İmanımızın Kuvvetini Anlamak İçin Rasûlullah Efendimiz'i Ne Kadar Sevdiğimize Bakalım
Peygamber Efendimize olan sevgimizde üzerimize düşen vazifeler neler? Peygamber Efendimizi (s.a.v) nasıl sevmeliyiz? Sahabe Efendilerimiz Peygamberimizi nasıl severler idi? O'na olan muhabbetlerinin örneklikleri nelerdir? Peygamber Efendimiz (s.a.v) etrafındaki insanlara nasıl davranırdı? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi Peygamber Efendimizi (s.a.v) anlatıyor.
Rasûlullah Efendimiz en büyük lûtuf. Rasûlullah Efendimiz’in mürebbîsi Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hak O’nu terbiye etti. O, hiçbir beşerden ders almadı. Bugünkü psikoloji, pedagoji, sosyal-antropoloji... insana hitap eden, insan rûhunu tahlil eden ne kadar ilim varsa, onların hepsinin Efendimiz zirvesinde. Değişik fıtrat ve karakterlere sahip kimseler, Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde en güzel bir şekilde terbiye edildiğini görüyoruz. En büyük muallim!..
Velhâsıl bize düşen, O’nu her şeyden üstün tutup emsalsiz bir aşk ve muhabbetle sevmek, O’na îmânın kemâlindendir. En büyük lûtuf!..
Muhabbet, fedakârlık ister. Fedakârlık, dostluğun îcâbıdır. Demek ki ibadette, muâmelâtta, muâşerette, kardeşlikte, her şeyde tekâmül etmek zarûrî.
Efendimiz’i yine Cenâb-ı Hak Ahzâb Sûresi’nin 6. âyetinde:
“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir...”
Yani kendinden daha çok merhametli Efendimiz.
“Ben, buyuruyor, kabrimde diyor, İsrâfil Sûr’u üfürünceye kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)
“Güzel amelleriniz bana gelir, ben sevinirim memnun olurum buyuruyor. Menfî amelleriniz gelir, üzülürüm.” buyuruyor. (Heysemî, IX, 24)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Şimdi Sen’i canımdan çok seviyorum!”
«–İşte Ömer dedi, şimdi dedi, îmânın kemâli buldu.»” (Bkz. Buhârî, Eyman, 3)
İşte ashâb-ı kirâm O’nu canından çok sevdi, O’nun en ufak arzusuna, samimiyetle “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi. Onun için kralların huzuruna girip Allah Rasûlü’nün mektubunu götürdü. Cellâtların huzûrunda o mektubu okudu.
Efendimiz nereyi emretti; Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, yorulmadı-üşenmedi, ağır gelmedi. Afrika’ya girdi, Kayrevan’a girdi. Ömer bin Abdülaziz zamanında İspanya’ya çıkıldı.
Yani demek ki hakîkî bir îman; can ve malın Allah yolunda feda edilmesi…
“Canlarıyla, mallarıyla Cennet’i satın aldılar.” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 111)
Demek ki bu dünya bir pazar. Bu pazarda canlar ve mallar satışa çıkarılıyor.
Sevmenin bir misâli Efendimiz’i:
Bir Recî Vak’ası var. Orada ashâb-ı kiramdan Hubeyb esir esildi. Şehid edilmeden evvel çocukların eline mızraklar verildi.
“–Bu denildi, Bedir’de sizin babanızla harp etti, babanıza kılıç salladı. Alın intikamınızı!” denildi.
O sırada Ebû Süfyan geldi. Ebû Süfyan, Hubeyb’e dedi ki:
“–Hubeyb!” dedi. (Anlamak istedi kalbî durumunu kıvamını.) “Hayatının kurtulmasına karşı senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?”
Bir taviz alacak…
Hubeyb, Ebû Süfyan’a acıyarak, zavallı diye baktı. Yani esir, şehîd edilecek, Ebû Süfyan oranın reisi Mekke’nin, ona acıyarak baktı, yani “sen bir zavallısın” gibi.
Dedi ki Hubeyb:
“–Benim çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, benim ölümden kurtulmama karşılık O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına ben râzı olmam. O’nun ayağına diken batmasındansa ben canımı feda ederim.” dedi.
Ebû Süfyan şaşırdı kaldı:
“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birinin diğer kimseyi sevdiğini görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)
Bunların misâli çok. Yani Cenâb-ı Hak hep îkaz:
يَوْمَ لاَ يَنْفَعُ مَالٌ وَلاَ بَنُونَ
(“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât.” [eş-Şuarâ, 88])
İşte evlâtlar, mallar, hepsi dünyada kalacak. Ya evvel gidecek, yahut da sonra gidecek.
İnsan, sevdiğini unutmaz. Her fırsatta onu yâd eder. Onun için “çok çok salât edin” Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Bir kimse, çok büyük bir iyiliğini gördüğü kimseyi ömür boyu kalbinde taşır. En büyük iyilik gördüğümüz de Rasûlullah Efendimiz’dir bizim. Cenâb-ı Hak O’nu bize vâsıta kılmış oluyor. Bunu ashâb-ı kirâmda görüyoruz.
Meselâ Ebû Bekir Efendimiz halîfe iken hastalandı.
“–Âişe bugün ne gündür günlerden?” dedi.
“–Baba, pazartesi.”
“–Aman Âişe dedi, ne olursun beni hemen dedi, Allah Rasûlü’nün yanına gidip hemen gömün, beni O’na mülâkî edin.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, I, 8)
Yine Seyyid Ahmed Yesevî Hazretleri 63 yaşına girdiği zaman bir mahzen gibi yerde irşâdına devam etti. “Allah Rasûlü 63 yaşında vefat etti, benim dünyada görecek bir şeyim yok artık.” dedi.
Zeyd -radıyallâhu anh-... Oğlu gitti:
“–Baba dedi, Rasûlullah Efendimiz intikâl etti dedi âhirete.”
Elini kaldırdı:
“–Yâ Rabbi, al bu gözleri dedi, artık bu göz O’nu gördükten sonra başka bir şey görmesin.” dedi. (Bkz. Kurtubî, el-Câmî, Beyrut 1985, V, 271)
Velhâsıl işte Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanıyabilmek. Yakından tanımak için kalbî hayat zarûrî, muhabbet zarûrî.
Efendimiz buyuruyor:
“İnsin ve cinnin isyankârları hâricinde, bütün mahlûkat benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilir.” (Ahmed, III, 310)
Cemâdat biliyordu:
“Uhud bizi sever, biz Uhud’u severiz.” dedi. (Buhârî, Cihâd, 71)
Hattâ Uhud’a çıktılar. Ebû Bekir Efendimiz, Ömer Efendimiz, Osman -radıyallâhu anh-. Uhud şöyle bir sallandı.
“Uhud sakin ol dedi. «Üskün» dedi. Üzerinde bir sıddîk, iki şehid var.” dedi. Ebû Bekir Efendimiz’in vefatından sonra Ömer ve Osman -radıyallâhu anh- şehid olacaklarını anladılar. (Bkz. Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703)
Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor:
“Ben diyor Rasûlullah ile birlikte Mekke’de idim. Beraberce Mekke yerlerini dolaştığımız zaman dağların, ağaçların:
«–es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» dediklerini duyardım.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)
Nebâtat tanıyordu:
Hurma ağacı.
İşte Mevlânâ diyor ki:
“Bak diyor, bir hurma kütüğü diyor, hüzünlendi diyor. Bir hurma kütüğü ağladı.”
Efendimiz, bir hurma kütüğü üzerinde sohbet ederdi. Cemaat artınca minber yapıldı. Yerini değiştirince hurma ağacından sesler geldi. Büyük bir kalabalıktı, hadîs-i mütevâtir, yani bir kişi, üç kişi, on kişi değildi. Dolu bir cemaatti. Hattâ cemaat, bir kısmı diyor ki -hayvanla, çiftlikle meşgul olan-:
“Sanki bir deve yavrusunun diyor, ağlaması gibiydi.” diyor.
Diğeri diyor:
“Yok diyor, çocuğun ağlaması gibiydi.” diyor.
Rasûlullah Efendimiz indi, o kütüğü sıvazladı, ondan sonra gömüldü oraya.
Mevlânâ:
“Bak diyor, hurma kütüğü diyor, sen insansın o kütük diyor. O Allah Rasûlü’nü tanıdı diyor, O’nun firâkından ağladı.” diyor.
Yine Efendimiz’in Kasvâ diye bir devesi vardı. Bu, Şifâ-i Şerîf’te bildiriliyor Kādı Iyaz’ın. Rasûlullah Efendimiz vefat ettikten sonra bu, kendini çöllere vurdu, orada yemedi içmedi orada kendi kendine öldü gitti.
Bunlar hep bir sevgi tezahürleri…
Velhâsıl Efendimiz’in izinden gidebilme, O’nunla hemhâl olma, amellerimizi O’na göre istikâmetlendirme. En büyük Rabîulevvel ayının idrâki bu şekilde. Hayatımızın her safhasına bu Rabîulevvel ayını intikâl ettirme.
Efendimiz’den birkaç misalle sohbetimizi tamamlayalım.
Efendimiz din kardeşlerinden birini üç gün görmezse sorardı. Uzaktaysa, seyahatteyse ona duâ ederdi. Eğer evindeyse hasta ise ziyaret ederdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)
Efendimiz’le beraber olabilmek…
Yine ümmetine sık sık sorardı. Çünkü her hâlimizde… En kötü israf zaman israfı.
“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?
Bugün bir aç doyurdunuz mu?
Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?
Bugün bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)
Bunu sık sık sorardı.
Efendimiz’in bir hakkı tevzî etmesi. Bazı zaman kendisine izâfe ederdi. Bakî Kabristanı’ndan döndü. Ashâb-ı kirâmı topladı, kendine izâfe ederek:
“Nihâyet ashâbım ben de sizin gibi bir insanım dedi. Aranızdan bazı kimselerin hakları geçebilir.” dedi. Üstündeki örtüyü attı geriye:
“Kimin sırtına vurmuşsam işte sırtım gelsin vursun dedi. Kimin malını bilmeden almışsam işte gelsin alsın...” buyurdu. (Ahmed, III, 400)
Efendimiz niye böyle bir misal verirdi? Adâlet kulun önce kendinden başlamasıyla başlar.
Yine Efendimiz’in, yine bize örnek, hep hizmetteydi. Meselâ mescidi yaparken kendisi de taşıdı, tuğla taşıdı, kerpiç taşıdı.
“–Biz taşırız.” denilince;
“–Yok dedi, ben de Allâh’ın rahmetine muhtacım.” dedi. (Bkz. Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333)
Daima önderdi.
Bir sefere giderken en önde giderdi. Orduya cesaret verirdi. Seferden en arkadan gelir; kim yardıma muhtaç, kim teselliye muhtaç, onu terkisine alırdı, onu tesellî ederdi.
Hep bunlar, beraber olmanın Efendimiz’in şeyi.
Yine Efendimiz’de vefâ…
Bir kadın mescidin kumlarını temizler, yıkardı. O zaman tabi halı filân yok. Efendimiz onu göremedi. Göremeyince;
“–Nerede bu hanım?” dedi.
“–Efendim, vefât etti.” dediler. “Gömdük.” dediler.
“–Niye bana haber vermediniz?” dedi. “Kabrini gösterin.”
Kabrine gitti, duâ etti. “Etrafındakiler de bu duâdan huzur buldu.” dedi. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 67)
Yine Efendimiz’de vefâ…
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:
Bir keresinde Rasûlullâh’ı ziyaret maksadıyla yaşlı bir kadın geldi, iyice yaşlı bir kadın geldi. Rasûlullah Efendimiz bu kadına çok alâka gösterdi. Kim olduğunu merak ettim. Dedi ki:
“–Bu, Hatice hayattayken bize gelip giderdi.”
Sonra buyurdu:
“–Vefâkârlık îmandandır.” (Hâkim, I, 62/40. Ayrıca bkz. Buhârî, Edeb, 23)
Yine:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُم
“…En ekreminiz, (keremliniz) en çok takvâ sahibi olanınızdır...” (el-Hucurât, 13)
Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü şudur:
Bir köle satılıyordu. Zaten Efendimiz hep köleleri âzâd ettiriyordu. Köle satılıyordu, harp esiri. Köle müslüman olmuştu. Güçlü-kuvvetli, babayiğit bir köleydi. Köle, kendisini satın alana dedi ki:
“–İki şartım var dedi. Kabul ederseniz her türlü hizmetinizi görürüm.” dedi.
“–Nedir?” dedi alacak kimse.
“–Ezan okunduğu zaman beni bırakacaksın, namaza gideceğim. Namazı, Allah Rasûlü’nün arkasında kılacağım.”
Efendimiz her girişte mescide -cezb ve incizab kanunu- gözü daima gönlü o köleyi arardı. Bir gün göremedi:
“–Efendi! Nerede kölen dedi. İş mi verdin?” dedi.
“–Yok yâ Rasûlâllah, hasta.” dedi. “Gelemedi.” dedi.
Ekâbire döndü; o zaman köle istihkār edilirdi:
“–Hepimiz köleyi ziyarete gideceğiz.” dedi.
Hep sınıf farkını kaldırmaktı Efendimiz’in şeyi. Yine bir müddet sonra yine köleyi göremedi.
“–Nerede Efendi?” dedi.
“–Yâ Rasûlâllah, sekerât hâlinde, ölüm hâlinde.” dedi.
“–Haydi hepimiz köleye gideceğiz dedi. Ziyaret edeceğiz dedi. Şifa dileyeceğiz.” dedi.
Efendimiz’in huzûrunda köle vefat etti. Efendimiz onu gömülene kadar başında durdu ve gömüldü.
Mekkeliler dediler ki:
“Biz on üç sene Allah Rasûlü’ne büyük îtinâ gösterdik. Canımızı-malımızı feda hâline getirdik. Fakat Efendimiz bu köleye daha çok îtinâ etti bizden.”
Medîneliler dediler ki:
“Biz malımızı-canımızı seferber ettik, bezlettik; Efendimiz bu köleye bizden daha çok îtibar gösterdi.”
Bunun üzerine:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُم
“…En keremliniz, en çok takvâ sahibinizdir…” (el-Hucurât, 13)
Demek ki burada takvâyı nerede görüyoruz: İki şeyde görüyoruz; bir, namazda görüyoruz, ikincisi Allah Rasûlü ile beraberlikte görüyoruz.
Demek ki ne kadar bir beraberliğimiz var Allah Rasûlü ile? Ne kadar amellerimiz, muâmelâtımız, hukukumuz Efendimiz’e benziyor?
Yine, nasıl bir terbiye ederdi?
Bir gün Ebû Zer, gafleten, kölesine -artık müslüman mıydı, değil mi bilmiyorum, herhâlde müslüman- kölesine sert davrandığına şahit oldu. Çok üzüldü.
“–Yâ Ebâ Zer dedi, sende hâlâ câhiliye âdeti mi var dedi. Sen câhiliye âdeti üzere misin dedi. Ebû Zer dedi, Allâh’ın yarattığına zarar verme dedi. Meşrebine uymuyorsa onu âzâd et. Fazla yük yükleme, yüklediysen ona yardım et.” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eymân, 38; Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124)
Nerede var, hangi sistemde var bu?
Yine Bedir’den dönüşte yetmiş tane esir alındı. O esirler 150 km yol giderken Medîne’ye kadar, zaman zaman ashâb-ı kirâm develerden indi, köleleri develere bindirdi. Efendimiz; “Yediğinizden yedireceksiniz, içtiğinizden içireceksiniz.”
Bugün dünyaya bakalım, modern dünyaya; bir de dönüp asr-ı saâdete bakalım, insanlık nerede?
Yine, savaşta bile rahmetti:
Bir gün evvel Bedir’de müşrikler geldi, Efendimiz’in orada kuyu vardı, su istediler daha harp başlamadan. Ashâbı vermek istemedi, Efendimiz, “Yok dedi, su verin!” dedi. Daima merhamet. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 261)
Yine bir yuvaya baktığımız zaman;
Dünyadaki en mesut yuva, Rasûlullah Efendimiz’in yuvasıydı. Tevekkül, teslîmiyet vardı. İstiğnâ vardı, infak ve cömertlik vardı.
Hazret-i Ömer girdi, ağladı:
“–Yâ Rasûlâllah! Kayserler, Kisrâlar dedi, sarayda debdebeler içinde, siz bir kuru hasır içindesiniz ve sırtınıza da o hasırın izi çıkmış.” dedi.
“–Ömer dedi, niçin ağlıyorsun Ömer dedi, ağlama dedi. Kayserler, Kisrâlar dünya nîmetleri içinde yüzüyor dedi. Yüzsünler dedi. Fakat bizim için dedi, ben dedi bir ağacın altında gölgelenen bir yolcu gibiyim buyurdu. Dünyanın onların, âhiretin bizim olmasını istemez misin?” buyurdu. (Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, X, 162)
O yuvada ne vardı? Bencillik yoktu, fedakârlık vardı. Cimrilik yoktu cömertlik vardı. İsraf yoktu, kanaat vardı.
OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER
- DÜNYADAYKEN NUH’UN GEMİSİNE BİNMEYE BAK!
- İSLAM AHLAKINDA MUHTACI REDDETMEK YOKTUR
- ÖMÜR, METRAJI BELLİ OLMAYAN BİR MAKARA GİBİDİR
- TATLI SUYUN BAŞI KALABALIK OLUR
- MÜ’MİN, DEDİKODULARLA ÖMÜR TAKVİMİNİ LEKELEMEZ
- YÂ RABBİ! BİZE NAMAZI SEVDİR
- MÜSLÜMANIN DÜĞÜNÜ VE EVLİLİK HAYATI NASIL OLMALI?
- SABIR MI ZOR, ŞÜKÜR MÜ?
- BİR KULUN SÂHİP OLMASI GEREKEN ALTI HUSUSİYET
- PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN (S.A.V) İKİ VASİYETİ
- AŞK İLE YAŞANAN BİR ÎMÂN
YORUMLAR