesi nisbetindedir. Söyleyenin derecesi ne kadar yüksek olursa bu kelimenin azameti de o kadar artmaktadır… Bir insanın bir köşeye çekilip mânevî hazzına vararak bu mübârek zikirle meşgul olmayı arzu etmesine denk olabilecek başka bir temennî şu dünyada yoktur. Ancak ne yazık ki her temennîye kavuşmak müyesser olmuyor. Bâzen gaflet hâli buna mânî oluyor ve halka karışmak gerekiyor.”[50] Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kelime-i tevhîdin mânâsını şöyle îzah eder: “«لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» zikrinden maksat, âfâkî ve enfüsî, yani dıştaki ve içteki bâtıl ilâhları yok etmektir. Âfâkî ilâhlar, Lât ve Uzzâ gibi, kâfirlerin bâtıl ilâhlarıdır. Enfüsî ilâhlar ise, nefse âit arzulardır. Nitekim Cenâb-ı Hak; «Nefsini ilâh edinen kişiyi gördün mü?..» (el-Câsiye, 23) buyurur. Şerîatin insanları mükellef tuttuğu ve kalben tasdîk etmekten ibâret olan «îman» için, âfâkî ilâhların yok edilmesi kâfîdir.
Enfüsî bâtıl ilâhların yok edilebilmesi için ise nefs-i emmârenin tezkiye edilmesi lâzımdır. Ehlullâh’ın yoluna girmenin gâyesi ve neticesi de budur. Hakîkî îmâna ulaşmak için, bu her iki türden bâtıl ilâhları yok etmek îcâb eder… Îmânın hakîkati, enfüsî ilâhları da bertaraf etmeye bağlıdır.”[51] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri evlâtlarını ısrarla zikre teşvik ederdi. Nitekim, oğlu Muhammed Mâsûm Hazretleri’ne yazdığı bir mektubunda şöyle buyurur: “Zaman, zikir zamanıdır. Bütün nefsânî arzularınızı «لَا» kelimesinin içine koyun ki onları kökünden yok edip geriye hiçbir arzu ve gâye bırakmayın… O’nun takdîrine râzı olun! Kelime-i tevhîd zikri esnâsında «اِلَّا اللّٰهُ: Sadece Allah vardır» sözüne geldiğiniz vakit, bütün bilinen ve hayâl edilenlerin ötesinde bulunan ve bizim için tam bir gayb olan Allâh’ın zâtından başka bir şey gönlünüze gelmesin! Evler, köşkler, çeşmeler, bahçeler, kitaplar ve diğer şeyler insanın zihnine kolayca geliverir. Bunlar sizin vaktinizi almasın!”[52] İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin dâimâ zikir hâlinde olmayı tavsiye ettiği ifâdelerinden bir kısmı da şöyledir: “Bu tarîkati isteyen kişi, hak ehlinin görüşleri istikâmetinde îtikādını düzeltip fıkhî hükümleri öğrenerek bildiklerinin îcâb ettirdiği şekilde amel ettikten sonra, bütün vakitlerini Allâh’ın zikrine sarf etmelidir. Ancak bu zikrin kâmil ve mükemmil bir şeyhten alınması şarttır. Çünkü kendisi noksan olan, başkalarını kemâle erdiremez…
Abdestli, abdestsiz, ayaktayken, otururken devamlı zikirle meşgul olmalıdır. Gelirken, giderken, yerken, yatarken aslâ zikri terk etmemelidir.”[53] “Mâlûmdur ki, bu dünya çalışma yurdudur, boş durma ve dinlenme yeri değildir. Gayretinizi tamamıyla çalışmaya yönlendirmelisiniz. Boş durmayı ve eğlenmeyi bir kenara bırakınız! Dilinizi «لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» zikri ile öylesine meşgul ediniz ki, lisânınız zaruret olmadıkça bu kelime-i tayyibenin dışında bir şey söylemesin! Zikir, hem dil hem de kalp ile hafî yolla yapılmalıdır… Tembellik ve gevşeklik, düşmanların nasîbi olsun! Amel-i sâlihler işlemeli, çalışmalı, yine çalışmalı…”[54] “Şunu iyi biliniz ki, sizin ve hattâ bütün insanların saâdet ve selâmeti, Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeye bağlıdır. İmkân nisbetinde bütün vakitleri Allah Teâlâ’nın zikri ile geçirmek îcâb eder. Bu hususta bir anlık gaflet bile doğru değildir.”[55]
HELAL LOKMA HASSASİYETİ
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur: “Size nasihatim, yediğiniz lokmaya dikkat etmenizdir. İnsanın, nereden gelirse gelsin, haram mı, helâl mi olduğunu düşünmeden her bulduğunu yemesi doğru değildir. Zira insan, dilediğini yapmak üzere başıboş bırakılmamıştır. Bilâkis onun bir Mevlâsı vardır. O, insanoğluna birtakım emir ve nehiylerde bulunmuştur. Âlemlere rahmet olan peygamberleri vâsıtasıyla, râzı olduğu ve olmadığı şeyleri beyân etmiştir. Mevlâsının rızâsına muhâlif arzular peşinde koşan, O’nun mülkünde O’ndan izinsiz tasarrufta bulunan kişi, ebedî saâdetten mahrumdur…”[56] “Beş vakit namazı cemaatle edâ etmek ve helâli haramdan ayırmak gerekir… Fânî lezzetlere ve yok olup gidecek nîmetlere dönüp bakmamalıdır.”[57]
SOHBETİN EHEMMİYETİ
İmâm-ı Rabbânî g Nakşibendiyye yolunda “sohbet”in çok mühim bir esas olduğunu sık sık hatırlatır ve şöyle buyururdu: “Bu tarîkatte, (mânen) faydalanma ve faydalandırmanın esas noktası sohbettir. Sohbette söz ve yazıyla iktifâ edilmez. (Bunlarla birlikte «kalbî beraberlik» de lâzımdır.)”[58] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Hâce-i Ahrâr g’ten şöyle nakleder: “Dervişlerle beraberdik. Cuma günü duâların kabûl edildiği vakitten söz açıldı. «Bu vakti yakalamak müyesser olursa Allah Teâlâ’dan ne istemek lâzımdır?» diye soruldu. Herkes bir şey söyledi. Sıra bana gelince şöyle dedim: «–O vakitte cem‘iyyet[59] erbâbının sohbeti istenmelidir. Zira bütün saâdetler onun içinde mevcuttur.»”[60] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, bir mektubunda da sohbetin ehemmiyetini şöyle ifâde buyurmuştur: “Fırsat (dünya hayatı) çok azdır. O hâlde bu fırsatı işlerin en mühimine sarf etmek zarurîdir. Bu da, kalbi dâimâ Allah ile olan sâlih insanların sohbetinde bulunmaktır. Ne olursa olsun hiçbir şeyi sohbete denk tutma! Görmüyor musun, sahâbe-i kirâm, Rasûlullah r Efendimiz ile sohbetleri sâyesinde peygamberler dışındaki herkesten üstün oldular. Ashâbın dışındakiler -ister Veysel Karanî olsun, isterse Ömer bin Abdülazîz- hepsi de sahâbeden aşağı derecededirler. Hâlbuki bu sâlih insanlar en üst derecelere ulaşmış ve Efendimiz r ile sohbetin dışında bütün kemâlâtın zirvesine ermişlerdir… Eğer Veysel Karanî Hazretleri, sohbetin bu derece üstün olduğunu bilseydi, hiçbir mânî onu Efendimiz’in sohbetinden alıkoyamazdı ve o, bu fazîlete hiçbir şeyi tercih etmezdi.”[61]
FIRSATI DEĞERLENDİRMEK
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şu kısacık dünya hayatını büyük bir fırsat olarak telâkkî eder ve talebelerine onu en güzel şekilde değerlendirmelerini tavsiye ederdi. Bir mektubunda şöyle buyurur: “Kıymetli evlâdım! Fırsat ganimettir. Ömrün bir ânını bile faydasız işlerle geçirmemek îcâb eder. Bilâkis bütün hayatı Hak Teâlâ’nın rızâsı istikâmetinde kullanmak lâzımdır. Beş vakit namazı cem‘iyyet ve cemaat hâlinde, tâdil-i erkâna riâyetle edâ etmek gerekir. Teheccüd namazını ihmâl etmemek ve seher vakitlerinde istiğfar fırsatını yok yere kaçırmamak îcâb eder. Tavşan uykusuna aldanmamalı, kendimizi anlık hazlara kaptırmamalıyız. Ölümü sıkça tefekkür edip âhiret endişe ve korkularını dâimâ gözümüzün önünde tutmalıyız. Velhâsıl dünyadan yüz çevirmeli ve âhirete yönelmeliyiz. Dünya ile alâkamız zaruret miktârı olmalı, kalan vakitlerin hepsini âhiret işlerine ayırmalıyız. Netice olarak şunu diyebiliriz ki; kalbimizi Allâh’ın dışındakilere esir olmaktan kurtarmalı, zâhirimizi de şer’î hükümlere göre tezyîn etmeliyiz. Asıl iş budur, gerisi boştur.”[62] Diğer mektuplarında da şöyle buyurur: “«Tamamı elde edilemeyen bir şey, bütünüyle terk edilmez.» kâidesi gereğince birkaç günlük hayatımızı, gücümüz nisbetinde Peygamber Efendimiz r’e tâbî olarak geçirmeliyiz. Âhiret azâbından kurtulmak ve ebedî nîmetlere kavuşmak, bu tâbî olma saâdetine bağlıdır.”[63] “En güzel amel işleme zamanı, şüphesiz ki gençlik devridir. Akıllı kişi, hayatının bu dönemini zâyî etmeyip fırsatı değerlendirir. Çünkü insanın ihtiyarlık çağına ulaşacağı kesin değildir.
Ulaşsa bile acziyetin ve ihtiyarlığın pençesine düştüğünde, amel-i sâlihleri lâyıkıyla yerine getirmesi çok zordur. Ama gençlikte cem’iyyet hâli (kalbi Allâh’a verebilmek) daha kolay elde edilir… Zaman, fırsatları değerlendirme zamanıdır, güç ve iktidar devridir. O hâlde bugünün işini yarına bırakmanın ve «sonra yaparım» düşüncesine kapılmanın ne mâzereti olabilir ki? Hangi özür bu ihmâli meşrûlaştırabilir?”[64] “Aziz kardeş! Zaman, çalışma zamanıdır, konuşma zamanı değil. Zâhir ve bâtın ile gönlü Cenâb-ı Hakk’a bağlamak gerekir. Allâh’ın izni olmadan O’ndan başkasına bakmamak lâzımdır. Asıl iş budur, gerisi boştur.”[65] “Aziz dostum! Amellerle meşgul olacağımız vakitler geçiyor. Her an ömrümüzün bir parçası eksiliyor ve Allah tarafından tâyin edilen ecelimiz yaklaşıyor. Eğer bugün uyanamazsak yarın için elimize geçecek tek şey, hasret ve pişmanlık olabilir. Bu sayılı günlerde yüce şerîate uygun amel-i sâlihler işlemeye îtinâ gösterelim ki kurtulmaya ümidimiz olsun. Vakit amel vaktidir, istirahat vakti değildir. Zira istirahat, amelin meyvesidir. Amel henüz önümüzdedir. Amel işleme vaktinde istirahate çekilmek, ekini zâyî etmek ve onu kurutmaktır.”[66]
NEFSÂNİYETİ TERK ETMEK
Benlik ve nefsâniyeti terk etmek, mânevî terakkînin ilk şartıdır. Nefsâniyet terk edilmeden ilâhî muhabbete nâil olunamaz. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hakîkati şöyle ifâde eder: “Kalp bir anda iki şeyi sevemez. Kalbin muhabbet bağı bir şeye bağlanınca, orada başka bir muhabbete yer kalmaz. Kişinin birden çok arzusunun bulunması ve sevgisinin mal, evlât, riyâset, övülmek ve insanlar arasında üstün olmak gibi muhtelif şeylere bağlanması durumunda da sevdiği şey aslında bir tânedir, o da nefsidir (benliğidir). Bunları sevmesi, aslında nefsine olan sevgisinin bir ifâdesidir. Çünkü bu kişi onları kendilerinden dolayı değil, nefsi için sever. Nefsine karşı muhabbeti yok olunca diğerlerinin sevgisi de yok olur. Bu sebeple: «Kul ile Rabbi arasındaki perde, dünya değildir, kulun kendi nefsidir.» denilmiştir. Yani kulun esas murâdı ve arzusu sadece nefsidir. Bunun zarurî neticesi olarak perde de, kulun nefsi olmaktadır. Kul, nefsânî arzularından tamamen sıyrılmadıkça Rabbinin muhabbetini kalbine yerleştiremez.”[67] Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Hakk’a yakınlık ne yukarı çıkmak, ne de aşağı inmekle olur. Allâh’a yakınlık, ancak nefsâniyet bağından kurtulmakla olur.”[68] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kalbi fânî varlıkların muhabbetinden kurtarıp ilâhî muhabbete istikâmetlendirebilmek için, evlâtlarına şu tavsiyede bulunurdu: “Allâh’ın râzı olduğu şeylerden başka hiçbir şeyden râzı olmayın, onları arzu etmeyin! Bunlar, bizim dünyadan çekip gitmemizle sona ereceğine göre, şimdiden onları terk edelim! Bunları gözümüzde büyütmeyelim. Allah dostları bunları kendi arzularıyla terk ederler.”[69]
İMAM RABBANİ HAZRETLERİNİN BAZI NASİHATLERİ
“Zekât verilmesi gereken mal ve hayvanların zekâtını hakkıyla vermeli ve bu vesîleyle mal sevgisini gönlümüzden çıkarmalıyız. Leziz yiyecekler ve güzel elbiseler hususunda nefsin hazzını ön plânda tutmamalıyız. Yiyecek ve içeceklerde ibadetlere güç kazanmaktan başka bir niyet taşımamalıyız. Güzel elbiseler giyerken de; «...Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyiniz!..» (el-A‘râf, 31) âyetinde emrolunan süslenmeye niyet etmeli, insanlara gösteriş yapmak gibi bir gâyemiz olmamalıdır. Zira dînimiz bu davranışı yasaklamıştır. Eğer hakîkî mânâda böyle bir niyete sahip olamıyorsak kendimizi buna zorlamalı ve bu niyetin hakîkatine ulaşabilmek için devamlı Allâh’a duâ etmeliyiz.”[70] “Oturup kalkmamızda; kısacası bütün davranışlarımızda Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmayı hedeflemeli ve şerîate uygun hareket etmeliyiz. Her hâlimizde şer’î hükümler bize fiilî kıstas olmalıdır. İçimiz de dışımız da Hak Teâlâ ile birlikte olmalıdır. Meselâ baştan aşağı gaflet hâli olan uykuya dalmak istediğimizde, yarınki ibadetlerimizi daha güzel ve zinde olarak yapabilmek için istirahat etme niyetini taşımalıyız. Bu maksatla yatıldığında, uyku da baştan sona ibadet olur. Nitekim «âlimlerin uykusunun ibadet olduğu»[71] rivâyet edilmiştir.”[72] “Yavrum! Esas mesele, mübahların fazlasından kaçınmak ve zaruret miktârıyla iktifâ etmektir. Onları da, Allah Teâlâ’ya kulluğumuzu hakkıyla îfâ edebilmek için kuvvet ve kalp uyanıklığı kazanmak niyetiyle kullanmak gerekir.”[73] “Vakitleri oyun ve eğlenceyle geçirmemek îcâb eder...
Yasaklanmış işler bir yana, boş işlerle bile ömrü ziyan etmemelidir. Sakın ola ki, çalgıya ve nağmeye rağbet edip onlardan lezzet alarak büyük bir aldanışa sürüklenmeyin! Çünkü (nefsâniyeti tahrîk eden) çalgı, bala bulanmış zehirdir. Gıybetten ve kovuculuktan kaçının! Zira bu iki çirkinliği işleyenler hakkında ağır tehditler vârid olmuştur. Yalan ve iftirâdan kaçınmak da çok mühimdir. Bu iki rezillik, bütün dinlerde haramdır. Bunları işleyenler büyük tehditlere muhâtaptır. Halkın kusurlarını ve mahlûkâtın günahlarını örtmek, hatâlarını bağışlamak, büyük işlerdendir.”[74] “Şunu iyi biliniz ki kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O’nun mukaddes zâtına kalpten daha yakın bir şey yoktur. O hâlde ister mü’min olsun ister âsî, kalbe eziyet etmekten sakınınız! Çünkü komşu âsî de olsa himâye edilir. Aman bundan uzak durun! Zira küfürden sonra, kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka bir günah yoktur. Zira kalp, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilen varlıkların en yakınıdır.”[75]
İMAM RABBANİ HAZRETLERİNİN VEFATI
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri vefâtından birkaç ay önce nefes darlığı çekmeye başladı. Son günlerinde evlâtlarına: “–Kıymetli evlâtlarım! Şu dünyaya karşı hiçbir nazarım ve bağlılığım kalmadı. Artık ebedî âlemin düşüncesi bana hâkimdir. Yolculuk günümün yakın olduğu anlaşılıyor.” buyurdu. Sonra da dışarıyla bütün münâsebetlerini keserek tek başına kalmayı tercih etti. Beş vakit namaz ve cuma hâricinde dışarıya çıkmıyordu. Bütün vakitlerini zikir, istiğfar ve zâhirî-bâtınî meşgûliyetlerle geçiriyordu. Bu hâl; “Rabbinin ismini zikret ve mâsivâdan kesilerek bütün varlığınla O’na yönel!” (el-Müzzemmil, 8) âyet-i kerîmesinin hayata tatbîki idi. Allâh’a kavuşma iştiyâkıyla çoğu zaman gözyaşları döküyor ve; “اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ الأَعْلَى: Allâh’ım! En yüce dostlarının arasına katılmak istiyorum!” sözünü dilinden düşürmüyordu. Bu arada birkaç günü sıhhat içinde geçti. Yaralı ve kederli gönüller biraz sükûn buldu. O ise: “–Hastalığımda hissettiğim mânevî hazzı, şu sıhhatli günlerimde hissetmiyorum!” buyurdu. O günlerde bol bol sadakalar verip hayırlar yaptı. Yakın dostlarından biri, bu sadaka ve hayrâtın çokluğunu görünce: “–Bütün bunlar belâların giderilmesi için midir?” diye sordu. Hazret-i İmâm: “–Hayır, bilâkis vuslat şevkiyledir!” buyurdu. Evlâtları bir gün onun ağladığını gördüler. Sebebini sorduklarında Hazret: “–Allah Teâlâ’ya kavuşmanın sevinciyle ağlıyorum!” buyurdu. Oğulları: “–Âdetiniz olmadığı hâlde, bizleri son günlerde iltifatlarınızdan mahrum bırakıyorsunuz. Bunun sebebi nedir?” dediklerinde buyurdu ki: “–Allah Teâlâ sizlerden çok daha fazla sevgilidir!” Son günlerinde Allah Teâlâ’nın sonsuz ikramlarını ve hesâba gelmez nîmetlerini anlatıp durdu. Bütün kıyafetlerini muhtaçlara dağıttı. Üzerinde hiçbir pamuklu elbise olmadığından, soğuk havanın tesiriyle tekrar ateşi yükseldi.
Rasûlullah r Efendimiz, vefâtından evvel biraz iyileşip tekrar ağırlaştığı gibi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin de yeniden sıhhati bozuldu. Böylece bu sünneti de yaşamış oldu. Tâkatinin tükendiği o günlerde bile cemaatsiz namaz kılmadı. Dâimâ duâ ve zikirle meşgul oldu, murâkabeye hiç ara vermedi. Şerîat ve tarîkatin emir ve prensiplerinden bir an bile gâfil kalmadı. Son gecesine kadar teheccüde devam etti. Etrâfındakilere Sünnet’e bağlılığı, bid’atlerden sakınmayı, zikir ve murâkabeye devam etmeyi tavsiye ediyor ve şöyle buyuruyordu: “–Bu şerîatin sahibi olan Rasûlullah r Efendimiz; «Din nasihattir.» buyruğuna uygun olarak ümmetinin hayrına çalışmaktan ve onların ıslâhına gayret etmekten bir an bile geri durmamıştır. Mûteber din kitaplarına tam uymalı ve ona göre amel etmelidir. Benim techiz ve tekfin işlerimde tamamen sünnete göre hareket ediniz. Hiçbir sünneti terk etmeyiniz!” Zevcesine de: “–Benim âhirete irtihâlim senden önce olacak gibi! Techiz ve tekfin işlerini kendi mihrinden yaptırıver!” ricâsında bulundu. Zira en helâl mallardan biri, kadının mihridir. Abdestli olarak vefât edebilmek için dâimâ abdestli duruyordu. Son anlarında yatağına yatırılınca sünnete uygun olarak sağ yanağının altına sağ elini koyup zikirle meşgul oldu. Oğulları hızlı nefes alışını görünce: “–Nasılsınız?” diye sordular. Hazret: “–Biz iyiyiz.” buyurdu.
Bundan sonra Lâfza-i Celâl’i (Allah ismini) zikretmekten başka hiçbir şey söylemedi. Bir müddet sonra da canını Cânân’ına teslîm eyledi. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, 28 Safer 1034 (10 Aralık 1624) tarihinde 63 yaşında fânî hayata vedâ etti. Mübârek naaşı yıkanmaya getirilince insanlar İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin ellerini namazdaki gibi bağladığını gördüler. Ellerini çözüp düzelttiler; fakat yıkadıktan sonra ellerinin tekrar bağlandığını gördüler. Kefenlendikten sonra yine ellerinin sünnete uygun olarak bağlandığı görüldü. Evlâtları: “–Mâdem ki İmâm Hazretleri böyle istiyor, böyle bırakalım!” dediler. İnsanlar ağlıyor; Hazret-i İmâm’ın mübârek yüzü ise târifsiz bir tebessümle aydınlanıyordu. Şâirin şu güzel tasvîri, âdeta onun hâlini anlatıyordu: Seni annen doğurup attığı gün dünyaya, Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda, Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin; Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda... Yıkanıp kefenlenme işlemi tamamen sünnete uygun yapıldı ve doğum yeri olan Hindistan’ın Sirhind kasabasına defnedildi.[76] İmâm-ı Rabbânî Hazretleri sırf kendi devrinde değil, kendinden sonraki bütün asırlarda ve dünyanın her yerinde ismi geçen ve pek çok insanı irşâd eden bir Allah dostudur. Bugün de hâlâ eserleriyle insanları irşâda devam etmektedir.
İMAM RABBANİ HAZRETLERİNİN KABRİ NEREDE?
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin kabr-i şerifi Hindistan’ın kuzeyindeki Serhend şerinde bulunmaktadır.
İMAM RABBANİ HAZRETLERİNİN HİKMETLİ SÖZLERİ
- Peygamberlere uymak, kişiyi yüksek derecelere ulaştırır; asfiyâ, yani gönlü saf olan büyüklere tâbî olmak, büyük mertebelere vâsıl eder. Hazret-i Ebûbekir dâimâ Peygamber Efendimiz’e tâbî olarak O’nu tasdîk etme saâdetine koştu ve sıddîkların başı oldu. Lânetli Ebû Cehil ise tâbî olma kâbiliyetini nefsânî arzularının mezbelesinde ziyan ettiği için mel’unların önderi oldu.”[77]
- “Âlimlerin dünyaya olan düşkünlüğü, güzel yüzleri üzerinde bir lekedir. Bu gibi âlimlerin ilmi, halka fayda verse de kendilerine fayda sağlamaz. Her ne kadar dînin güçlenmesi bunların omuzlarına bırakılmışsa da buna îtibâr edilmez. Zira dîni takviye, bâzen zâlim ve günahkâr kimselerin eliyle de olabilir… Hâlbuki âlimler dünyaya düşkünlük göstermez ve makam, riyâset, mal ve üstünlük sevdâsını bertaraf edebilirlerse, işte onlar, âhiret âlimleri ve peygamber vârisi olurlar. Ayrıca onlar, mahlûkâtın en üstünüdürler.”[78]
- “Dünya âhiretin tarlasıdır. O tarlayı ekmeyip verimli toprağını boş bırakan ve amel tohumlarını zâyî eden kişiye yazıklar olsun! Bilmek gerekir ki, toprağın boş bırakılıp zâyî edilmesi ya oraya hiçbir şey ekmemekle olur, ya da oraya çürük ve bozuk tohum atmak sûretiyle olur. (Yani kişi ya ömrünü boş geçirmek ya da nefsânî arzularla ziyan etmek sûretiyle ebedî hüsrâna düşer.) Herkesçe mâlûmdur ki, zâyî etmenin bu ikinci kısmının zararı, birinci kısma göre daha fazladır.”[79]
- “Müstehapların yerine getirilmesi hususunda gevşeklik gösterilmemelidir. Zira müstehaplar Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ve râzı olduğu şeylerdir. Kişi, yeryüzünün bir köşesinde Hak Teâlâ’nın sevdiği ve râzı olduğu bir ameli bilir ve onu yapma imkânı olursa bunu ganimet bilmelidir. Bu durum, birkaç kırık saksı parçası ile değerli taşları satın alan kişinin hâline benzer.”[80]
- “Bilesin ki, husûsî bir hâdise üzerine nâzil olan bir sûre veya âyet, onu okuyan kişiye o mevzuda tam bir fayda sağlar. Meselâ nefs tezkiyesiyle alâkalı bir âyeti okumanın, nefsi kötü huylardan arındırmada büyük bir tesiri vardır. Diğerleri de bu şekildedir.”[81]
- “Bu fakire göre insanların üstünlüğünün sebebi, dîni desteklemeleri ve dînin hükümlerini tebliğ için malı ve canı fedâ hususunda öncü olmalarıdır. Rasûlullah r Efendimiz bu hususta herkesten daha önde olduğu için, her mü’mine emsalsiz bir örnek olmuştur. Aynen bunun gibi, dîni destekleme ve tebliğ hususunda öncü olan diğer kişiler de arkadan gelenlere örnek olmuşlardır.”[82]
[Cenâb-ı Hak kullarına şu duâyı tâlim buyurur: “…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler ihsân eyle ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 74) Yani takvâ sahibi olmak kâfî değildir, takvâda önder olmaya gayret etmek lâzımdır.]
- “İnsanın yaratılış gâyesi, kulluk vazifelerini yerine getirmektir. Kime yolun başında veya ortasında aşk ve muhabbet bahşedilirse, bundan maksat, Hak Teâlâ’nın dışındakilerden alâkayı kesmesini sağlamaktır. Yoksa aşk ve muhabbetin kendisi asıl maksat değildir. Bilâkis bunlar, kulluk makâmını elde etmek için birer vâsıtadır. Sâlik, mâsivânın esâret ve kulluğundan tamamen kurtulduğu takdirde ancak Allah Teâlâ’nın kulu olabilir. Velâyet mertebelerinin en üstünü de ubûdiyet (kulluk) mertebesidir. Velâyet mertebeleri içerisinde bundan daha üstün bir makam yoktur.”[83]
- “İnsanın yaratılışındaki maksat, kendisine emredilen ibadetleri yerine getirmektir. İbadetlerin edâsından maksat da îmânın hakîkati demek olan «yakîn»i elde etmektir.”[84]
- “Muhabbette hîleye yer yoktur. Çünkü seven, artık sevgilisine tutkun bir kara sevdâlı olup ona muhâlefet edemez ve sevgilisinin muhâliflerine de aslâ meyledemez. Onlara hiçbir şekilde tâviz veremez.”[85]
- “Allah Teâlâ, siyah-beyaz bütün ırklara gönderilen Beşeriyetin Efendisi r hürmetine bizi ve sizi yaşanmayan sözden, amelsiz ilimden kurtarsın! Âmîn!..”[86]
[1] Kişmî, Berekât-ı Ahmediyye, s. 128; Bedreddîn Sirhindî, Hazarâtü’l-Kuds, II, 31-32. [2] Kişmî, a.g.e, s. 138-140; Bedreddîn Sirhindî, a.g.e, II, 34. [3] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 726, no: 234; II, 319, no: 290. [4] Bedreddîn Sirhindî, a.g.e, II, 37-38. [5] Kişmî, Berekât, s. 144, 148-152. [6] Kişmî, Berekât, s. 144. [7] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 30, no: 67. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu gibi âlimler hakkında şöyle buyurur: “Ehl-i İslâm’ın, müslüman olan sultâna yardım etmeyi kendilerine bir borç bilmesi lâzımdır. Şerîati yüceltme ve dîni güçlendirme hususunda sultânı yönlendirmeleri îcâb eder. Sultâna olan bu destekleri gerek sözlü gerekse fiilî olabilir. En âcil destek, sözlü olanıdır. Bunun da en iyisi, şer’î meseleleri beyan ve akāid esaslarını Kur’ân, Sünnet ve İcmâ-ı Ümmet’e uygun bir şekilde îzah etmektir. Böylece aradan birtakım sapık ve bid’atçilerin çıkıp yolu tıkamasına ve durumu bozmasına mânî olunur. Bu nevî yardım, âhireti gözeten Ehl-i Sünnet âlimlerine mahsustur. Zira bütün gayreti dünyalık peşinde koşmak ve basit menfaatler elde etmek olan âlimlerle beraber olmak, öldürücü zehirdir. Bunların fesâdı başkalarına da sirâyet etmektedir. Nitekim geçen asırda ne musîbetler geldiyse hep bunların fenâlığından geldi. Önceki sultânı hak yoldan çıkaranlar bunlardı. Sadece sultânı saptırmakla kalmamış, sapıklığa düşen yetmiş iki fırkanın hepsinin önderi mutlakâ bu kötü âlimler olmuştur. Kötü âlimler kadar sapıklığı diğer insanlara geçen başka biri yok denecek kadar azdır. Günümüzde sûfîlere benzeyen çoğu câhiller de kötü âlimler hükmündedir. Zira onların bozuk fikirleri de başkalarına tesir etmektedir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 243, no: 47) [8] Müceddidî, Ravzatü’l-Kayyûmiyye, I, 221-227; Muhammed Halîm Şarkpûrî, İmâm-ı Rabbânî (trc. Ali Genceli), Konya 1978, s. 29-33. [9] Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 156. [10] Bedahşî, Menâkıbu’l-Hazarât, vr. 39a-40b. [11] Bedahşî, a.g.e, vr. 41a; Muhammed Murâd Kazânî, Tercümetü Ahvâli’l-İmâmi’r-Rabbânî, Mu‘arrabu’l-Mektûbât (ed-Dürerü’l-Meknûnâti’n-Nefîse), Mekke 1317 kenarında, I, 58-59; Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İstanbul 2005, s. 29. [12] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 180, no: 5; III, 182, no: 6. [13] Bedahşî, a.g.e, vr. 41a-41b. [14] Halil İbrahim Şimşek, Osmanlı’da Müceddidîlik, İstanbul 2004, s. 66-67. [15] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 318, no: 43. [16] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 206, no: 36. [17] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V, 345. [18] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 346, no: 84. [19] İmâm-ı Rabbânî, Ma‘ârif-i Ledünniyye, s. 71, 25. kısım. [20] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 219, no: 41. [21] İmâm-ı Rabbânî, Mükâşefât-ı Ayniyye, s. 29. [22] Kişmî, a.g.e, s. 197-212; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 182-188. [23] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 105, no: 260. [24] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, II, 540, no: 25. [25] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, II, 551, no: 30. [26] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, II, 174, no: 266. [27] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 87-88, no: 87. [28] İmâm-ı Rabbânî, Mebde ve Meâd, s. 36, 10. kısım. [29] Bedreddîn Sirhindî, a.g.e, II, 89. [30] Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 182. [31] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 235, no: 278. [32] Kişmî, Berekât, s. 197. [33] Kişmî, Berekât, s. 198; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 180-181. [34] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 418, no: 114. [35] Bu izni alan Muhammed Sâlih Kûlâbî, Hidâyetü’t-Tâlibîn veya Hediyyetü’t-Tâlibîn ismiyle bir eser te’lif etmiştir. Bkz. Beyazıt Devlet Ktp., Beyazıt bölümü, nr. 3823, vr. 1a-17a. [36] Kişmî, Berekât, s. 201. [37] Kişmî, Berekât, s. 291. [38] Kişmî, Berekât, s. 217. [39] Kişmî, Berekât, s. 217. [40] Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 187-188. [41] Kişmî, Berekât, s. 199. [42] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 120, no: 261. [43] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 118, no: 11. [44] İbn-i Mübârek, Kitâbü’z-Zühd, I, 12; Zeyla’î, Nasbu’r-Râye, IV, 346; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 374. [45] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 244, no: 47. [46] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 169, no: 2. [47] Bkz. İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, II, 150, no: 266; III, 239-242, no: 23; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 203-204, 227. [48] İbn-i Haldûn, Mukaddime, s. 473. [49] Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 211-212. [50] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, II, 591-594, no: 37. [51] Maârif-i Ledünniyye, s. 69, 24. Bölüm. [52] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 169, no: 2. [53] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 454, no: 84. [54] İmâm-ı Rabbânî, Mükâşefât-ı Gaybiyye, 29. kısım. [55] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 569, no: 190. [56] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 44, no: 69. [57] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 467, no: 143. [58] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 396, no: 69. [59] Cem‘iyyet: Sâlikin bütün himmetini Allâh’a teveccüh noktasında toplaması ve mâsivâyı terk edip sadece O’nunla meşgul olması hâlidir. Diğer bir ifâdeyle, kalpte hâsıl olan mânevî toparlanma, huzûr ve Allah Teâlâ ile beraberlik hâlidir. [60] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 398, no: 70. [61] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 428, no: 120. [62] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, II, 552, no: 31. [63] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 298, no: 70. [64] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 307, no: 73. [65] İmâm-ı Rabbânî, Mükâşefât-ı Gaybiyye, 20. kısım. [66] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 91, no: 89. [67] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 163-164, no: 24. [68] Mevlânâ, Mesnevî, c. 3, beyt: 4514. [69] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 170, no: 2. [70] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 298, no: 70. [71] Bkz. Deylemî, el-Firdevs, nr. 6731. [72] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 224, no: 17 [73] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 306, no: 73. [74] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 292, no: 34. [75] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 326, no: 45. [76] Bkz. Kişmî, Berekât, s. 300-315; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 174-179; Bedreddîn Sirhindî, Visâl-i Ahmedî (nşr. Gulâm Mustafa Hân), Karaçi 1388/1968, s. 6, 12, 26. [77] İmâm-ı Rabbânî, Mebde ve Meâd, 51. kısım. [78] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 197-199, no: 33. [79] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 159, no: 23. [80] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, II, 172, no: 266. [81] İmâm-ı Rabbânî, Mükâşefât-ı Gaybiyye, 11. kısım. [82] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 141, no: 99. [83] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 180, no: 30. [84] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 369, no: 97. [85] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 514, no: 165. [86] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, I, 159, no: 23. Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları