İmanın İlk Meyvesi Merhamettir
İmanın ilk meyvesi olan merhametin bereketi nedir? Allah’ın (c.c.) ahlâkı ile ahlaklanmanın ilk şartı nedir?
Îmânın ilk meyvesi merhamettir. Ondan uzak bir gönül zî-hayat (hayat sahibi, canlı) değildir. Her hayrın başı olan besmele ve Fâtiha, Allâh’ın Rahmân ve Rahîm (merhamet) isimleri ile başlar. Peygamberler ve velîlerin hayat hikâyeleri de merhamet menkıbeleri ile doludur.
Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanmanın en tabiî neticelerinden biri, merhamet dolu engin bir gönle sâhib olmaktır.
İBADETİN HAKİKATİNE KAVUŞAN GÖNÜL
İbâdetlerin, bilhassa haccın hakikatine böyle bir gönül ile kavuşulabileceğini Mevlânâ -kuddise sirruh- aşağıdaki şu hikâyesi ile ifâde eder:
“Büyük pîr Bâyezîd-i Bistâmî, hac ve umre îfâsı için Mekke’ye doğru süratle gidiyordu.”
“Her gittiği şehirde oranın ulularını araştırıyor;
«–Bu beldede basîret sahibi kim var?» diye önüne gelene soruyordu.”
“Çünkü nereye sefer yaparsa yapsın, evvelâ Hak dostlarını bulmanın zarûreti inancı içinde idi.”
“Çünkü Hak Teâlâ:
فَسْـَٔلُوۤا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
«…Şâyet bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorunuz!» (en-Nahl, 43; el-Enbiyâ, 7) buyuruyordu.”
“Mûsâ -aleyhisselâm- dahî ledünnî ilme sâhip Hızır’ı ziyâretle emredilmişti.”
“Bâyezîd, hilâl gibi süzgün, uzun boylu bir pîr gördü ki, onda velîlerin rûhâniyeti vardı.”
“Gözleri dünyâya âmâ, kalbi ise Güneş gibiydi.”
“Bâyezîd, o pîrin karşısına oturdu. Pîr ona:
«–Ey Bâyezîd, nereye gidiyorsun? Gurbet eşyâsını nereye taşıyorsun?» dedi.”
“Bâyezîd de:
«–Hacca gitmek niyetindeyim; iki yüz dirhem de param var...» dedi.”
Pîr Bâyezîd’e dedi ki:
“–Ey Bâyezîd! O dünyalığının bir miktarını Allah yolundaki muhtaçlara, gariplere, bîçârelere dağıt! Onların gönüllerine gir ki; rûhunun ufku açılsın! İlk olarak gönlüne haccettir! Ondan sonra rakîk bir gönülle o nâzik hac yolculuğuna devam et!..”
“Çünkü Kâbe, Allâh’ın hâne-i birri, yâni ziyâreti farz olan, sevâbı mûcib bir beyttir. Lâkin insan kalbi, sırlar hazînesidir.”
“Kâbe, Âzeroğlu İbrâhim’in binâsıdır. Gönül ise, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.”
“Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavâf eti. Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür.”
“Cenâb-ı Hak, görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavâf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.”
“Şunu iyi bil ki, sen Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günâhını dengeleyemez…”
“Sen varını, yoğunu, malını, mülkünü ver de bir gönül yap! Yap da o gönül, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin!..”
“Allâh’ın huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hak:
«Biz’e bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir! Çünkü altın, gümüş Biz’im için bir şey değildir. Eğer Biz’i ve rızâmızı istiyorsan, bunun ancak bir gönül kazanmaya bağlı olduğunu unutma!..» buyurur.”
“Hakk’ın nûrunun insandaki tecellîsini görmek için kalp gözün iyice açılsın!..”
“Bâyezîd, pîrin bu nüktelerini kavradı. Gönlü, sohbetle, merhametin esrârından bir hisse aldı. Huzur ve vecd içinde hac yolculuğuna devam etti.”
Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hikâyeden sonra sözlerine devamla şöyle buyurur:
“Sefere çıkacağın vakit, ilâhî bir hazîne olan insan-ı kâmil olmak talebi ile çık ki, gönlünün ufku açılsın!”
“Her kim ekin ekerse, maksadı buğday almak olur. Saman, zaten buğday ile husûle gelir.”
“Saman ekersen, buğday hâsıl olmaz. Öyleyse sen de insan-ı kâmil, rehber-i fâzıl ara; onun tâlibi ol!”
“Hac vakti olunca Kâbe’yi ziyâret ve tavaf maksadı ile git! Bu maksatla gidersen, Mekke-i Mükerreme’nin hakîkatini görmüş olursun!..”
HZ. MEVLANA HAC İBADETİNİ NİYE ÖRNEK VERİYOR?
Hazret-i Mevlânâ’nın hikâyede haccı misâl vermesi, haccın çok nâzik bir ibâdet olmasındandır. Çünkü hacda, meşrû olan birçok şey yasaklanır. Bir mahşer manzarası sergilenir. Âyet-i kerîmede insanın hac esnâsında “refes”ten, yâni mâlâyânîden, dünyânın boş şeylerinden korunması ihtâr edilir. Bu sebeple hac yolculuğuna rûhî bir hazırlıkla çıkmalıdır.
Namazın, orucun nâfilesi olduğu gibi haccın da nâfilesi vardır. Nâfile yapılan hac ibâdetleri hakkında câhilâne tenkitler yapmak, -Allah korusun- ucu küfre sarkan birtakım boş sözlerdir. Bunlar, cehâlet homurtuları olup, ibâdet lezzetinden mahrûmiyetin kara ifâdeleridir.
Asr-ı saâdetten beri nâfileler, bir îman vecdi ile devam edegelmiştir. Heyecan ve iştiyak ile yapılan nâfile ibâdetler, kulu Allâh’a takarrub (yakınlaşma) tecellîsine mazhar kılar. Rûhu derinleştirir. Merhamet ve cömertlik vasıfları inkişâf eder. Cenâb-ı Hak, böyle has kullarının gören gözü, işiten kulağı olur. Yâni onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifâdeleri artık hep ilâhî nûrun cereyânı hâline gelir.
Bu yükselişler, nâfile ibâdetlere olan muhabbet ve mahlûkâta olan merhametle mümkündür. İmâm-ı Âzam’ın 55 kere haccettiğini söylemek, bu hususta kâfî ve vâfîdir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden BİR TESTİ SU, Erkam Yayınları