Îmanları İçin Hicret ve Cihâd Ettiler
Ashâb-ı kirâm, dinlerini muhafaza edebilmek ve Mekke müşriklerinin zulmünden kurtulmak için vatanlarını, evlâtlarını ve mallarını terk ederek uzak diyarlara hicret ettiler.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde onların îman kuvvetini tasdik ederek şöyle buyurur:
“Îman edip de Allah yolunda hicret ve cihâd edenler ve (bu Muhâcirleri) barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” (el-Enfâl, 74)
CAHİLİYE İNSANI ASR-I SAÂDET TOPLUMU HALİNE GELDİ
Peygamber Efendimiz’in, ilk hicret kâfilesinin başı olarak vazifelendirdiği Câfer-i Tayyâr Hazretleri’nin, Necâşî’nin huzûrunda yaptığı şu konuşma, Câhiliye insanının nasıl Asr-ı Saâdet toplumu hâline geldiğini ve bundan sonra nasıl bir îman heyecanı taşıdığını gösteren güzel bir misâldir:
“–Ey hükümdar! Biz Câhiliye ehliydik. Taştan ve ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye tapardık. Ölü hayvanların etlerini yer, her türlü fuhşiyâta dalardık. Akrabalık hukûkunu gözetmez, aramızdaki bağları koparırdık. Komşularımızın haklarını tanımaz, onlara her türlü kötülüğü yapardık. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi.
Biz bu hâl üzereyken Allah Teâlâ bizlere içimizden, nesebini bildiğimiz, son derece sâdık, emîn ve iffetli bir kişiyi peygamber olarak gönderdi. O bizi Allâh’ın birliğine îmân etmeye çağırdı. Sadece O’na ibadet etmeye, bizim ve atalarımızın daha önce taptığı taşları ve putları terk etmeye dâvet etti. Bize doğru sözlü olmayı, emânete riâyet etmeyi, akrabalarımızla bağlarımızı kuvvetlendirip haklarını yerine getirmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan ve kan dökmekten kaçınmayı emretti. Bizi fuhşiyattan, kötü ve yalan sözden, yetim malı yemekten ve mâsum kadınlara iftira atmaktan nehyetti.
Bize sadece Allâh’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emretti. Biz de kendisini tasdik ettik, O’na inandık, bize getirdiği hususlarda kendisine ittibâ ettik. Sadece Allâh’a ibadet ettik, O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık, bize haram kıldığı her şeyi haram olarak kabul ettik, helâl kıldıklarını da helâl bildik.
Bunun üzerine kavmimiz bize düşmanlık etti. Allâh’a ibadetten putlara ibadete dönmemiz ve önceden işlediğimiz insanlık vakârını zedeleyen kötü amellere tekrar dalmamız için bize işkence ettiler, dinimiz husûsunda bizi fitneye düşürmeye çalıştılar. Bize gâlip gelip zulümlerini artırdıklarında, yaptıklarına dayanamaz hâle geldiğimizde ve en mühimi de dinimizi hakkıyla yaşayamaz olduğumuzda senin beldene geldik. Hükümdarlar içinde seni tercih ettik. Senin yanında olmayı uygun gördük. Senin yanında zulme uğramayacağımızı ümid ettik ey Hükümdar!..” (Ahmed, I, 202-203, V, 290-291; Heysemî, VI, 25-27; İbn-i Hişâm, I, 358-359)
EFENDİMİZ'İ DİNLEMEKTEN DOYUMSUZ HAZ ALIYORLARDI
Habeşistan’a hicret eden bu muhâcirlerin en son kâfilesi, Hayber’in Fethi esnâsında deniz yoluyla Peygamber Efendimiz’in yanına dönmüştü. İçlerinde Esmâ bint-i Umeys -radıyallâhu anhâ- da vardı. O, bir gün Peygamber Efendimiz’in zevcesi Hazret-i Hafsa’yı ziyaret için yanına gitmişti. Az sonra Hazret-i Ömer de kızı Hafsa’nın yanına geldi. Ömer -radıyallâhu anh-, Esmâ’yı görünce:
“–Bu kim?” diye sordu. O da:
“–Esmâ bint-i Umeys!” dedi. Hazret-i Ömer latîfeli bir şekilde:
“–Şu Habeşistanlı mı? Şu deniz yolculuğuna katılan kadın mı?” diye sordu. Esmâ:
“–Evet!” cevabını verdi. Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Hicrette biz sizi geçtik. Bundan dolayı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yakın olmaya sizden daha çok hak sahibiyiz.” dedi.
Hazret-i Esmâ -radıyallâhu anhâ- bu sözden müteessir oldu ve:
“–Hayır, vallâhi yanlış düşünüyorsun ey Ömer! Siz Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte idiniz. O sizin aç olanınızı doyuruyor; câhil olanınıza öğretiyordu. Biz ise Habeşistan’da uzaklarda, yabancı ve kâfir insanlar arasında, kovulmuş bir vaziyette yaşıyorduk. Bu da Allah ve Rasûlü uğrundaydı.
Allâh’a yemin olsun ki, senin söylediklerini Rasûlullah Efendimiz’e haber vermedikçe ne yemek yerim, ne su içerim. Biz oralarda eziyetlere mâruz kalıyor ve korkutuluyorduk. Bunu Peygamber Efendimiz’e söyleyeceğim ve bu işin hakikatini soracağım. Vallâhi ne yalan söylerim, ne yanlış bir yola kayarım, ne de söylediklerine bir şey ilâve ederim, hâdise nasıl vukû bulmuşsa aynen naklederim.” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelince Esmâ -radıyallâhu anhâ-:
“–Yâ Nebiyyallâh! Ömer şöyle şöyle söyledi.” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sen ona ne dedin?” buyurdu. O da:
“–Şunları şunları söyledim.” diye söylediklerini anlattı.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–O benim nezdimde sizden daha fazla hak sahibi değildir. Onun ve arkadaşlarının bir hicreti, sizin ise ey gemi yolcuları, iki hicretiniz vardır!” buyurdu.
Hazret-i Esmâ -radıyallâhu anhâ- der ki:
“Habeşistan’dan gemiyle birlikte geldiğimiz Ebû Mûsâ el-Eş’arî ve diğer ashâb-ı kirâm -radıyallâhu anhum- fevc fevc geliyor ve bana bu hâdiseyi anlattırıyorlardı. Dünyada onları, Peygamber Efendimiz’in bu sözünden daha çok sevindiren bir şey ve gönüllerinde bundan daha büyük (bir ümit vesîlesi) de yoktu. Hele Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh-, bu hâdiseyi bana tekrar tekrar anlattırıyor ve Efendimiz’in kendileri hakkındaki bu müjdeli sözünü defalarca dinlemekten doyumsuz bir haz alıyordu.” (Buhârî, Meğâzî, 36; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 169)
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdet Toplumu, Erkam Yayınları