İnsan İlişkileri
İnsan ilişkilerinde neredeyiz? İnsanın direnç alanları neler? İnsan ilişkilerinde nelere dikkat etmeliyiz? Müslümanın insanlarla ilişkileri ve iletişimi...
Klinik Psikolog Mehmet Dinç ile “insan ilişkileri” üzerine…
Altınoluk: İslam’ın ölçülerinin hayat içerisinde, bir birimizle ilişkilerimizde yeterince devreye girmediği gibi bir düşünceden yola çıkarak “İnsan ilişkilerinde neredeyiz?” meselesini sorgulamak istiyoruz. Ailede, iş hayatında, sokakta, trafikte, okul hayatında, devlet-toplum ilişkisinde, kıran kıranalığın, bencilliğin, kibrin, tepeden bakmanın, hoyratlığın, şımarıklığın, şiddetin, hatta terörün görünülürlüğünün arttığı gibi bir izlenim söz konusu. Hem ülkemiz planında – ki halkı Müslüman bir ülkeyiz- hem genel dünya planında bu alanlarda kaygı duymamız gereken bir gidiş mi söz konusu?
Mehmet Dinç: İnsanlık tarihi açısından ilginç bir dönemden geçiyoruz. Halihazırda insanlığın hayat şartları bilebildiğimiz insanlık tarihi açısından umut verici esasında. Her ne kadar böyle söyleyince çok insanın kafası karışacak, yok canım diyecektir. Çünkü insanlık olarak iyiye mi gidiyoruz kötüye mi diye sokaktan geçen herhangi bir kişiye sorulsa ya da bir ev sohbetinde konu olsa çok sayıda insan kötüye gittiğimizi söyleyecektir. Sonrasında da örnek olarak yakın zamanda duyduğu felaketleri, savaşları, açlıkları ve kötü haberleri verecektir. Ancak resmin bütününe baktığımızda esasında hayat şartları açısından insanlığın iyi bir sürece doğru gidiyor olduğunu görüyoruz. Mesela eğitim-öğretim açısından baktığımızda; 1800’lü yıllarda dünya çapında okuma yazma oranı %12.5 iken şimdi %85’i geçmiş durumda. Hayat süresi anlamında baktığımızda 1900’lü yılların başında hayat ortalaması dünya çapında 32 yaş iken şimdi 70 yaş oldu. Hürriyet anlamında baktığımızda iki asır önce dünya çapında insanların %38’si sömürgeleştirilmiş topraklarda bir çoğu köle olarak yaşıyorlardı. Çocuk ölümlerine baktığımızda sadece 30 yılda 5 yaş altı çocuk ölümleri dünya çapında %53 düşmüş durumda. Aşırı yoksulluk anlamında baktığımızda yine son 30 yılda aşırı yoksulluk yaşayan insan sayısı 1 milyar 850 milyondan 767 milyona düşmüş durumda. Yeni bitirdiğimiz 2018 yılında her gün 295.000 kişi ilk kez elektriğe kavuştu. Daha da önemlisi aynı yıl her gün 305.000 kişi ilk kez temiz suya kavuştu. Bunlar çok önemli rakamlar. Bir yanıyla umut verici, heyecan verici rakamlar.
RUH ALANI SIKINTILI
Bununla beraber hayat şartları anlamında insanlık iyi bir noktaya doğru giderken ruh sağlığı anlamında aynı şeyi söyleyemiyoruz. 2016 yılında 1 milyarın üzerinde insanın ruh sağlıkları veya bağımlılık ile ilgili ciddi sorunlar yaşadıklarını görüyoruz. Dünya çapında her 6 kişiden biri bu sorunlardan, bu zorluklardan muzdarip. En yaygın olanı da kaygı bozuklukları. Ortalama %4 oranında ki oldukça yüksek bir rakam. Sonrasında depresyon, sonrasında alkol ve madde bağımlılıkları geliyor. Ülkemizde de rakamlar çok benzer. Ruh sağlığı veya bağımlılıklarla ilgili sorun yaşayanların genel nüfusa oranı %16,78 ve yine en yaygın kaygı (%4,55) ve sonrasında depresyon (%3,89). Peki ne oluyor da böyle oluyor? Öyle ya her gün daha fazla sayıda insan hayat şartları anlamında eğitim olarak, su ve elektrik olarak, teknoloji ve diğer imkanlar olarak, hak ve özgürlükler olarak, ömür uzunluğu ve sağlık olarak ciddi anlamda ve oldukça hızlı bir şekilde iyiye doğru giderken, neden ruh sağlığı ve bağımlılıklar anlamında iyiye gidemiyoruz? İşte burada insan ilişkilerimiz devreye giriyor. Birbirimize güvenmememiz, birbirimizden emin olamamamız kaygı bozukluklarını, birbirimize hoyrat davranmamız, birbirimizden hemen kırılmamız depresyonu, birbirimize destek olmamamız, birbirimize güç vermememiz bağımlılıkları körüklüyor.
Ahmet Yüksel Özemre merhumun çok güzel bir sözü var bu konuda. Diyor ki: “Akıl temyize, temyiz temkine, temkin itidâle, itidâl hüsn-i zanna ve hüsn-i zan da beşeri münasebetlerde yumuşaklığa, edebe ve sulhe sevkeder. Tabiî bunun tersi de var: Vehim su-i zanna, su-i zan tefrikaya ve nifâka, nifâk ise fesâda yol açar.” Hayat şartları ne kadar kolaylaşırsa kolaylaşsın, ne kadar güzelleşirse güzelleşsin, ne kadar imkanlar ve alternatifler çoğalırsa çoğalsın insan güven istiyor, emniyet istiyor, nezaket istiyor, metanet istiyor, destek istiyor, dayanmak istiyor. Bunlar olunca diğer imkansızlıklar bir şekilde idare ediliyor da bunlar olmayınca hiç bir imkan bunların yerini tutmuyor.
Altınoluk: Peki insanın direnç alanları neler bu konuda?
Dinç: Bu konuda önemli bir araştırma var: 18 yüzyılın sonralarına doğru bir köyün insanları iş imkanlarından dolayı başka bir şehre taşınmaya karar veriyorlar. O zaman ulaşım araçları, yollar ve imkanlar bugünkü gibi değil ve yolculuğun 5 ay sürmesini bekliyorlar. Planları baharda yola çıkıp yaz sonunda gitmek istedikleri yere varmak. Yola çıkmalarının ardından yaşadıkları terslikler sebebiyle varacakları yere varamıyorlar ve kış bastırdığından bir mağaraya sığınarak binbir zorluk ve imkansızlıkla kışı orada geçiriyorlar. Bu insanlara bir sonraki senenin baharında ulaşılıyor ve görülüyor ki 120 kişi olarak başladıkları yolculukta 70 küsur kişi kalmışlar. 50’ye yakın kişi hastalık, kaza vs sebebiyle hayatını kaybetmiş. Grubu inceliyorlar. Kalanlar genç, sağlıklı ve güçlü olanlar, gidenler yaşlı, hasta ve zayıf olanlar mı diye. Çünkü normalde akıl böyle bir çıkarsama yapar. Ancak durumun hiç de böyle olmadığını, sağ kalanlarla ölenler arasındaki farkın genç olma, güçlü olma, sağlıklı olma değil ailesi ve akrabalarıyla seyahat edip etmemek olduğu ortaya çıkıyor. Yani ailesi ve akrabalarıyla seyahat edenler yaşlı, zayıf ve hasta da olsalar sağ kalıyorlar, yalnız başlarına seyahat edenler genç, güçlü ve sağlıklı da olsalar hayatlarını kaybediyorlar. Büyüklerimize, savaşlar, göçler, kıtlıklar yaşayan dedelerimize, nenelerimize sorsak onlar da benzer hikayeler anlatırlar. Çünkü insan insana şifadır. Bu şifayı kaybettik bugün de yanlış yerlerde arıyoruz.
NEREDE ARAYACAĞIZ?
Nasreddin Hoca’nın çok güzel, meşhur bir fıkrası var. Hoca evinin bahçesinde telaşla bir şey arıyor. Komşular telaşını görünce “hoca ne arıyorsun yardım edelim” demişler. Hoca “sormayın komşular anahtarımı kaybettim” deyince komşular da aramaya başlamışlar. Bahçe çok büyük değil, bakmışlar bakmışlar bulamamışlar, en sonunda birisi “Hocam, demiş, emin misin burada kaybettiğine?” Hoca “yok ben burada değil samanlıkta kaybettim” demiş. Komşular şaşkın “peki niye burada arıyoruz” diye sorunca, hoca ibretlik cevabını vermiş: “Çünkü orası karanlık, burası aydınlık.”
Altınoluk: Müslümanlar olarak meselenin neresindeyiz?
Dinç: Biz de genelde insanların özelde Müslümanların sorunlarını düşündüğümüzde kaybolduğumuz karanlık yerlere bakmak yerine daha kolay görünen aydınlık yerlere bakmayı tercih ediyoruz ama emin olun bin yıl baksak bulamayacağız. Daha güçlü, daha zengin, daha büyük olmadığımız için kaybettiğimizi düşünüyor, bütün dikkatimizi, bütün gayretimizi, bütün desteğimizi bu alanlara yoğunlaştırıyoruz. Siyasetin, ekonominin ve teknolojinin sorunlarımızı çözeceğine inanıyoruz. Ancak bir durup düşünelim; tarih boyu Müslümanlar olarak ne kaybettiysek fakirlikten mi kaybettik fitneden mi kaybettik; zayıflıktan mı kaybettik tefrikadan mı kaybettik?
Bugün sorumluluğu bizim dışımıza atabileceğimiz, kolay çözümlemeler yapacağımız bir sürece hiç girmeden ruhumuzun bize karanlık gelen noktalarına girmeye ve baştan aşağı insanlık, insanlar ve insan ile ilgili ezberlerimizi bozmaya mecburuz.
Ben bu fitnenin, bu tefrikanın neresindeyim; hangi sözüm hangi davranışım hangi ilişkim bu fitne ve tefrikayı güçlendiriyor ya da zayıflatıyor sormamız sormamız lazım.
Necip Fazıl Üstadın dediği gibi:
“Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
Altınoluk: Problemin odaklaştığı alan ne? Ne yapabiliriz?
Dinç: İnsan ilişkilerimizde hepimizin bildiği hata ve yanlışları detaylarıyla tasvir edip örneklendirmeyeceğim ancak ne yapabiliriz üzerinde biraz durmak istiyorum.
ÇOKLUK HASTALIĞI
Öncelikli olarak şu çokluk hastalığından kurtulmamız gerekiyor. Tekasür suresini okurken hepimiz müşrikleri düşünüp kızıyor ama hiç aklımıza kendimizi getirmiyoruz. Halbuki bu dönemin en bulaşıcı hastalığı çokluk hastalığı, çoğa sahip olma, çoğa sahip olmayı isteme hastalığı; daha çok eşya, daha çok insan, daha çok iş, daha çok eser, daha çok bilgi, daha çok belge vs vs. Bereketin ne anlama geldiğini unutmanın, Peygamber Efendimizin hayatını sadece ibadet olarak okumanın bedeli olsa gerek bunlar. Bunun da detayına girmeden konumuzla ilgili boyutu üzerinde durayım isterim.
Çok somut bir soru sorayım; telefonumuzda kaç kişinin numarası var? Yüzlerce, binlerce değil mi? Çok insanın da bununla övündüğünü duydum. Ancak bilmeliyiz ki hayatımıza giren, bir şekilde karşılaştığımız, ilişki kurduğumuz, alış veriş yaptığımız herkese karşı sorumluluğumuz var. Kısa karşılaşmalarımızda bile, ilk kez gördüğümüz ve sadece belki bir defa göreceğimiz insana karşı bile asgari selam, tebessüm ve kaba olmama/ onu kırmama sorumluluğumuz var. Bizi gören, tanıyan, bilen her insanın bizim elimizden ve dilimizden emin olmasını sağlama sorumluluğumuz var. Böyle bir sorumluluk taşırsa insan daha çok insan tanımaktan mutlu olmaz, endişe duyar. Ve belki böylesi de daha iyidir. Çünkü bu endişe ile daha dikkatli, daha kontrollü, daha düşünerek hareket eder. Ki ne kadar ihtiyaç duyuyoruz insan ilişkilerinde dikkat, kontrol ve düşünmeye. Yine detayına giremeden sonuç olarak şunu söyleyeyim bu konuda: çok insanı az tanıma değil, az insanı çok tanıma gayretinde olalım. Çünkü insanın zihninin ve kalbinin bir kapasitesi var. Bu kapasiteyi iyi kullanmak, doğru değerlendirmek gerekiyor. Gerekli gereksiz ne kadar siyasetçi, film oyuncusu, şarkıcı ya da meşhur herhangi biri varsa genel kültür kandırmacasıyla zihnimize ve kalbimize alırsak nasıl kalbimize “tecelli eder Hak”, nasıl zihnimizin “gümanı hep ayan olur.” Dünyadaki işimize yarayacak yaramayacak her türlü habere kulak verirsek, gözümüz telefondan ve televizyondan ayrılmazsa nasıl sesini duyuracak eşimiz, nasıl gözümüz görecek gözümüze bakan yavrumuzu.
İNSANIN İLİŞKİ KAPASİTESİ
Dunbar sayısı adında bir araştırma var. Buna göre insanın ilişki kapasitesi ortalama 150 kişi. Aşağı çekenler, yukarı çıkartanlar var. 120’den 230’a kadar rakamlar söyleniyor ama fazlası değil. Yani insanın düzenli ve derinlikli ilişki kurabileceği, dayanıp destek alabileceği belli bir insan sayısı var. Bunun üzerine çıkamaz. Çıkarsa derinlik kaybolur, destek azalır. Bugün yaşadığımız biraz da budur. Az emek ve az vakit ile çok kişiye ulaşmaya çalışıyoruz. Halbuki insan makine değil, çok emek, çok vakit istiyor. Hayatımızdaki bizim için önemli 150 kişiye çok emek verip, çok vakit ayırmazsak 150.000 kişiyi tanıyan bir insan olabiliyoruz belki ama eşimiz el kalıyor, çocuğumuz yabancımız oluyor.
ÇOCUKLARIMIZIN İHTİYACI
Danışma için bize gelen çocuklardan bazılarının çaresi derinlikli ilişki ihtiyacıdır. Anne-baba yoğun çalışmakta ve hayat tarzlarını değiştirmeyi hiç düşünmemektedirler. Çocuklarını ihmal edip hep ikinci plana attıklarından çocukları sorun çıkarmaya başladıklarında bize getirirler. Beklerler ki bir süre haftada bir saat bize gelsinler ve sorunlar çözülsün. Halbuki çocuk 7 günde onlarca saat ilişki ihtiyacı içindedir. Sorarım anne-babanız yaşıyor mu diye yaşıyor ama başka şehirde derler. Amca, dayı sorarım küstük derler. Hala, teyze sorarım çok yakın olmak istemiyoruz derler. Dost, arkadaş sorarım kimsenin vakti yok ya da bu devirde kimseye güvenilmiyor derler. Çok geçmiş olsun o zaman demekten başka çare kalmaz.
HAKKI VERİLECEK İLİŞKİ
Network diye bir şey dolanıyor dilden dile. Doğruluğu hiç düşünülmeden peşine düşülüyor. Daha çok insanla tanışmak, karşılaşmak, konuşmak isteniyor. Olur ya “işim düşer”, olur ya “işe yarar” diye bakılıyor. İbrahim Tenekeci abinin deyimiyle insana “insan olarak değil, imkan olarak bakma”dır bu. Halbuki bizim derdimiz daha çok insanla tanışmak, karşılaşmak, konuşmak değil. Derdimiz hakkını verebileceğimiz ilişkiler kurmak. Derdimiz sorumluluğunu taşıyabileceğimiz insanlarla tanışmak. Derdimiz bir gönle girivermek. O da cennete götürecek bizi inşallah. Asırlar önce Yunus’un söylediğini bugün Said Yavuz Hoca şöyle güzel ifade ediyor: “nasıl girsin cennette bir kalbe giremeyen”
Ben yaklaşık 6 aydır Avustralya’dayım. Daha önce de 2,5 sene burada kaldım. Başkasını aşağı çekmek, bizi yukarı çıkarmaz. Dolayısıyla hiç bir toplumun hatasını, eksiğini, gediğini konuşarak bir şey kazanılacağını düşünmüyorum. Onun yerine iyiliklerinden, doğrularından, artılarından neler öğrenebiliriz onlara bakmak lazım kanaatindeyim.
AVUSTRALYA’DAN BAKINCA
Altınoluk: Halen Avustralya’dasınız. Müslüman toplulukların, azınlık olarak yaşadığı bir toplumsal yapıyı gözlemliyorsunuz. Bir arada yaşama, ayrışma, izolasyon, entegrasyon, kayıplar, kazançlar, aldıklarımız verdiklerimiz, çocuklarımız, aile ilişkilerimiz vs.. Bu ilişkilerde ne tür tespitlerde bulundunuz?
Dinç: Avustralya, çok kültürlü bir toplum. İki yüz yıllık bir mazisi var. Her milletten, her ülkeden insan var burada. İslamofobi yaygınlaşsın için çalışan gruplar ve müstakil bazı olaylar var. Ülkemizde Suriye’den gelen mülteci kardeşlerimiz aleyhine konuşulan her şey burada kelimesi kelimesine Müslümanlar için söyleniyor. İnanç, kültür, dil, coğrafya farklı olsa da fitnenin mantığı ve dili her yerde aynı galiba. Mamafih toplumun geneli çok kültürlülüğü sindirmiş gözüküyor ve herkesin kültürüne, inancına saygı gösteriyor. Bunu da lütuf olarak değil vazife olarak, mecburiyet olarak, sorumluluk olarak yapıyor. Çünkü toplumsal beklenti bu yönde olduğundan aksi davranışlar toplumdan dışlanıp küçük gruplara hapsolmaya götürüyor.
Burada benim gördüğüm ve genelde bizde ciddi eksikliğini hissettiğim bir kaç hususu paylaşmak isterim.
Öncelikle insanlar karşılaştıklarında birbirlerine genelde selam verirler, tebessüm ederler. Alışveriş yapıyorlarsa önce hatır sorarlar. Bunların çoğu otomatik ve formaliteden yapılır ama formaliteden yapılsa bile asık surattan, selamsız sabahsız ilişkiden ve sıfır iletişimle alışveriş yapmaktan daha iyidir.
Bir diğer önemli mesele insanlar kendi hayatlarıyla ilgileniyorlar, başkalarının hayatlarını gözetleme, meraklanma ve hakkında konuşma çok şahit olduğum şeyler değil. Avustralyalı arkadaşlarla biraraya geldiğimiz zamanlar kimsenin aleyhine konuştuklarını duymadım. Garip ve ayıp karşılanıyor birinin arkasından konuşmak. Bir şey söylenecekse yüzüne söyler ama arkasından genelde konuşmaz. Tabiȋ ki istisnaları vardır ancak benim yaygın olarak gördüğüm bu.
Düzenli yaşama yine takdir ettiğim güzel özelliklerinden bir tanesi. Mesela benim komşularım birisi matbaacı, diğeri tesisatçı sabah 07:00-15:30 arası çalışıyorlar. Bunun için de sabah 5, 5:30 arası kalkıyorlar ve gece muhakkak erken yatıyorlar. Genelde 9’dan sonra her yere yayılan bir sessizlik var, 10’da uyuyorlar.
Kurallara uyma genelde çok yaygın olarak var. Çöp atmama, doğru park etme, yayaya yol verme, gürültü yapmama vs. gibi temel toplumsal kurallar konusunda herkes üzerine düşeni yapıyor.
İNSAN MERKEZLİ BİR HAYAT
İnsan merkezli bir hayat kurulmuş. Büyük parklar, kütüphaneler, yüzme havuzları, bisiklet yolları herkesin evinden kolaylıkla ulaşabileceği ve kullanabileceği şekilde kurgulanmış. Lüks değil, devasa değil; sade ve işlevsel.
Su her yerde var ve ücretsiz. Parklarda var, lokantalarda var. Susadığınızda su bulmanız hiç zor değil. İsterseniz paketli su da satın alabilirsiniz ancak şişede içmek isterseniz ücretsiz olarak alıp içebilirsiniz. Bunu Amerika’da da, Çin’de de gördüm. Gördüğüm, gittiğim her yerde vardı ve ücretsizdi. Su en temel insan ihtiyacı ve en temel insan hakkı. Ülkemizde ecdadımızın her sokağa koydukları, zarafet ve sanatla süsledikleri asırlık çeşmelerimiz varken, onların akmaması, en temel insan hakkı olan suyun bile her yerde parayla satılması ve hatta bazı yerlerde istismar edercesine fahiş fiyatla satılması yine insan ilişkilerimiz ve ahlakımız konusunda düşünmemiz, konuşmamız gereken belki en temel, en basit ama en önemli örneklerden biri.
Altınoluk: Bu noktada İslam adına ne söylenir? Anahtar açılımlar olarak neyi hatırlatırsınız?
Dinç: “Neler çeker bu gönül, söylesem şikayet olur” diyor ya şair, hepimizin gönlü çok çok dolu ama yine söylemeyelim şikayet olmasın da biz ne yapabiliriz ona bakalım. Yine çokluk hastalığına düşmemeye çalışarak, büyük listeler hazırlamadan, insan ilişkileri ile ilgili üç hadisi şerifi aklımızda, kalbimizde ve dilimizde her daim canlı tutsak yeterli olur kanaatindeyim. Birincisi “Müslüman elinden ve dilinden emin olunan insandır” hadisi şerifi. İkincisi “kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi Müslümanlığının güzelliğindendir” hadisi şerifi. Üçüncüsü “selamı yayınız, yemek yediriniz, akrabanızla ilişkinizi gözetiniz, gece insanlar uyurken namaz kılınız, güven içinde cennete giriniz” hadisi şerifi.
Kaynak: Mehmet Dinç, Altınoluk Dergisi, Sayı: 396