İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin Sohbeti

İHSAN

İmâm-ı Rabbânî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.

İmâm-ı Rabbânî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir:

AŞK VE MUHABBET KULLUK İÇİN VASITADIR

Şerîatin üç kısmı vardır: İlim (akâid ve fıkıh), amel ve ihlâs (tasavvuf). Bu üçü gerçekleşmeden şerîat tahakkuk etmez. Şerîat ne zaman yaşanırsa, işte o zaman bütün dünyevî ve uhrevî saâdetlerin üzerinde olan Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı kazanılmış olur. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Allâh’ın rızâsı en büyüktür…” (Tevbe, 72)

Şerîat, bütün dünyevî ve uhrevî saâdetleri temin etmektedir. Şerîatin ötesinde, ihtiyaç duyacağımız başka bir gâye yoktur. Sûfîlerin teksîf olduğu tarîkat ve hakîkat ise, şerîatin hâdimleridir. Bunlar şerîatin üçüncü kısmı olan ihlâsı tamamlarlar. O hâlde bunları elde etmekten maksat, şerîati tamamlamaktır, yoksa şerîatin ötesinde başka bir şey değildir.

Seyr u sülûk esnâsında sûfîlere verilen hâller, ilhamlar, mânevî ilim ve mârifetler, asıl maksat değildir. Bilâkis onlar, tarîkat çocuklarının terbiye edildiği vehimler ve hayâllerdir. Bütün bunlardan geçip, sülûk ve cezbe makamlarının nihâyeti olan rızâ makâmına ulaşmak gerekir. Çünkü tarîkat ve hakîkat menzillerini aşmanın gâyesi, rızâ makâmına ulaşmak için lâzım olan ihlâsın tahsilinden başka bir şey değildir.

İnsan için ilim zarurîdir. Lâkin ilmin, kulu takvâya, yani Allah korkusuna erdirmesi ve mârifetullâh’a götürmesi lâzımdır. Zîra âyet-i kerîmede buyrulur: “...Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan (hakkıyla) korkarlar...” (Fâtır, 28) Kul, ilmiyle amel etmelidir, ancak amelleri de ihlâsla yapması îcâb eder. Zîra ameller ancak ihlâsla kabûl edilir. Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri şöyle buyurur: “Bütün insanlar ölüdür, âlimler bundan müstesnâdır. Bütün âlimler uykudadır, ilmiyle âmil olanlar bunun dışındadır. İlmiyle amel edenlerin de aldanma ihtimâli vardır, ancak ihlâslılar müstesnâdır. İhlâslılar da (dünyada her an) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar…” Hâsılı ilim, amel ve ihlâs, birbirini tamamlayan unsurlardır.

Îtikad ve amele dâir iki kanat elde ettikten sonra, Hak Teâlâ’nın lûtuf ve inâyetiyle takvâ ehli kişilerin yüce yoluna girmek îcâb eder. Bu yola girmenin gâyesi, îtikad ve amel hususunda bildirilenlere ilâvede bulunmak veya onların hâricinde yeni bir şeye ulaşmak değildir. Zîra böyle bir şey, ayak kaymalarına götüren, asıl maksattan uzak beklentilerdendir. Tasavvufa girmekten maksat ise, îtikâdın şek ve şüphe ile sarsılmaması için yakîn ve itmi’nân kazanmaktır… Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “…Âgâh olun, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle tatmin olur!” (Ra‘d, 28)

Tasavvufa girmenin bir diğer maksadı da, sâlih amelleri rahat ve kolay bir şekilde yapabilmek ve nefs-i emmâreden kaynaklanan tembellik, inat ve zıtlaşmayı yok etmektir. Sûfîlerin yoluna girmekten maksat, gayb âlemine âit birtakım sûretleri ve şekilleri müşâhede etmek, keyfiyete bağlı olmayan bâzı renkleri ve nurları görmek de değildir. Zîra bütün bunlar, oyun ve boş işler sınıfına dâhildir. Görünen âlemdeki nurların ve sûretlerin ne kusuru var ki, insan bunları bırakıp da, birtakım riyâzet ve mücâhedeleri yaparak gayb âlemine âit sûretleri ve nurları görmeyi arzulasın! İki âlemdeki sûretler ve nurlar da Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı şeylerdir ve Allah Teâlâ’nın varlığının delillerindendir.

Seyr u sülûk’ten maksat, icmâlî (özet) olan bilgiyi tafsîlâtlı hâle getirmek, delil ile bilineni keşif ile bilmektir. Buna göre tarîkat, şerîatin hakîkatine ulaşmaktır, yoksa şerîat ve hakîkatten farklı bir şey değildir. Bâtın, zâhirin tamamlayıcısı ve kemâle erdiricisidir. Bu sebeple şerîatin zâhirine ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin icmâına (üzerinde ittifak ettikleri hükümlere) aykırı olan keşifler, kabûle lâyık değildir.

Mânevî hâller, şerîate bağlıdır; şerîat hâllere bağlı değildir. Çünkü şerîat sağlam ve kesindir, doğruluğu vahiyle sâbittir. Hâller ise zannîdir, keşif ve ilhamla sâbittir. Bir vakit farz namazı cemaatle edâ etmek, binlerce çile doldurmaktan daha fazîletlidir. Bununla birlikte, şer’î esaslara riâyetle birlikte yapılan zikir ve tefekkürler de çok fazîletli ve ehemmiyetlidir.

Bu tarîkati isteyen kişi, hak ehlinin görüşleri istikâmetinde îtikâdını düzeltip fıkhî hükümleri öğrenerek bildiklerinin îcâb ettirdiği şekilde amel ettikten sonra, bütün vakitlerini Allâh’ın zikrine sarf etmelidir. Ancak bu zikrin kâmil ve mükemmil bir şeyhten alınması şarttır. Çünkü kendisi noksan olan, başkalarını kemâle erdiremez… Abdestli, abdestsiz, ayaktayken, otururken devamlı zikirle meşgul olmalıdır. Gelirken, giderken, yerken, yatarken aslâ zikri terk etmemelidir.

“Lâ ilâhe illallah” sözünün, âhiret için saklanan ilâhî rahmetin yüzde doksan dokuzunun anahtarı olduğunu görüyorum. Küfür karanlıklarını ve şirk tortularını bertaraf etmede bu güzel kelimeden daha tesirli bir şey olmadığını biliyorum. Kelime-i tevhîdin fazîleti karşısında şu dünyanın tamamı bile bir kıymet ifâde etmez! Keşke büyük bir okyanusa nisbetle bir damla hükmünde olabilseydi! (O kadar bile değildir.) Ancak bu kelime-i tayyibenin kıymet ve azameti, onu söyleyenin mânevî derecesi nisbetindedir. Söyleyenin derecesi ne kadar yüksek olursa bu kelimenin azameti de o kadar artmaktadır.

Bir insanın bir köşeye çekilip mânevî hazzına vararak bu mübârek zikirle meşgul olmayı arzu etmesine denk olabilecek başka bir temennî şu dünyada yoktur. Ancak ne yazık ki her temennîye kavuşmak müyesser olmuyor. Bâzen gaflet hâli buna mânî oluyor ve halka karışmak gerekiyor.

Yavrucuğum! Vakitlerimizi dâimâ Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeye harcamalıyız. Alışveriş bile olsa, yüce şerîate uygun olarak yapılan her iş zikir kabûl edilir. O hâlde bütün hâl ve hareketlerimizde şer’î hükümlere riâyet edelim ki bunların hepsi zikir sayılsın. Zîra zikir, gafleti bertaraf etmektir. Ne zaman bütün fiillerimizde İslâmî emir ve nehiylere uyarsak, işte o zaman emir ve nehiylerin sahibinden gâfil kalmamış ve O’nu dâimâ zikretmiş oluruz.

Ey kardeşim! İki şeyde gevşeklik olmadıkça mesele yoktur. Birisi; şerîat sahibi Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in izinden gitmek, diğeri de (seni irşâd eden) şeyhe karşı ihlâs ve muhabbet. Bu ikisi varken binlerce karanlık çökse zararı yoktur. Fakat -Allah muhâfaza buyursun- bu iki şeyden birinde noksanlık zuhûr ederse, kişi dâimî zikir ve murâkabe hâlinde olsa bile bu, hüsran üstüne hüsrandır. Zîra onun zikir hâli, bir istidrâctır ve âkıbeti de kötüdür. Allah Teâlâ’ya cân u gönülden yalvararak bu iki hususta sebat ve istikâmet taleb etmek gerekir. Çünkü bunlar, işin aslı ve kurtuluşun ana sermâyesidir.

Size nasihatim, yediğiniz lokmaya dikkat etmenizdir. İnsanın, nereden gelirse gelsin, haram mı, helâl mi olduğunu düşünmeden her bulduğunu yemesi doğru değildir. Zîra insan, dilediğini yapmak üzere başıboş bırakılmamıştır. Bilâkis onun bir Mevlâsı vardır. O, insanoğluna birtakım emir ve nehiylerde bulunmuştur. Âlemlere rahmet olan peygamberleri vâsıtasıyla, râzı olduğu ve olmadığı şeyleri beyân etmiştir. Mevlâsının rızâsına muhâlif arzular peşinde koşan, O’nun mülkünde O’ndan izinsiz tasarrufta bulunan kişi, ebedî saâdetten mahrumdur… Beş vakit namazı cemaatle edâ etmek ve helâli haramdan ayırmak gerekir… Fânî lezzetlere ve yok olup gidecek nîmetlere dönüp bakmamalıdır.

Fırsat (dünya hayatı) çok azdır. O hâlde bu fırsatı işlerin en mühimine sarf etmek zarurîdir. Bu da, kalbi dâimâ Allah ile olan sâlih insanların sohbetinde bulunmaktır. Ne olursa olsun hiçbir şeyi sohbete denk tutma! Görmüyor musun, sahâbe-i kirâm, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz ile sohbetleri sâyesinde peygamberler dışındaki herkesten üstün oldular. Ashâbın dışındakiler -ister Veysel Karanî olsun, isterse Ömer bin Abdülazîz- hepsi de sahâbeden aşağı derecededirler. Hâlbuki bu sâlih insanlar en üst derecelere ulaşmış ve Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem ile sohbetin dışında bütün kemâlâtın zirvesine ermişlerdir… Eğer Veysel Karanî Hazretleri, sohbetin bu derece üstün olduğunu bilseydi, hiçbir mânî onu Efendimiz’in sohbetinden alıkoyamazdı ve o, bu fazîlete hiçbir şeyi tercih etmezdi.

Kıymetli evlâdım! Fırsat ganimettir. Ömrün bir ânını bile faydasız işlerle geçirmemek îcâb eder. Bilâkis bütün hayatı Hak Teâlâ’nın rızâsı istikâmetinde kullanmak lâzımdır. Beş vakit namazı cem‘iyyet ve cemaat hâlinde, tâdil-i erkâna riâyetle edâ etmek gerekir. Teheccüd namazını ihmâl etmemek ve seher vakitlerinde istiğfar fırsatını yok yere kaçırmamak îcâb eder. Tavşan uykusuna aldanmamalı, kendimizi anlık hazlara kaptırmamalıyız. Ölümü sıkça tefekkür edip âhiret endişe ve korkularını dâimâ gözümüzün önünde tutmalıyız.

Velhâsıl dünyadan yüz çevirmeli ve âhirete yönelmeliyiz. Dünya ile alâkamız zaruret miktârı olmalı, kalan vakitlerin hepsini âhiret işlerine ayırmalıyız. Netice olarak şunu diyebiliriz ki; kalbimizi Allâh’ın dışındakilere esir olmaktan kurtarmalı, zâhirimizi de şer’î hükümlere göre tezyîn etmeliyiz. Asıl iş budur, gerisi boştur.

“Tamamı elde edilemeyen bir şey, bütünüyle terk edilmez” kâidesi gereğince birkaç günlük hayatımızı, gücümüz nisbetinde Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’e tâbî olarak geçirmeliyiz. Âhiret azâbından kurtulmak ve ebedî nîmetlere kavuşmak, bu tâbî olma saâdetine bağlıdır.

En güzel amel işleme zamanı, şüphesiz ki gençlik devridir. Akıllı kişi, hayatının bu dönemini zâyî etmeyip fırsatı değerlendirir. Çünkü insanın ihtiyarlık çağına ulaşacağı kesin değildir. Ulaşsa bile acziyetin ve ihtiyarlığın pençesine düştüğünde, amel-i sâlihleri lâyıkıyla yerine getirmesi çok zordur. Ama gençlikte cem’iyyet hâli (kalbi Allâh’a verebilmek) daha kolay elde edilir… Zaman, fırsatları değerlendirme zamanıdır, güç ve iktidar devridir. O hâlde bugünün işini yarına bırakmanın ve “sonra yaparım” düşüncesine kapılmanın ne mâzereti olabilir ki? Hangi özür bu ihmâli meşrûlaştırabilir?

Kalp bir anda iki şeyi sevemez. Kalbin muhabbet bağı bir şeye bağlanınca, orada başka bir muhabbete yer kalmaz. Kişinin birden çok arzusunun bulunması ve sevgisinin mal, evlât, riyâset, övülmek ve insanlar arasında üstün olmak gibi muhtelif şeylere bağlanması durumunda da sevdiği şey aslında bir tânedir, o da nefsidir (benliğidir). Bunları sevmesi, aslında nefsine olan sevgisinin bir ifâdesidir. Çünkü bu kişi onları kendilerinden dolayı değil, nefsi için sever. Nefsine karşı muhabbeti yok olunca diğerlerinin sevgisi de yok olur. Bu sebeple: “Kul ile Rabbi arasındaki perde, dünya değildir, kulun kendi nefsidir” denilmiştir. Yani kulun esas murâdı ve arzusu sadece nefsidir. Bunun zarurî neticesi olarak perde de, kulun nefsi olmaktadır. Kul, nefsânî arzularından tamamen sıyrılmadıkça Rabbinin muhabbetini kalbine yerleştiremez.

Allâh’ın râzı olduğu şeylerden başka hiçbir şeyden râzı olmayın, onları arzu etmeyin! Bunlar, bizim dünyadan çekip gitmemizle sona ereceğine göre, şimdiden onları terk edelim! Bunları gözümüzde büyütmeyelim. Allah dostları bunları kendi arzularıyla terk ederler.

Zekât verilmesi gereken mal ve hayvanların zekâtını hakkıyla vermeli ve bu vesîleyle mal sevgisini gönlümüzden çıkarmalıyız. Leziz yiyecekler ve güzel elbiseler hususunda nefsin hazzını ön plânda tutmamalıyız. Yiyecek ve içeceklerde ibâdetlere güç kazanmaktan başka bir niyet taşımamalıyız. Güzel elbiseler giyerken de; “...Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyiniz!” (A‘râf, 31) âyetinde emrolunan süslenmeye niyet etmeli, insanlara gösteriş yapmak gibi bir gâyemiz olmamalıdır. Zîra dînimiz bu davranışı yasaklamıştır. Eğer hakîkî mânâda böyle bir niyete sahip olamıyorsak kendimizi buna zorlamalı ve bu niyetin hakîkatine ulaşabilmek için devamlı Allâh’a duâ etmeliyiz.

Oturup kalkmamızda; kısacası bütün davranışlarımızda Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmayı hedeflemeli ve şerîata uygun hareket etmeliyiz. Her hâlimizde şer’î hükümler bize fiilî kıstas olmalıdır. İçimiz de dışımız da Hak Teâlâ ile birlikte olmalıdır. Meselâ baştan aşağı gaflet hâli olan uykuya dalmak istediğimizde, yarınki ibâdetlerimizi daha güzel ve zinde olarak yapabilmek için istirahat etme niyetini taşımalıyız. Bu maksatla yatıldığında, uyku da baştan sona ibâdet olur. Nitekim “âlimlerin uykusunun ibâdet olduğu” rivâyet edilmiştir.

Gıybetten ve kovuculuktan kaçının! Zîra bu iki çirkinliği işleyenler hakkında ağır tehditler vârid olmuştur. Yalan ve iftirâdan kaçınmak da çok mühimdir. Bu iki rezillik, bütün dinlerde haramdır. Bunları işleyenler büyük tehditlere muhâtaptır.

Halkın kusurlarını ve mahlûkâtın günahlarını örtmek, hatâlarını bağışlamak, büyük işlerdendir. Şunu iyi biliniz ki kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O’nun mukaddes zâtına kalpten daha yakın bir şey yoktur. O hâlde ister mü’min olsun ister âsî, kalbe eziyet etmekten sakınınız! Çünkü komşu âsî de olsa himâye edilir. Aman bundan uzak durun! Zîra küfürden sonra, kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka bir günah yoktur. Zîra kalp, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilen varlıkların en yakınıdır.

Bilesin ki, husûsî bir hâdise üzerine nâzil olan bir sûre veya âyet, onu okuyan kişiye o mevzuda tam bir fayda sağlar. Meselâ nefs tezkiyesiyle alâkalı bir âyeti okumanın, nefsi kötü huylardan arındırmada büyük bir tesiri vardır. Diğerleri de bu şekildedir.

Bu fakire göre insanların üstünlüğünün sebebi, dîni desteklemeleri ve dînin hükümlerini tebliğ için malı ve canı fedâ hususunda öncü olmalarıdır. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hususta herkesten daha önde olduğu için, her mü’mine emsalsiz bir örnek olmuştur. Aynen bunun gibi, dîni destekleme ve tebliğ hususunda öncü olan diğer kişiler de arkadan gelenlere örnek olmuşlardır.

İnsanın yaratılış gâyesi, kulluk vazifelerini yerine getirmektir. Kime yolun başında veya ortasında aşk ve muhabbet bahşedilirse, bundan maksat, Hak Teâlâ’nın dışındakilerden alâkayı kesmesini sağlamaktır. Yoksa aşk ve muhabbetin kendisi asıl maksat değildir. Bilâkis bunlar, kulluk makâmını elde etmek için birer vâsıtadır. Sâlik, mâsivânın esâret ve kulluğundan tamamen kurtulduğu takdirde ancak Allah Teâlâ’nın kulu olabilir. Velâyet mertebelerinin en üstünü de ubûdiyet (kulluk) mertebesidir. Velâyet mertebeleri içerisinde bundan daha üstün bir makam yoktur. Muhabbette hîleye yer yoktur. Çünkü seven, artık sevgilisine tutkun bir kara sevdâlı olup ona muhâlefet edemez ve sevgilisinin muhâliflerine de aslâ meyledemez. Onlara hiçbir şekilde tâviz veremez.

Allah Teâlâ, siyah-beyaz bütün ırklara gönderilen Beşeriyetin Efendisi sallâllâhu aleyhi ve sellem hürmetine bizi ve sizi yaşanmayan sözden, amelsiz ilimden kurtarsın! Âmîn!

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları