İnsan, Bu Dünyaya Niçin Geldiğinin Farkında Olacak
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, bu dünyaya niçin geldiğimizi ve tefekkür etmemiz gerektiğini anlatıyor...
İNSAN, BU DÜNYAYA NİÇİN GELDİĞİNİN FARKINDA OLACAK
İnsan kelimesi iki kökten geliyor, -isim müsemmâyı çeker-:
1.Nisyan kökünden geliyor. Unutan bir insan. Rabbinin nîmetlerini unutan, gaflete düşen bir insan.
Cenâb-ı Hak peygamberlerle ihsan ediyor, ikram ediyor. Suhuflarla, kitaplarla ikram ediyor. Şu kâinattaki zerreden kürreye, bir atomdan galaksilere kadar her şeyle Cenâb-ı Hak azamet-i ilâhiyyesini telkin ediyor. Fakat insan unutuyor ve gaflete dalıyor.
Onun için îman “Lâ ilâhe” ile başlayacak; Allah’tan uzaklaştıran her şey kalpten silinecek. “İllâllah”; kalp Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. yani kalp, tezkiye olacak, temizlenecek.
Nasıl, kirli bir bardağın içine necâsetli bir bardağın içine, temiz bir memba suyu konulmaz ve içilmez; kalp de öyle. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî bir tecellîgâhı hâline gelecek. Bu şekilde Cenâb-ı Hak’la dost olacak. Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Her gördüğü yerde;
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) Rabbinin azametini okuyacak.
Cenâb-ı Hak buyuruyor Haşr Sûresi’nde:
“…Allah’tan korkun (ittikā edin), herkes yarına ne hazırladığına baksın…” (el-Haşr, 18)
Gerçek seyahat, yarın. Yani son nefes. Bir daha geliş de yok. O devam edecek sonsuza kadar. Bu et kalıptan çıkılacak, kıyamette tekrar ayrı, bu yaşadığımız dünyanın, mânevî dünyanın, kul kalıbına girecek. O şekilde devam edecek.
Kabir bir âlem, âhiret bir âlem, ondan sonraki âlemler, Cennet ve Cehennem vs…
Velhâsıl demek ki Cenâb-ı Hakk’ın ilk bize emri, kendisinin unutulmaması. Allâh’ı unutursa ne oluyor? Yine onun altındaki âyet;
“Allâh’ı unutan, Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın!..” (el-Haşr, 19)
Ne yapıyor? Yanlışlığa giriyor. “Lâ ilâhe”nin muhtevâsına giriyor. Hâlbuki onun muhtevâsından çıkılacak. Kalp öyle bir hâle gelecek ki; nasıl insan elini ateşin içine uzatamaz; öyle gözünü koruyacak, kulağını koruyacak, bedenini koruyacak, zihniyetini koruyacak. Her şeyi, Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kalbini koruyacak.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Bilesiniz ki kalpler…”
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) Ancak Cenâb-ı Hak’la beraber olmakla, Cenâb-ı Hakk’ı zikretmekle…
Cenâb-ı Hakk’ı zikrettiği zaman ne olacak? Kalp huzur bulacak. Fakat tabi bu da kolay bir iş değil. Kalbî merhalelerden sonra erişilecek bir hâdise. Çok emek vermek lâzım. Nasıl dünya işlerine bir emek veriliyor; demek ki kalbe de emek vermek… Yani kalbi Cenâb-ı Hak’la beraber olacak.
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
Kalp, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le beraber olacak.
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
(“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80]) Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaat.
Dâimâ insan kendini bir murâkabe altında olacak: “Acaba benim bu hâlimi Allah Rasûlü yanımda olsaydı, bana tebessüm eder miydi? Yoksa üzülür müydü?..”
Yine mü’min kardeşiyle beraber olacak. Cenâb-ı Hak mü’mini mü’mine zimmetli olarak halketti. Bu dünyada bütün mü’minler birbirine muhtaç. Zengin fakire muhtaç, hasta sağlama muhtaç. Öbür tarafta da onların duâlarına muhtaç.
Diğer taraftan, bütün ne kadar mahlûkat var; sayısız… Havada, karada, toprak altında, denizde vs… Cenâb-ı Hak ilâhî azametini bize telkin ediyor. El-Musavvir, el-Bârî sıfatının tecellîleri. Bir örneği yokken hepsi halkoldu. Hepsinin ayrı ayrı bir hayat tarzı var. Hepsinin küllî kadere bağlı bir hayatı var.
Her gördüğü mahlûkta insan kendini bir düşünecek: “Ben bu mahlûk gibi yaratılabilirdim. Ben kedi olarak, köpek olarak, yılan olarak, akrep olarak dünyaya gelebilirdim. Kuş olarak gelebilirdim… Demek ki Cenâb-ı Hak beni en yüksek bir yaratılışta getirdi. Demek ki ne kadar bir hamd, ne kadar şükür…”
Cenâb-ı Hak, kendisiyle beraberliği unutmamak. Yani nasıl buyuruyor Cenâb-ı Hak:
“Onlar, ayakta dururlarken, otururlarken, yanları üzerinde yatarlarken (her vakit) Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Kalp, o periyodun içine girecek.
“…Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine, inceden inceye) düşünürler...” (Âl-i İmrân, 191)
Yâ Rabbi bu semâvât, sonsuz, ucu bucağı yok…
“Kaldır başını bak diyor, bir yanlışlık görüyor musun?” diyor. (Bkz. el-Mülk, 3)
Yeryüzüne bak, aralarındakine bak.
“…(Derinden derine) tefekkür ederler. Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın derler. Bizi Cehennem azâbından koru derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak:
وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ (“…Kalpleri titrer…” [el-Enfâl, 2]) Titreyen bir kalp istiyor, titreyen bir yürek istiyor.
İkincisi de, insan kelimesi “üns” kelimesinden geliyor.
Yani insan, ülfet ediyor hemen bulunduğu yere. Sâlihlerle beraber olduğu zaman, sâdıklarla, onlarla beraber oluyor. Onların hâline imreniyor, onlardan bir in’ikâs oluyor, akis oluyor, bir trans oluyor.
Şerirlerle beraber olduğu zaman da o şekilde oluyor. Zâlimlerin yanında bulunan, zâlimleşiyor. Firavun’un yanında bulunan Hâmân, Firavun’dan bir şûbe oldu. Firavun’u zulümlere teşvik etti, yol gösterdi ona.
Sâlihlerle, sâdıklarla beraber olan, sâdıklaşıyor, sâlihleşiyor.
Şeyh Sâdî diyor ki:
“Bak diyor, Kehf Sûresi’nde diyor, Cenâb-ı Hak bir köpekten bahsediyor diyor. Tekrarlanan bir köpek var. Bu köpek, sâdıklarla beraber olduğu için, sâdıklara bekçilik ettiği için, Kur’ânî ifade kazandı. Onun zıddı olarak Tahrim Sûresi’nde de, iki sâlih insanın hanımı, Nuh -aleyhisselâm-’ın ve Lût -aleyhisselâm-’ın, iki büyük peygamberin hanımı. Onlar da fâsıklarla beraber oldukları için Cehennemlik oldu. Yani kocalarının peygamber olması onları kurtarmadı.”
Demek ki bu “üns” kelimesi, ülfet ve ünsiyet. Yani bir insanın istikâmeti, eğer sâlihlerle, sâdıklarla beraber olursa sâdıklaşıyor; zâlimlerle olursa zâlimleşiyor.
Demek ki insan terbiyeye muhtaç. Terbiye için de Cenâb-ı Hak peygamberleri gönderiyor, büyük lûtuf… Suhuflar, kitaplar gönderiyor, büyük lûtuf… Kâinat büyük lûtuf. İnceden inceye, zerreden kürreye her şey Cenâb-ı Hakk’ın azametinin bir tecellîsi.
Velhâsıl kul, bu dünyaya niçin geldiğinin farkında olacak. Boş şeylerle uğraşmayacak. “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” buyruluyor. “Çalışmıştır, boşuna…” (el-Ğâşiye, 3) Allâh’ın verdiği şu ömrü ziyan etmiştir.
Allah bu ömrü nefsânî bir hayatın peşinde koş diye yaratmadı sana. İyilik olarak. Bak her şey, ağaca bak, bir toprak... Mevsimlere bak. Cenâb-ı Hak sana yazın ayrı ikram ediyor. Sonbaharda ayrı meyveler, ayrı sebzeler. Kışın ayrı. İlkbaharda ayrı. Hep bir lûtuf hâlinde. Çiçekler ayrı, yiyecekler ayrı, vs…
Sana Cenâb-ı Hak kış günü, kar yağarken karpuz vermiyor, yazın ihsan ediyor onu. Bünyene göre, senin huzur bulacağına göre Cenâb-ı Hak devamlı bir ihsan ve ikram hâlinde.
Yine Cenâb-ı Hak âyetin devamında:
“Biz her şeyi çift yarattık, umulur ki ibret alırsınız.” (ez-Zâriyât, 49) buyuruyor Zâriyat Sûresi’nde.
Demek ki Cenâb-ı Hak tek, tekliği kendine münhasır kıldı. Bütün mahlûkâtı çift olarak halketti.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının...” (en-Nisâ, 1)
Yani düşün! Kendi yaratılışını düşün! Yok kadar bir şeyden yaratıldın. Ana karnında bir hayat buldun. Orada gıdalandın. Bir nutfe, orada bir aleka oldu. Bir asılı bir şey oldu. Güzel olmayan, çirkin görünüşlü bir şey oldu. Oradan, alekadan mudgaya çevrildi; çiğnenmiş bir et mesâbesinde. Kol kısa, kafa büyük, bacaklar… bir tenâsüp yok.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak buyuruyor; ondan bir izam/kemikler meydana geldi. Lahim; o kemiklere adaleler sarıldı. Ve bir insan, en güzel varlık insan çıktı. O çirkinlikler içinden en güzel bir insan çıktı.
Cenâb-ı Hak İnfitar Sûresi’nde;
“Ey insan (diyor), seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren Rabbine karşı seni aldatan nedir?” diyor. (Bkz. el-İnfitâr, 6-8)
Yani kendi üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın sanatını gör. Daha evvel cinler vardı, melekler vardı, daha bilmediğimiz belki başka mahlûklar vardı, can diye ayrı bir mahlûklar vardı. Yalnız insan yoktu. İnsan bu şekilde Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla teşekkül etti.
Sıfır sermaye ile, bedelsiz olarak dünyaya geldik. Bir bedel ödemedik insan olarak gelmek için. Bu büyük bir lûtuf. Gördüğümüz herhangi bir mahlûk olarak gelebilirdik. Fakat Cenâb-ı Hak insan olarak getirdi. Bir çalıştık mı insan olarak gelelim diye, bir bedel ödedik mi; hayır. Sıfır sermaye ile bir insan olarak geldik. Ve Cenâb-ı Hak “كُنْ” buyurdu. Ve bu “كُنْ” (ol) ك, ن, iki harfin yanyana gelmesinden halketti. Ve bu kâinâtı da, insan yaratılmadan bu dünya, nebâtat, cemâdat, hayvanat ile tezyin edildi. Ve dünya bir dershane olarak insan getirilmeye başlandı Âdem -aleyhisselâm-’dan itibâren.
Fakat insanın neye ihtiyacı var? Dünya, bir endam aynası. Nasıl insan şöyle bir aynaya bakar, orada endâmını görür; işte bu kâinat da insanın mânevî hayatının bir aynası, bir endam aynası. Yani neyi görsen, bir hiçliğini hatırlayacaksın, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfunu hatırlayacaksın.
Sonra bu kâinatta, bu kudret akışları, ilâhî azamet akışları, bunları tefekkür edecek, kulluğu yaşayacak. Cenâb-ı Hak’la bir yakınlık meydana gelecek. Bir kurbiyyet olacak. Cenâb-ı Hak Dâru’s-Selâm’a/Cennet’e davet ediyor. Fakat hantal bir kalbi Cenâb-ı Hak Cennet’e davet etmiyor.
“اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ” (“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) Rafine olmuş bir kalbi, Cenâb-ı Hak’la beraber olmuş…
Nasıl insan doğduğu zaman tertemiz doğuyor, mis gibi kokuyor, ve o şekilde Cenâb-ı Hak, ibadetler, muâmelât, ahlâk, muâşeret, hak-hukuk… Kul, berraklaşacak kalp, Cennet’e lâyık hâle gelecek. Olgunlaşacak. Zaten tasavvuf, şerîati kemâle erdirmektir.
Cenâb-ı Hak gâfil insanı, küfürdeki insanın hamâkatini bildiriyor:
Kendi yaratılışını unutarak misal getirmeye kalkıyor. Mezardan çürümüş kemiği, böyle biz diyor, tozdan mı meydana geleceğiz diyor. (Bkz. Yâsîn, 78) “اَوَّلَ مَرَّةٍ” (Bkz. Yâsîn, 79) İlk yaratılışı unutuyor, yoktan nasıl yaratıldı.
Velhâsıl her şey ilâhî azametin bir tecellîsi. Kul derin bir idrak ve şuur kazanacak. Cenâb-ı Hak’la beraber olacak.
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.) Kendi hiçliğini bilecek. Üzerinde hep Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu olduğunun idrâki içinde olacak.
Cenâb-ı Hak:
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ
(“Kime uzun ömür verirsek biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68]) buyuruyor.
Biz, ömür verdiğimiz kimseye; herkese değil, baştan bir gençlik veririz, sonra “نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ” yaratılışını tersine çeviririz. Hastalıklar başlar, diz kapaklarında, belde, gözde vs. ârızalar artar.
اَفَلَا يَعْقِلُونَ “İnsan akıl erdirmez mi?” buyuruyor.
Yani şu ömrün akışına baksın, intibaha gelsin, uyansın.
Semâ ile tefekküre davet ediyor Mülk Sûresi’nde:
“Kaldır başını bak diyor, bir diyor, bozukluk görüyor musun semâda?” (Bkz. el-Mülk, 3)
Trilyonlarca yıldız, trilyon. Ucu bucağı yok. Denizde ne kadar kum varsa o kadar yıldız.
“Bir fütur görüyor musun?” diyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Mülk, 3)
“Biz (diyor) semâyı kendi elimizle (kuvvetlice ve çok sağlam şekilde) bina ettik (buyuruyor). Biz onu elbette genişletiyoruz.” (ez-Zâriyât, 47) Genişlete genişlete gidiyor.
Toprak terkibiyle tefekküre davet:
“İnsan (diyor) bir yediğine baksın (diyor). Yağmurlar yağdırdık. Sonra toprağı göz göz yardık. Oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler, çayırlar bitirdik. (Bütün bunlar) sizin için (diyor) ve bir de hayvanlarınız için.” (Abese, 24-32) diyor.
Hep lûtuf, hep ikramını bildiriyor Cenâb-ı Hak. Yani bu cihan, bütün mahlûkâta ilâhî bir sofra, ilâhî bir mutfak. Bütün mahlûkâta her an ayrı ayrı sofralar hazırlanıyor. İnsana sayılmayacak kadar nîmetler veriyor. Karada veriyor nîmetlerini, denizde veriyor, havada veriyor. Devamlı Cenâb-ı Hakk’ın kuluna nîmetleri…
Bu, Cenâb-ı Hak verdiği misalleri, Kur’ân-ı Kerîm’de, saymakla bitiremeyiz.
En mühim tabi burada, fâniliği tefekkür. Cenâb-ı Hak:
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
(“Her canlı ölümü tadacaktır.” [Âl-i İmrân, 185])
Ölümden kaçacak bir yer yok.
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ
(“O gün insan, «Kaçacak yer neresi!» diyecektir.” [el-Kıyâme, 10])
Kıyamette kaçacak bir yer yok.
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
(“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.” [er-Rahmân, 26])
Onun Zât’ından başka her şey de yok olacak.
Kul bunun idrâki içinde yaşayacak. Dünya hayatının kısalığını tefekkür edecek. Mezar hayatı var, ne kadar; kıyâmete kadar. Âhiret hayatı var; ebedî, sonsuz…
Orada Cenâb-ı Hak âhiret hayatından dünyaya bakışı bize bildiriyor:
اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا
(“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-Nâziât, 46]) Sanki dünyada yaşadığımız zaman, bir akşamın loş vakti, güneşin battığı zaman veyahut da bir seher vakti kadar kısa…
Kul, her yerde fânîliği görecek. Bâkīliğe heves etmeyecek. Bâkīlik yalnız mezar taşlarında her levha var; Cenâb-ı Hakk’ın bekā sıfatı, orada “Hüve’l-Bâkī” yazıyor. Ders alacak insan. Yani her mezar taşı kendisine bir ders; “Hüve’l-Bâkī”. Sen fânîsin, her şey fânî.
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
(“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.” [er-Rahmân, 26])
Cenâb-ı Hak:
اَفَلَا يَعْقِلُونَ (“…Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68]) buyuruyor.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“…Akletmez misiniz?” [el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169…]) buyuruyor.
لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (“…Aklını kullanacak bir kavim için.” [el-Bakara, 164; el-Ankebût, 35; el-Câsiye, 5…]) buyuruyor.
لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (“…Umulur ki düşünüp anlarsınız.” [el-Bakara, 73, 242; el-En‘âm, 151; el-Hadîd, 17…]) buyuruyor.
اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ (“…Eğer düşünüp anlıyorsanız.” [Âl-i İmrân, 118; eş-Şuarâ, 28]) buyuruyor.
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50]) buyuruyor.
لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ (“…Düşünüp anlayasınız diye.” [el-Bakara, 219, 266]) buyuruyor.
“Akletmezler mi, akleden bir topluluk için, umulur ki akledersiniz, akleden bir toplum iseniz…” buyuruyor. “Tefekkür etmezler mi, hiç tefekkür etmediler mi?” buyuruyor. “Umulur ki, beklenir ki tefekkür edersiniz.” buyuruyor.
Yani niye geldin? Gelişin niye, gidişin niye?..
YORUMLAR