İnsan Günahlardan Nasıl Temizlenir?

Tasavvuf

Bir insan, küfürde Firavun derecesinde şiddetli olsa bile, son nefesinden önce hidâyete nâil olarak bütün günahlarından arınma imkân ve ihtimâli vardır. Peki mümin günahlarından nasıl temizlenir?

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:

“Bir sâlik, kendi nefsini Fivarunʼun nefsinden daha beter görmezse, o sâlik, yolumuzun ehli olamaz. Bu yolda varlık iddiâsından geçerek yokluğa ermek, muazzam bir iştir. Nefsini noksan sıfatı ile görmek kolay değildir. Lâkin nefsin noksanlığını idrâk edebilmek, Hakkʼa vuslat zaferinin ipucudur.

İşte ben de bu sıfatları tahsilde, nefsimi bütün varlıkların her tabakasıyla mukâyese ettim, onu kâinattan her zerre ile tarttım. Hakîkatte her şeyi, her varlığı, her yaratığı nefsimden daha iyi ve daha hoş gördüm. Nefsimi bu denli âciz ve zavallı görmek, içimdeki her türlü kiri-pası temizledi...”

KENDİNİ ÜSTÜN GÖRME

Bir insan, küfürde Firavun derecesinde şiddetli olsa bile, son nefesinden önce hidâyete nâil olarak bütün günahlarından arınma imkân ve ihtimâli vardır. Bu sebeple müʼmin, kendisini hiç kimseden üstün görmemeli, “ibâdullâhʼı istihkār”, yani “Allâhʼın kullarını hor görmek”ten, dolayısıyla da kendisinde bir üstünlük vehmetmekten titizlikle sakınmalıdır.

Bütün zulüm, haksızlık ve ihtirasların temelinde de, nefsini başkalarından daha değerli görme, kendini nîmete daha lâyık bilme huyu vardır. Bu kötü huydan kurtulabilmek için en tesirli ilâç, herkesi ve her varlığı kendinden değerli görmek sûretiyle nefse haddini bildirmek, onun azgınlık ve taşkınlıklarına gem vurabilmektir.

İBNİ ARABİ HAZRETLERİ İLE GENÇ TALEBESİ

Rivâyete göre, Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri bir sâhilden geçerken, testiyi başına dikip şarap içen bir genç gördü. Aynı genç bir yandan da yanındaki bir kadına taşkınlık ediyordu. Hazret içinden şöyle geçirdi:

“–İnsan, mahlûkât içinde kendisini en aşağı bilmeli, mütevâzı olmalı. Ama ben herhâlde şu günahkâr gençten de kötü değilimdir. Şarap içmiyorum, lâubâli hareketler ve ahlâksızlıklar da yapmıyorum.”

Tam o sırada denizden bir feryat duyuldu:

“–Batıyoruz, imdât!..”

Bu sesi duyan genç, elinden testiyi atarak kaşla göz arasında denize atladı ve birkaç dakika içinde, boğulmak üzere olan dört kişiyi kurtararak sâhile taşıdı.

Olup biteni hayretler içinde izleyen İbn-i Arabî Hazretleri, biraz önce aklından geçen düşüncelerden mahcup oldu ve kendi kendine:

“–Bak, o küçümsediğin, günahkâr ve hakir gördüğün genç, dört kişiyi birden kurtardı. Ya sen ne yaptın!? Bir kişiyi bile kurtaramadın!..” dedi.

Nihâyet, gencin bu merhamet ve şefkati sebebiyle İbn-i Arabî Hazretleri ile aralarında bir muhabbet peydâ oldu. Genç, önceki hayat tarzını terk ederek İbn-i Arabî Hazretleri’nin dizi dibinde, nezih bir hayatın tâlimine başladı, onun sâdık bir takipçisi oldu.

İNSANI KÜÇÜK GÖRMEK

Demek ki, kendimizde bulunduğunu düşündüğümüz fazîletlerin belki de daha üstünü, küçük gördüğümüz nice kimsede de mevcut olabilir. Bu sebeple Allâh’ın kullarını hor görmek, hakîkatte kendimizi küçülten yanlış bir davranıştır.

İnsanlara ve hattâ bütün mahlûkâta bakışta bu mahviyet hâlini kazanabilmek, kulun Rabbine karşı sahip olması gereken kulluk edebini takviye eder. Zira kulun ilâhî kudret ve azamet karşısındaki hiçlik ve yokluğunu kavraması, kulluk edebinin başıdır. Kul, hangi mânevî mertebeye ulaşmış olursa olsun, kendisini ilâhî huzurda müflis bir sâil, yani dilenci olarak görmelidir. Bütün güzellikleri Hakʼtan, bütün kusurları nefsinden bilmelidir.

Şâir ne güzel söyler:

Çeşm-i insaf gibi kâmile mîzân olmaz,

Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz…

BÜYÜKLERİN KÂRI

Nakledildiğine göre Şeyh Ebuʼl-Abbas Kassâb Hazretleriʼne:

“‒Sizin cenâzeniz götürülürken önünüzde hangi âyeti okuyalım.” diye sorulmuş. Hazret de:

“‒Âyet okumak büyüklere mahsustur, bizim için şöyle deyiniz.” dedikten sonra şu mânâya gelen bir beyit okumuş:

«Dostun, Dostʼunun yanına veya Sevdiğiʼnin katına ulaşmasından daha güzel, âlemde ne vardır?»

Velîler kutbu Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bu kıssayı talebelerine naklettikten sonra, tevâzu ve mahviyet içerisinde buyurmuşlar ki:

“‒Bu beyti okumak da büyüklerin kârıdır. Benim cenâzemin önünde şu beyti okuyunuz:

«Müflis dilencileriz, Senʼin katına geldik. Allah aşkına bize Cemâlʼinin güzelliğinden bir şey ihsân eyle!»[1]

İşte o büyük zâtlar, ulaştıkları mânâ zirvelerine ve eriştikleri keşf ü kerâmete rağmen, aslâ kendi hâl ve amellerinin yüceliğine îtibâr etmemişlerdir. Bilâkis, Hak kapısının âciz dilencileri olduklarını, Hakʼtan bir lûtuf erişmezse bir “hiç”ten ibâret kalacaklarını her fırsatta dile getirmişlerdir.

Dipnot:

[1] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 113. Bu beyit Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye âittir. Ancak orada “müflisleriz” yerine “sûfîleriz” şeklinde geçmektedir. (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Külliyyât-ı Dîvân-ı Şems, (nşr. Fürûzânfer), Tahran 1377, II, 835)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şah-ı Nakşibend (rahmetullahi aleyh) Erkam Yayınları