İnsan Kendini Allâh’a Nasıl Sevdirir?
Bir mü’min için en mühim husus, hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine nâil olabilmektir. Bir genç, Allâh’a kendini nasıl sevdirebilir, O’nun sevgi ve hoşnutluğuna nasıl erebilir? Bu hususta neleri tavsiye buyurursunuz? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi cevaplıyor...
Bir mü’min için en büyük saâdet; kendisini yoktan yaratarak en güzel bir sûrette biçimlendiren, sayısız nîmetler bahşeden, istikâmet üzere bir hayat yaşayabilmesi için ilâhî kitaplar ve peygamberler gönderen, kevnî âyetlerle dolu kâinat kitabını lûtfeden Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve muhabbetine nâil olabilmektir. Böyle bir saâdete nâil olan kimse, ömür sermâyesini en güzel şekilde değerlendirmiş, dünya imtihanını kazanmış olur.
Bizleri Allâh’ın sevgisine nâil edecek husus nedir, diye Kurʼân-ı Kerîmʼe baktığımızda, en başta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ittibâ etmenin, yani O’nun Sünnet-i Seniyye’sine tâbî olmanın zikredildiğini görüyoruz.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)
Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulu ve Rasûlʼü olduğu gibi, Allâh’ın sevdiği bütün haslet ve fiillerin de en mükemmel tecellîgâhıdır. Yani O’nun hayatı, “muhabbetullâh”ın en güzel şekilde temâşâ edildiği berrak bir aynadır.
Yine Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de sevdiği bazı hasletleri beyan buyurmuştur ki, ilâhî muhabbete nâil olmak isteyen herkesin bunları bilmesi ve gücü yettiğince hayatına tatbik etmesi gerekir.
Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz’in sevdiğini beyân ettiği hasletler arasında en çok tekrar edileni, ihsandır.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de “ihsân”ı şöyle târif buyuruyor:
“İhsan, Allâh’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlakâ görüyor.” (Müslim, Îman, 1, 5; Buhârî, Îman, 37)
Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bir kul olmak için, her yerde ihsan şuuru üzere hareket etmek, yani dâimâ ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuz idrâkini kalbimize nakşetmek şart.
Ayrıca ibadetlerden zevk ve lezzet almak ve onlardan yorulmamak da, ancak ihsan duygusu ile mümkün. Zira gönlünde ihsan duygusu bulunmayan kimseye, namaz kılmak ağır gelir. Zenginse; zekât ve sadaka vermekten, imkânlarını muhtaçlarla paylaşmaktan çekinir. Çünkü Allâhʼın her an kendisini görüp işittiği, ona şah damarından da yakın olduğu, kalbinden geçenlere bile vâkıf bulunduğu şuurundan mahrum olduğu için, îmânın lezzetini alamamıştır.
Bu bakımdan denilebilir ki; dosdoğru kılınacak namaz, gönülden verilecek zekât ve sadaka, muhabbetle tutulacak oruç, aşkla yapılacak hac, havf ve recâ arasında bulunan kalb-i selîm, güzel ahlâk ve sâir bütün güzellikler, hep ihsan hâlinin bereketidir.
Kişiyi, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine nâil eden diğer bir husûsiyet ise, takvâdır. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“…Her kim ahdine vefâ gösterir (sözünü yerine getirir) ve takvâlı olursa (kötülüklerden korunursa bilsin ki); şüphesiz Allah da (o) müttakîleri (takvâ sahiplerini) sever.” (Âl-i İmrân, 76)
Takvâ; Allâhʼın rızâ ve muhabbetini kaybetme korku ve endişesiyle günahlardan titizlikle sakınmak, nefsânî ihtirasları bertaraf edip, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmektir…
Takvâ; beşikten mezara kadar süren dünya yolculuğunda, îman ve İslâm elbisesini, günahların, haramların, hataların dikenlerine takılıp parçalanmaktan muhafaza etmektir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyuruyorlar:
“Allah Teâlâ müttakî, gönlü zengin, kendi hâlinde, işiyle ve ibadetiyle uğraşan kulunu sever.” (Müslim, Zühd, 11)
Bir diğer husûsiyet ise, âdil olmak, dâimâ adâlet üzere hareket etmektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:
“…(Her işte) adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.” (el-Hucurât, 9)
Her hususta en büyük örneğimiz olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, vefâtına yakın, kul hakkı hassâsiyetine dâir ümmetine bizzat kendinden misal vererek şöyle buyurmuştur:
“Nihâyet ben de bir insanım! Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir! Ben kimin (sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun! Kimin) malından sehven (farkında olmadan, yanlışlıkla) almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!
İyi biliniz ki; benim katımda sizin en sevgili olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir ki, Rabbime onun sayesinde helâlleşmiş olarak, gönül hoşluğu ve rahatlığı ile kavuşacağım!
Hiç kimse; (hakkımı istediğim takdirde) «Rasûlullâh’ın kin ve düşmanlık beslemesinden korkarım.» diyemez! İyi biliniz ki; kin ve düşmanlık beslemek, aslâ benim huyumdan ve hâlimden değildir! Ben aranızda durup bu sözümü tekrarlamaktan kendimi müstağnî göremiyorum!” (İbn-i Hanbel, III, 400)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyâmet günü insanların Allâh’a en sevgili ve en yakın olanı, âdil idarecidir. Allâh’ın en çok buğz ettiği ve en uzağında olan da zâlim idarecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4)
Rabbimiz, gayr-i müslimlere muâmelede dahî hak ve adâleti gözetmeyi emrediyor.[1]
Bir mü’min de, ilâhî muhabbete nâiliyet için, dâimâ âdil ve hakkâniyetli olmaya gayret etmelidir.
Bir diğer husûsiyet de, tevbe etmek ve temizlenmektir.[2] Yani mânevî temizlenme ve arınma olan tevbe gibi; maddî mânâda temizlik de Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine vesîledir.
Tevbede samimiyetin, sabır, sebat ve sâlih amellerle tescil edilmesi gerekir. Bu mânevî arınma gibi maddî temizlik de, ibadetlerin feyiz, rûhâniyet ve makbûliyetine vesîledir. İslâm ilmihalleri, dâimâ tahâret/temizlik bahsi ile başlar. Temizlik, îmânın yarısıdır. Zira bedeni, elbiseyi ve mekânı maddî kirlerden, kalbi nifaktan, ameli riyâdan, gözü hıyânetten, lisânı yalan ve çirkin sözlerden ilh. temizlemedikçe, müʼmin kemâle eremez.
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyorlar:
“Ey insanlar! Allâh’a tevbe edip O’ndan af dileyiniz. Zira ben O’na günde yüz defa tevbe ederim.” (Müslim, Zikir, 42)
Allah Rasûlü’nün geçmiş ve gelecek bütün günahları affedildiği hâlde[3] her gün tevbe ve istiğfarda bulunması, Allah Teâlâ’nın bahşettiği nîmetlere lâyıkıyla şükredememe endişesinin bir tezâhürü olduğu gibi, ümmetine de kulluk edebi hususunda büyük bir ders mâhiyetindedir.
Velhâsıl, letâfet diyarı olan Cennetʼe kesâfetle gidilemez. Dolayısıyla Cennet yolcusu olan bir insan; dünyanın ve nefsâniyetin maddî-mânevî bütün kir ve lekelerinden temizlenmeye ahdetmelidir. Üzerindeki kul hakları için geç kalmadan hak sahipleriyle helâlleşmeli, Cenâb-ı Hakkʼa karşı kusurları için de tevbe ve istiğfâra samimiyetle devam etmelidir.
Yine âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak, sabreden ve tevekkül eden kullarını sevdiğini beyan buyuruyor.[4]
Sabır ve tevekkül, hoşa gitmeyen ve ıztırap veren hâdiseler karşısında Rabbine karşı gönül dengesini bozmadan sükûnete bürünmek, Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine teslîm olmaktır. Sabır ve tevekkül, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, ferah ve saâdetin anahtarıdır. Allâhʼın rızâ ve muhabbetine, dolayısıyla Cennet nîmetlerine kavuşturan büyük bir fazîlettir.
Rabbimiz, kullarının sâdece kendisine tevekkül etmelerini, yani güvenip dayanmalarını arzu ediyor. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:
“…Mü’minler ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrâhîm, 11)
Zira;
“…Allâh’a tevekkül edene, Allah kâfîdir!..” (et-Talâk, 3)
Allâhʼın en sevgili kulu, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yedi evlâdının altısını kendi elleriyle toprağa verdiği hâlde, Rabbine en ufak bir isyan ve şikâyette bulunmadı. Karşılaştığı en ağır ezâ ve cefâlara dahî sabırla mukâvemet gösterdi. Bir musibetle imtihan edildiğinde sadece Allâh’a yöneldi, âcizlik ve muhtaçlığını sadece O’na arz etti. Tâifʼte taşlandığında; “Rabbim, eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!” niyâzında bulundu.[5] En ağır çilelerin çemberinden geçtiği hâlde, sabır, rızâ ve tevekkül hususunda ümmetine mükemmel bir numûne oldu.
Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine nâil olmak isteyen bir müʼminin de her hususta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi örnek alıp Oʼna uyması zarurîdir.
Son olarak Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bir husûsiyet de âyet-i kerîmede şöyle bildiriliyor:
“Allah, kendi yolunda bünyân-ı mersûs (parçaları kurşunla kenetlenerek yekpâre hâline gelmiş olan sağlam bir bina) gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (es-Saff, 4)
Hadîs-i şerîfte de mü’minlerin nasıl yekvücut ve tek yürek olmaları gerektiği, şöyle beyân ediliyor:
“Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binâlar gibidir.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetlemiştir. (Buhârî, Salât, 88; Müslim, Birr, 65)
Velhâsıl mü’minlerin kardeşçe yaşamaları, her hususta birbirlerini destekleyip yardımlaşmaları ve âdeta tek bir saf gibi birlik ve beraberlik içinde Allah yolunda gayret etmeleri, Rabbimiz’in sevgisini kazandıracak fazîletlerdendir.
Kardeşliği kuvvetlendirmek için de irtibâtı sürdürmek, hatâ ve kusurlarına sabretmek, üzücü ve kırıcı davranışlarına karşı affedici olmak gerekir ki bunlar da Allah Teâlâ’nın sevdiği hasletlerdir.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:
“Ben’im rızâm için birbirlerini sevenlere, Ben’im rızâm için bolca sarf edenlere, birbirlerini sevmede samimî ve içten davranan sâdıklara, akraba ve dostlarıyla münâsebetlerini kesmeyenlere veya birbirlerini ziyaret edenlere sevgim hak olmuştur.” (Müsned, V, 229)
Rabbimiz, kalplerimizi, muhabbetine erdirecek güzel ahlâk ile müzeyyen kılsın. Rızâsına medâr olacak sâlih amellere cümlemizi muvaffak eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Mâide, 42; el-Mümtehine, 8.
[2] Bkz. el-Bakara, 222; et-Tevbe, 108.
[3] Bkz. el-Cumʼa, 2.
[4] Bkz. Âl-i İmrân, 146, 159.
[5] İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Aralık Sayı: 219
YORUMLAR