Îmanda ve Îtikatta İsraf Nedir?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, israf çeşitlerini ve israfın en tehlikeli çeşidi olan iman ve itikatta israfı anlatıyor.
İSRÂFIN EN TEHLİKELİSİ, ÎMANDA VE ÎTİKATTA İSRAFTIR
Cenâb-ı Hak:
“…Saçıp savurma!” (el-İsrâ, 26) buyuruyor.
Demek ki burada -Allah korusun- saçıp savurmak, çok büyük tehlike. Yani kendine kullanıyorsun, Allâh’ın emâneti olan malı kendine kullanıyorsun.
O zaman israf nedir? Bu israf, aşağılık duygusunu bastırma hareketidir.
-Allah korusun- en tehlikeli israf;
Îmanda ve îtikatta israf:
Fâsıklarla beraber olursan, o zaman, in’ikâs dolayısıyla fâsıklaşma başlar. Cenâb-ı Hak Tahrîm (Sûresi’nde), iki peygamber karısının Cehennemlik olduğunu… Çünkü onlar fâsıklarla beraber oldu. Îtikatlarını kaybettiler, kendilerini ziyan ettiler.
Yine Mevlânâ bir köpeği misal veriyor:
“Bak diyor, Kehf Sûresi’nde, bir köpek diyor, Kur’ânî ifâde kazandı diyor, çünkü o, sâlihlerle, sâdıklarla beraber oldu.” buyuruyor.
Demek ki îmânı, îtikâdı korumakta en mühim:
كُونُوا مَعَ الصَّادِقٖينَ
(“…Sâdıklarla beraber olun.” [et-Tevbe, 119]) Sadıklarla beraber olabilmek.
İmâm Rabbânî diyor:
“Fâsıklarla diyor, eğer diyor, bir ticarî münâsebette bulunma zarureti olursa, ancak nasıl bir -af edersiniz- bir tuvalette bulunur insan, o kadar bulunmak, daha öteye gitmemek...”
Çünkü dâimâ bir in’ikâs var.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Tebük Seferi’nde, Semud Kavmi’nin kahrolunduğu yerden, o kuyudan abdest aldırmadı. Su aldırmadı, “dökün” dedi. “Allâh’ın kahrı tecellî etti bu mıntıkada” dedi. Ki o mıntıkanın insanları gideli iki bin sene olmuş, üç bin sene olmuş… (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17)
Îmânı zaafa uğratmak, ekseriyetle fâsıklarla beraber olmanın neticesinde oluyor.
Cennetlikler, Müddessir Sûresi’nde, Cehennemliklere sorarlar, Sekar Cehennemi’ne, uzaktan sorarlar:
“–Siz ne yaptınız da Cehennemlik oldunuz?” derler.
Onlar da beş madde sayarlar, Cehennemlik olmalarının sebebine. Onlardan biri de; “bâtıla dalanlarla beraberdik derler, fâsıklarla beraberdik” derler. (Bkz. el-Müddessir, 40-47)
Onun için, birinci; îman ve îtikatta israf.
İkincisi; ibadette israf:
Namazımızı tâdil-i erkân ile kılmak lâzım. Namaz çok büyük nîmet. Oruç büyük bir nîmet.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) buyruluyor.
Bize oruç, merhametimizi hatırlatacak; Allâh’ın nîmetlerini hatırlatacak.
Namaz çok mühim. Cemaatle kılacağız namazı… Her şeye vaktimiz var, cemaatle kılmaya da vaktimiz olacak.
Yemek yemeye vaktimiz var, su içmeye vaktimiz var, dünyevî işler içinde koşmaya vaktimiz var… Fakat esas vaktimizi biz, ibadette harcayacağız, ibadeti israf etmeyeceğiz.
Orucumuzu -Allah korusun- yalan, gıybet, vs. dedikodu…
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])
Bunlarla orucumuzu ziyan etmeyeceğiz, israf etmeyeceğiz orucumuzu.
Zekât, sadaka, infak… Bunu da enâniyetle vermekle israf etmeyeceğiz. “İmhâ etmeyin” buyuruyor, “yok etmeyin” buyuruyor “verdiğiniz sadakaları” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 264)
“Ben” olmayacak “Yâ Rabbi, dâimâ Sen!” olacak.
Hac ibadeti öyle: Refes yok, fısk yok, cidâl yok.
Zamanda israf:
En zoru, en korkuncu bu. Onun insan hiç farkında değil zamanda israfın. Fakat zamanda israfın insan nerede farkına varır? Son nefeste farkında olacak.
Cenâb-ı Hak son nefesten bir manzara bildiriyor:
“Herhangi birinize ölüm gelip de (hepimize gelecek) «Rabbim, beni yakın bir zamana kadar (az bir zaman) geciktirsen de (ölümümü) sadaka versem ve sâlihlerden olsam demeden önce, verdiğimiz rızıklardan infak edin.” (el-Münâfikûn, 10) buyruluyor.
En hazin durum da son nefeste olacak.
Hattâ Efendimiz:
“Sâlihler de diyor son nefeste pişman olacak. Onlar da keşke daha öteye gitseydik…” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59)
Onun için en -Allah korusun- zamanın israfı…
Yine Cenâb-ı Hak Fâtır Sûresi’nde bir misal veriyor:
Cehennemlikler, bu fecî âkıbete uğrayanlar, diyecekler ki:
“–Yâ Rabbi, bizi çıkar! Çıkar, biz kötü amellerimizi iyiye çevirelim. Amel-i sâlihe çevirelim.”
Cenâb-ı Hak iki şey soruyor orada:
“–Size dünyadayken düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”
Niye geldin, nereye gidiyorsun, kimin mülkünde yaşıyorsun?..
“–Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”
İkincisi:
“–Bir peygamber, bir irşatçı gelmedi mi?”
“–Evet, yâ Rabbi, ikisi de oldu.” diyecekler. Cenâb-ı Hak:
“–Azâbı tadın!” buyuracak. (Bkz. Fâtır, 37)
Velhâsıl buyruluyor:
“Dört şey sorulmadıkça kulun ayakları yerinden kımıldayamaz:
Ömründen; neyle meşgul oldu? Gençliğinden; nerede çürüttün? Malından; nereden kazandın ve nereye sarf ettin? Allâh’ın verdiği bilgilerle, ilminle ne amel ettin?” (Bkz. Tirmizî, Kıyâme, 1)
Velhâsıl;
“İki nîmet vardır ki (Efendimiz buyuruyor) insanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmışlardır. Biri sıhhat (bunun ancak hastalanınca farkında oluyor), ikincisi de boş zaman.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 1)
İlimde israf:
Allah korusun, okuyor, okuyor, okuyor; mârifetullahtan şey yok. Okuduğunu hayata geçirmiyor. Bu ilim; “اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ (faydasız ilim).” İsterse bu ilim hadis ilmi olsun, fıkıh ilmi olsun, tefsir ilmi olsun…
Cenâb-ı Hak Cuma Sûresi’nde o âlimlere “kitap yüklü merkepler gibidir” buyuruyor. (Bkz. el-Cuma, 5) Zihinde kalmış, kalbe intikâl etmemiş, tatbikâta geçmemiş o ilim.
ثَمَنًا قَلِيلًا (az bir karşılık) (Bkz. el-Bakara, 79, 174; Âl-i İmrân, 77, 187, 199…)
Allâh’ın verdiği bu nîmeti, bir menfaat için israf ediyor. Ona göre fetvâlar veriyor. Onun için Cenâb-ı Hak ne buyuruyor; “Allah’tan, kullarım içinde ancak takvâ sahipleri Allâh’tan korkar.” buyuruyor. (Bkz. Fâtır, 28) Eğer ilim vermiş, takvâ yoksa, o ilim, “اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ (faydasız ilim)” buyuruyor -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. (Bkz. Müslim, Zikir, 73)
Ahlâkî kıymetlerde israf:
Bugün maalesef bu çok. Bu iyice bir had safhada. Bilhassa iffetti, edepti, vesâireydi… Bunlar, kaybettiğimiz güzel hasletlerimizdi.
Efendimiz’e Cenâb-ı Hak:
“En yüce ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyuruyor.
Ahlâkî güzelliklerden mahrum bir dînî hayat düşünülemez.
Görüyoruz; tesettür gitti. Günler yapılıyor; mal satmak için. Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü…
Yâhu her gün anneler günü; işte âyette okuduk. Cenâb-ı Hak; “Sakın ha «اُفٍّ» demeyin” buyuruyor, “kanatlarını ger” diyor. (Bkz. el-İsrâ, 23)
Senede bir gün kapitalistler mal satmak için anneler günü, mal satmak için babalar günü yapıyor. Her gün anneler günü, her gün babalar günü. Sevgililer günü; bu hangi sevgili bu! Meşrû sevgili mi, gayr-i meşrû sevgili mi? O da yok!..
Velhâsıl -maalesef-;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
(“Gazaba uğramışların ve dalâlet ehlinin yolunu değil.” [el-Fâtiha, 7])
Bu dalâlette bulunanların, kapitalistlerin şeyleri maalesef dünyamıza girmeye başladı.
Düğünler… Protokole göre düğünler yapılıyor. Hâlbuki düğünlerde, Efendimiz; “Ne kötü bir düğündür diyor, oraya diyor, varlıklılar çağırılır diyor, fakirler, garipler çağrılmaz.” diyor. (Bkz. Buhârî, Nikâh, 72; Müslim, Nikâh, 107)
Esas düğün, onların duâlarına muhtaç. Onların kalpleri, kırık kalpler, Allâh’a yakın kalpler onlar.
Mûsâ -aleyhisselâm- soruyor:
“‒Yâ Rabbi diyor, Sen’i ben nerede arayayım? Nerede bulurum Sen’i?” diyor.
Cenâb-ı Hak da:
“‒Yâ Mûsâ! Sen Ben’i gariplerin, kalbi kırıkların yanında bulursun.” diyor.
Protokol mu saadet verecek evlenen yavrulara, yapılan duâlar mı saâdet verecek?
Bunlar hep bizim kaybettiğimiz şeyler. Bunu yeniden ihyâ etmemiz lâzım. Bunları, israf ediyoruz bunları.
Nezâket, zarâfet bir mü’minde olacak. Kabalık olmayacak. Konuşmasında nezâket olacak, zarâfet olacak. Efendimiz’de bunun zirve misallerini görüyoruz:
O zaman kumdandı bütün mescitler. Efendimiz bir gün mescide giriyor; bakıyor, kıble tarafında bir tükürük var. Efendimiz’in birden bire sîmâsı değişiyor. Girmiyor orada, geriye çekiliyor. Hemen sahâbe örtüyor, ondan sonra geçiyor. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 53)
Muhtacın şeyini (ihtiyacını) verebilmek; o da ânında. Hasan-ı Basrî Hazretleri, bir garip geliyor, bir şey istiyor. Elinde bir şey yok, hemen gömleğini çıkarıp veriyor. Arkadaşı diyor ki:
“‒Niye acele ettin, evinden göndersene!” diyor.
“‒Yâhu hiç sorma diyor, başımdan benim bir hâdise geçti diyor. Yine bir garip geldi diyor, açım dedi diyor. Ben de eve gidip göndereyim dedim, unuttum diyor. Sabahleyin geldim baktım ki diyor, garip diyor, köşede ölmüş diyor. Çok üzüldüm, vah vah, keşke dedim diyor. Hemen bir kefen aldım diyor, onu diyor, kefenledim diyor, gömdüm diyor. Sabahleyin diyor, yakaza hâlinde, aynı mescitte diyor, mihrapta diyor, benim ona sardığım kefeni gördüm diyor mihrapta. Dediler ki; «Allah senin yaptığın hayrı kabul etmedi!»”
Onun için ilk anda yapılan, tehir edilmeyen… Tehir edildikçe fire vermeye başlar.
Diğer bir husus;
Tefekkürde israf:
Cenâb-ı Hak; “akletmez misiniz buyuruyor, idrâk etmez misiniz, tefekkür etmez misiniz, umulur ki düşünürsünüz, “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ” ibret almaz mısınız?..”
Demek ki Cenâb-ı Hak… Her gördüğü manzarada kul, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Tabi bu neye bağlı bu? Kalbin seviyesine bağlı. Onun için mühim olan, kalbi inkişâf ettirmek.
Cenâb-ı Hak;
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 88-89]) buyuruyor.
Kalb-i selîm ile davet ediyor, kalb-i münîb ile davet ediyor, nefs-i mutmainne ile davet ediyor Cenâb-ı Hak.
Bir çiçeğe baktın; bir buket verene teşekkür ediyorsun, peki o buketleri veren vermeseydi, kim sana buket getirebilirdi?
İçtiğin suyla tefekkür edeceksin. Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresi’nde:
“Ya onu tuzlu olarak indirseydik (ne yapardınız buyuruyor) semâdan?..” (Bkz. el-Vâkıa, 70)
Su Dünya’ya iniyor yağmur olarak. İnsan yiyor, hayvan yiyor, muhtelif yerden tekrar çıkıyor, kirleniyor su. Cenâb-ı Hak tekrar onu buharlaştırıyor, tekrar temizliyor yukarıda, tekrar veriyor. Belki şu bardaktaki su, belki bin defa semâya çıktı, indi…
Demek ki Cenâb-ı Hak her şeyi tefekkür istiyor.
Evlâdın oldu, kim verdi sana onu? Şeklini, biçimini, kaderini sen mi çizdin? Sana onu emânet olarak verdi.
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ “…Düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Nasıl yetiştireceksin onu? Nasıl o emânete, ona ne tahsili verdireceksin? Allah senden hangi tahsili vermeni istiyor? Ne öğrettin ona? Ne kadar Allâh’a yaklaştırdın? Ne kadar şerlerden uzaklaştırdın? Ne kadar onu televizyonun o menfî filmlerinden, internetin menfî sokaklarından, reklâmların, modaların şerrinden ne kadar korudun onu?..
Bir bahçıvan, bir ziraatçı, ekmediği topraktan bir şey bekleyebilir mi?
Velhâsıl bu israf, hayatımızın her safhasında israf. Maîşeti teminde israf. Bu da, helâl… Öğretmen ise de zamanın hakkını verebilmek, imam ise zamanın hakkını vermek, esnafsa da, o da helâlinden kazanmak…
Velhâsıl bu maîşet, çok mühim.
Mevlânâ diyor ki:
“Bu seherde diyor, bir tuluat olmadı, bir sunuhat olmadı, yüreğimde bir hikmet doğmadı diyor, bu gece diyor. Anladım ki diyor, bir yanlış lokma ağzıma girmiş.” buyuruyor.
Eğer seherlerde kalkamıyorsak, tabi hastalıklar hâriç, düşünmemiz lâzım:
Gözüm yanlış ekranlara kaydı mı? Dilim yanlış sözler söyledi mi? Kulağım dedikodu, vs. onlara muhatap oldu mu?.. Yani dâimâ hastalığın sebebini aramak lâzım. Nasıl tıpta koruyucu hekimlik var, burada, bu mâneviyatta da kalbi koruyucu hekimlik olması lâzım.
Velhâsıl bu israflar gidiyor… Cenâb-ı Hak bu israflardan korusun ki Cenâb-ı Hak işte âyet-i kerîmede bize îkaz ediyor, bu, israftan korunma… Misaller çok. Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Zira böyle saçıp savuranlar, şeytanların arkadaşlarıdır...” Cenâb-ı Hak şeytandan misal veriyor, Allah düşmanından misal veriyor saçıp savuranlara. “…Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 27)
İşte bu, israf, ashâb-ı kirâmın tanımadığı bir hayat tarzıydı. Ashâb-ı kirâm dâimâ, “yarın konağımızın âhiret olacağı” telâkkîsi içinde yaşadı.
Tabi zirvede bir ölçü;
Âişe Vâlidemiz, giyile giyile yıpranmış bir elbise gösterdi. “Vallâhi dedi, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rûhunu bu elbise içinde verdi.” diyor…
YORUMLAR