İnsan Neden Zalim ve Cahildir?

İslam bize ne kazandırdı? Peygamberimiz örnek nesli nasıl yetiştirdi? Peygamberimize en yakın olanlar kimlerdir? İnsan neden zalim ve cahil oluyor? Câhiliye dönemi hâlâ devam ediyor mu?

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Sen katı bir taş olsan, mermer kesilsen bile; bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.”

Nasıl ki “simya” ilmi, değersiz maddelerden değerli cevherler îmâl etmeyi hedeflerse, peygamberler ve onların vârisi durumundaki takvâ ehli âlim ve ârif zâtlar da -tâbiri câizse- gönül simyâsına vâkıftırlar. Onların gönül dergâhına muhabbet ve teslîmiyetle yüz süren nice ham ruhlar, mânevî terbiye ve irşad bereketiyle, birer insan-ı kâmil olmuşlardır.

CAHİLİYE DÖNEMİNDEN ASR-I SAADET’E

Bunun en bâriz misâli, Asr-ı Saâdet’tir. Câhiliye devrinin, insanlığa vedâ etmiş o yarı vahşî toplumu, Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nebevî terbiyesine mazhar olunca, zirve şahsiyetler hâline gelmiştir.

Nasıl ki mâhir bir bahçıvanın bakıp emek verdiği nice dikenlik yer, bir müddet sonra, ruhlara ferahlık veren hoş bir gülistan olursa; Peygamber Efendimiz’in teşrîfiyle de, kan gölü hâlindeki çöller birer huzur vâhasına döndü. O’nun gül yüzünün tebessümü, nice çorak gönülleri yeşertti, rahmet çiçekleriyle bezedi. Şirk ve küfrün karanlığında âdeta kömürleşmiş kalpler, O’nun tebliğ ve irşâdı bereketiyle, mücellâ pırlantalar hâline geldi. Kıyâmete kadar fazîlet semâsında parıldayıp insanlığa yol gösterecek yıldız şahsiyetler yetişti.

Cehâlet ve zulümleri sebebiyle insanlıkta âdeta Hint Okyanusu’nun dibine düşmüş bir toplum, Allah Resûlü’nün kalbî dokusundan hisseler alınca; merhamet, cömertlik, fedakârlık ve Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakışta, âdeta Everest Tepesi’nin zirvesine tırmandı.

Annesinin yüreğinden kopararak kız çocuğunu diri diri gömmeye götüren vahşî ve merhametsiz insan tipi eriyip kayboldu, yerine; gözü yaşlı, duygulu, diğergâm, fedâkar, ince ruhlu ve hassas gönüllü bir şefkat meleği geldi.

İslâm’dan önceki katı yürekli Ömer, İslâm’dan sonra rakik kalpli Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- oldu. “Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyi olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesâba çekmesinden korkarım.”[1] diyecek kadar ulvî bir mes’ûliyet duygusuna ve diğergâmlık ufkuna ulaştı.

Hidâyetinden evvel, âdeta kan içen, canavar ruhlu bir vahşet adamı olan Habeşli Vahşî, hidâyetle şereflenip Peygamber Efendimiz’in tebliğ ve irşâdına teslim olunca; gözü yaşlı, yufka yürekli, derin düşünceli bir sahâbî oldu.

Onlar gibi daha niceleri, hidâyetlerinden önce pek çok kötü vasfın pençesinde, mânen ölü hâlde idiler. Fakat onlar da aynı hidâyet menbaının âb-ı hayatını yudumlamak sûretiyle, ebedî bir diriliğe kavuştular. Gönüller; yorgun sînelerin huzur ve tesellî bulduğu bir rahmet dergâhı oldu. Kalpler; dul, yetim ve kimsesizler için şefkat ve merhamet dolu bir sığınak ve barınak oldu.

ÖRNEK NESİL

Gönüllerde meydana gelen bu muhteşem ıslahat ve inkişaf sebebiyle, İslâm fıkhının en mühim sîmâlarından biri olan Karâfî şu tespitte bulunmuştur:

“Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hiçbir mûcizesi olmasaydı, (yetiştirmiş olduğu) ashâb-ı kirâm, O’nun nübüvvetine delil olarak kâfî gelirdi.”[2]

Nitekim Cenâb-ı Hak da, Sahâbe-i Kirâmı bizlere “örnek nesil” olarak takdim ediyor. Âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)

Bizler, Peygamber Efendimiz’in 1400 sene sonra gelen ümmetiyiz. Bugün artık “sahâbî” olma imkânımız bulunmuyor. Fakat âyette zikredilen, “Muhâcirler ve Ensâr’a güzelce tâbî olan ihsan sahipleri”nden olma imkânı, bütün ümmet-i Muhammed için kıyâmete kadar bâkīdir.

Şayet bizler de Muhâcir Efendilerimiz gibi bâtıldan hakka, şerden hayra, günahtan sevâba, hodgâmlıktan diğergâmlığa, bencillikten fedakârlığa hicret edebilirsek;

Ensâr Efendilerimiz gibi Allâh’ın dînine hizmet için bütün gücümüzü seferber edip mazlum ve mağdur din kardeşlerimizle her türlü imkânımızı cömertçe paylaşabilirsek;

İşte o zaman bizler de ashâb-ı kirâmın izini güzelce takip eden ve onların açtığı o güzel yolu devam ettiren, “ihsân ehli” mü’minlerden oluruz -inşâallah-.

Unutmayalım ki ashâb-ı kirâm, nasıl Peygamber Efendimiz’in rahle-i tedrîsi önünde diz çökmüş talebeleriyse, bizler de ashâbın muhâtap olduğu aynı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere 14 asır sonra muhâtap olan, Allah Resûlü’nün âhir zamandaki ümmeti ve talebeleriyiz.

Aradan geçen zaman ne kadar uzun olursa olsun, Peygamber Efendimiz’e yakınlık -tıpkı Allah katında üstünlük hususunda olduğu gibi- sadece “takvâ” sırrına bağlıdır.

PEYGAMBERİMİZE EN YAKIN OLANLAR

Nitekim Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hakîkati beyan sadedinde:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olurlarsa olsunlar, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyuruyor. (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de kendisine yakınlığın ölçüsünü şöyle ifade buyuruyor:

“Şüphesiz benim asıl dostlarım, müttakîlerdir.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242)

Ashâb-ı kirâm, Allah ve Resûl’üne yakınlık şerefine mazhar olabilmek için, ilâhî ve nebevî tâlimatları nasıl idrâk edip hayatlarına tatbik etmişlerse, aynı tâlimatların bugünkü muhâtapları olan bizler de, aynı gayreti sergilemekle mükellefiz.

Ashâb-ı kirâm nasıl bir fazîletler medeniyeti inşâ ettiyse, bugün bizim de kendimizi onlarla kıyaslamamız ve gayret-i dîniyyemizi artırmamız îcâb ediyor. Zira her medeniyet, kendi insan tipini yetiştirir. Bizler de asr-ı saâdette temelleri atılan ve 14 asırdır devam edegelen fazîletler medeniyetinin bugünkü temsilcileri durumundayız. Bu medeniyeti yaşayıp yaşatmak ve gelecek nesillere bütün ihtişâmıyla intikâl ettirmek zorundayız.

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Ümmetim bir yağmura benzer; önü mü, sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

O hâlde düşünelim:

1. Bizler bu bereketli yağmurun bir rahmet damlası olabilmek için bugün ne kadar gayret gösterebiliyoruz?

2. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Rahmet Peygamberi’ne ne kadar “hayırlı ümmet” olabiliyoruz?

3. Hâlimiz ne derece “rahmet ümmeti” manzarası sergiliyor?

4. Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “özledim” buyurduğu âhir zamandaki kardeşlerinden olabilme idealine yaraşır bir istikâmetimiz var mı?

5. Hayat yolculuğumuzda Allah Resûlü’nün ve Ashâb-ı Kirâmın kutlu izlerini nereye kadar tâkip edebiliyoruz? Yoksa dünyevî ve nefsânî arzularımız, bizi onların izinden ayırıp çıkmaz sokaklara mı çekip götürüyor?

6. Kendimize Allah Resûlü ve ashâbını ölçü almak yerine, toplumdaki gafillerle hâlimizi kıyaslayıp boş tesellîlerle mi avunuyoruz?

7. Ashâb-ı kirâm, evlâtlarını nasıl yetiştiriyordu? Nasıl bir “Tâbiîn” nesli yetiştirmişlerdi? Bizler, evlâtlarımızın mânevî terbiyesiyle ne kadar alâkadar oluyoruz? Yavrularımıza ne kadar sahibiz? Onları televizyonun, internetin, medyanın, kötü arkadaş çevresinin menfî tesirlerinden ne kadar koruyabiliyoruz?

İNSAN ZALİM VE ÇOK CAHİLDİR

Şunu aslâ unutmayalım ki; Peygamber Efendimiz’in gönderildiği zamanın câhiliyesi ile bugünkü câhiliye arasında, ilâhî imtihanların özü bakımından hiçbir fark yok. Nasıl ki o zamanlar kuvvetliler zayıfları acımasızca eziyor, haksızlık yapan güçlüler dâimâ haklı sayılıyor ve daha nice cürümler pervâsızca işleniyorsa, bunların emsalleri -maalesef- günümüz dünyasında da yaşanıyor.

O asırda mâsum kız çocukları, namusuna halel gelir de ailesinin şerefine leke sürer düşüncesiyle, yahut rızık endişesiyle, analarının yüreklerinden sökülüp diri diri toprağa gömülüyordu. Bugünkü modern câhiliye insanı ise, kürtaj kasaplarına, henüz gün yüzü görmemiş bebekleri ana karnında parçalatarak, bu cürmün daha beterini irtikâb ediyor.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, âhiretteki mahkeme-i kübrâdan bir manzarayı bildirerek:

“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda!” (et-Tekvîr, 8-9) buyuruyor.

Günümüzdeki kürtaj kasaplarını da bu ilâhî tehdit önünde çok çetin bir hesap ve elîm bir azap bekliyor.

Hiçbir meşrû gerekçesi olmadan, sırf nefsânî bahanelerle yavrusunu istemeyip kürtaj kasabına teslim eden vicdan mahrumlarına sormak gerek:

Allâh’ın verdiği canı almaya senin ne hakkın var! Hem gaybı biliyor musun?! İstikbâlin ne getireceğinden haberin var mı?! O canına kıydığın yavru, belki yarın sana sığınak, barınak, dayanak olacak. Kimsesiz ve bakıma muhtaç kaldığında sana sahip çıkacak, seni koruyup kollayacak…

Velhâsıl, hangi asırda olursa olsun, ilâhî ölçülerle terbiye olmamış bir insan, âyet-i kerîmedeki ifadesiyle zalûm ve cehûl yani çok zâlim ve çok câhildir.[3] Allah ve Resûl’ünden uzak yaşanan her asır, esâsen bir Câhiliye asrıdır. İlâhî ve nebevî beyanlarla ıslah olmamış her asrın vahşetleri, birbirine denktir.

Zira zamanın, mekânın, hayat şartlarının ve dekorların değişmiş olması, insan tabiatını değiştirmiyor. Bugün haz ve hız odaklı yaşayan modern câhiliye insanıyla, 14 asır önceki bedevî câhiliye insanı arasında bir gardırop farkından başka ne var?

İNSANLIĞI KURTARACAK REHBER

Bütün bu hakîkatler çerçevesinde diyebiliriz ki:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nasıl ki geçmişte azgın bir câhiliye toplumunun ıslâhına vesîle oldu ve onu Asr-ı Saâdet toplumuna dönüştürdü ise, bugün de insanlığı huzura erdirip kurtaracak olan, yine O’nun rahmet nefesidir.

Dolayısıyla dün ve bugün insanlık nasıl O’na muhtaç olduysa, kıyâmete kadar da O’na muhtaç olacaktır. Nitekim O’nun hayat veren ölçüleri, sadece kendi asrına değil, kıyâmete kadar gelecek bütün asırlara ve nesillere yegâne huzur reçetesidir.

Zira; mâzî, hâl ve istikbâlin birleştiği Mîrac Gecesi’nde, O’na Cennet ve Cehennem seyrettirilmiştir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kıyâmete kadar ümmetinin başına gelecek her hâl ve imtihanı görmüş, bunlardan pek çoğunu da “fiten hadisleri”nde sahne sahne haber vermiştir.

Hâl böyleyken, günümüzde adına “târihselci” denilen sapkın bir güruh, İki Cihan Serveri Efendimiz’in tâlimatlarını, sadece mîlâdî yedinci asrın dar hudutlarına hapsetme küstahlığını göstermektedir. Birçok ahkâm âyetinin -hâşâ- zamanının geçtiğini, bugünün şartlarına uymadığını iddiâ etmektedir. Bu meyanda meselâ Kur’ân’ın “mîras” hukukunu değiştirmeye çabalamaktadır. Böylece bazı ilâhî hükümleri âdeta tedâvülden kaldırma gayretkeşliğini sergilemektedir.

Bir başka sapkın güruh ise; “Bugün Resûlullah gelse, elini ayağını öperiz, fakat zaman bizim zamanımızdır, biz kendi metotlarımızdan dönmeyiz.” diyerek, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i -hâşâ- emekliye ayırmış olmaktadır.

Şüphesiz ki, hükmü kıyâmete kadar cârî olan İslâm, bu din tahrifçilerinin hezeyanlarından münezzehtir. Allah indinde yegâne hak ve mükemmel din, İslâm’dır.

Bu nevî sapkınlar ise, dinde fitne çıkararak, zaten paramparça hâldeki ümmetin gönül dünyalarını ve îtikadlarını da bulandırmaya çabalayan fesat ehlidir. Müslümanlar olarak kendimizi ve nesillerimizi, bu nevî fitnelerden muhafaza hususunda da son derece dikkatli ve basîretli davranmalıyız.

Nitekim Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, çok sevdiği sahâbîlerinden Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-’a ve onun şahsında kıyâmete kadar gelecek bütün ümmetine şu îkazda bulunmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o, senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine çok dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, istikâmetten sapanlardan alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121)]

Dipnotlar:

[1] Bkz. İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 153.

[2] Karâfî, el-Furûk, Dâru’s-Selâm, 2001, IV, 305.

[3] Bkz. el-Ahzâb, 72.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Mevlana, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

ZALİM KİMDİR? ZULÜM NEDİR? ZALİMİN VE ZULMÜN SONU NASIL OLACAK?

Zalim Kimdir? Zulüm Nedir? Zalimin ve Zulmün Sonu Nasıl Olacak?

CAHİLİYE DÖNEMİ’NDEN ASR-I SAADET’E

Cahiliye Dönemi’nden Asr-ı Saadet’e

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.