İnsan Neslinin Ziyneti

RÖPORTAJ

Kadınların saâdeti, “hanımefendi” olarak yaşamalarıyla mümkündür. Kadın, aslî vazifesinin dışına yönelir ise, âile ocağını kurutur. Kadının dış hayata katılması, ancak zarûrî sebeplerle ve yaratılışına uygun işler için mümkün olabilir. Bu zarûrî sebepler de cemiyetin ihtiyaçları ölçüsünce belirlenmeli, mâkul ve meşrû sınırlar aşılmamalıdır.

Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile hanımlar mevzuu üzerine yapılan mülakatı sizlerle paylaşıyoruz:

Efendim, bu mülâkatımızda, insanlığın yarısını teşkil eden “hanımlar” mevzuu üzerinde durmak istiyoruz. İsterseniz önce, “Varlıklar neden «kadın» ve «erkek» olmak üzere çift yaratılmıştır?” suâliyle başlayalım.

Yalnızlık ve teklik, Allâh’a mahsustur. Çünkü o yüce Yaratıcı, bir ve tek olmayı sadece kendisine has bir keyfiyet kılmış ve bu itibarla bütün varlıkları çift olarak yaratmıştır. İnsan, bitki ve hayvanlarda bu keyfiyet erkek-dişi, cansız varlıkların kimyevî terkiplerinde ise artı (+), eksi (-) sûretinde tecellî etmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyet-i kerîmede bu husûsa temâs edilir:

“Her şeyi çift yarattık ki, düşünüp ibret alasınız.” (ez-Zâriyât, 49)

“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mâhiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allâh’ı tesbih ve takdis ederim.” (Yâsîn, 36)

Bütün mahlûkât, bu çift olma özelliği bakımından birbirlerine muhtaçtır. Çünkü birisinde olan bir husûsiyet, diğerinde yoktur. Hepsi birbirini tamamlayarak bir bütün teşkil eder.

Bir erkeğin kadına, bir kadının da erkeğe ihtiyaç ve temâyülü ise, özü itibâriyle neslin devamı içindir. Ancak tek gâye, elbette ki bu değildir. Çünkü kurulan sağlam bir âile yapısı ile fertlerin rûhî ve ictimâî huzur, sükûn ve âhengi de insanoğlunun muhtaç bulunduğu son derece mühim bir gâye ve hedeftir. Bu rûhî huzur, sükûn ve âhenge ulaşmada arzu edilen zirveye ise ancak “muhabbetullâh” ile varılabilir.

İnsanoğlunun yaratılış sebebi de “mârifetullâh” ve “muhabbetullâh” yani Allâh’ın bilinmesi ve sevilmesidir, diyebilir miyiz?

Bütün varlıkların yaratılışında muhabbet vardır. Bu âlemler yaratılmadan önce Allah Teâlâ, “gizli bir hazîne” idi. Bilinmeye muhabbet etti ve bu muhabbetle bütün varlıkları yarattı. Dolayısıyla bütün muhabbetlerin özü, ilâhî muhabbet oldu.

Cenâb-ı Hak, kullarına verdiği diğer sevgilerin ve muhabbetlerin hepsini de hakîkatte kendi muhabbetine hazırlayıcı ve yükseltici birer vesîle olarak ihsan buyurdu. O’na muhabbet zirvesine çıkabilmenin en kıymetli basamağı olarak da erkek ve kadın arasındaki muhabbet ve bağlılığı bahşetti.

Öyleyse erkek ve kadın arasındaki muhabbetin, ilâhî muhabbete yükselten bir yönü var.

Evet. Ancak muhabbetullâhın gönülleri kuşatması için evliliğin, ilâhî emirlere uyularak gerçekleşmesi lâzımdır. Yalnızca nefsânî arzu, heves ve temâyüllerle gerçekleşen bir evlilik -ekseriyetle- muhabbet meyvesini hâsıl etmemektedir. Dolayısıyla böyle kurulan yuvalarda, evlilikten beklenen mânevî olgunlaşma ve kalbin muhabbet eğitimi gerçekleşmez. Yani gönüller lâyıkıyla istifâde edemez. Çünkü böyle evliliklerde insanlar, umûmiyetle nefsânî iştihâların kölesi olurlar. Mâneviyatta ilerleme şöyle dursun, gönül dünyaları daha da geriler, kuraklaşır ve soysuzlaşmaya kadar varabilir.

Olgunlaşmaya ve mânen yükselmeye, yani dînin yarısını tamamlamaya vesîle olan evlilikler ise, ulaşılması gereken ideal seviyeyi göstermektedir.

Bu hususta bize bütün peygamberlerin âile hayatı bir örnek ve ideal hayattır. Zira Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Hazret-i Havvâ vâlidemizle cennette başlayan âile hayatı, Allâh’ın takdîr ettiği izdivac kanunu ile Âdemoğullarına intikâl etmiş, İslâm dîni ile ebedîleşmiştir. Cenâb-ı Hak, cennette başlamış olan bu âile hayatını, dünyada da bir cennet ikliminde teneffüs etmeyi insan fıtratına yerleştirmiştir. İnsan, böyle bir huzur ve saâdet menbaını hayatı boyunca arar.

Bundan dolayı nikâh, peygamberlerin yolu, Rasûlullâh’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insan soyunun hayvanlardan imtiyâzı, yani üstünlüğüdür. Zira nikâh, diğer mahlûkat için mevzubahis değildir.

Hâsılı bütün özellikleriyle nikâh, insan yaratılışındaki üstün yapı ve haysiyeti korumak yönünde bize emredilmiş ilâhî bir kanundur. Dolayısıyla İslâm’a göre nikâh; nesil yetiştirmek, evlât terbiyesi, neslin muhâfazası, insanlık haysiyetinin korunması bakımından muazzam ve vazgeçilmez bir âile temelidir.

Âilelerin, cemiyet içindeki mevkiini biraz daha izah eder misiniz?

Âileler, cemiyetin tohumları mesâbesindedir. Nitekim tarihî bir gerçektir ki; sağlam temeller üzerine inşâ edilen âileler, toplum yapısını koruyup güzelleştirirken; birbirlerine rûhî bakımdan küfüv, yani denk olmayan eşler ve bozuk münâsebetlerle veya yanlış şekilde kurulmuş yuvalar, toplumu çökertir.

Mevlânâ Hazretleri bu hususta şöyle buyurur:

“Zevc ve zevcenin birbirine benzemesi gerekir. Ayakkabı çiftlerine bir bak! Ayakkabının biri ayağına dar gelirse, ikisi de işe yaramaz. (Kendini giymeye zorlarsan seni topal eder.)”

Yine Hazret-i Mevlânâ evlilikte nefsânî hissiyâta kapılmamak için de şu îkazda bulunur:

“Görünüşü güzel (tipi hoş gelen), lâkin iç dünyası çirkin olanlardan sakınmalıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«Sakın!.. Sakın!.. O çöplükte açmış güzel çiçekten, kötü soylu, kötü huylu kadından tekrar tekrar sakın!» buyurdu.”

Bu hassâsiyet gözetilmeden kurulan âileler, toplum için bir huzur ve saâdet kaynağı olacağı yerde bir fâcia yuvası olur

Âilelerin kuruluşunda ve devamında kadının nasıl bir rolü vardır?

Kadın, âilenin saâdet ve huzur tavanına asılmış billur bir âvize gibidir. Nikâhın feyz ve nûru ile toplumu aydınlatır. Âilenin iffet ve nâmusunu korur. Günah girdabı ve erozyonlarına karşı âilenin -tâbir yerindeyse- bir paratoneri olmalıdır. Aksi hâlde nesiller zâyî olur, insan enkâzı hâline gelir. Neslin zâyî olması ise akrabâlık bağlarının kopmasına ve bu da toplumun âdeta cam kırıklarıyla dolmasına kadar gider. Bu takdirde fitne, akrepleşir. Zarif ve ince duygular biter. Rezâlet ve huzursuzluklar tuğyân eder. Bunlar da bir toplum için batış alâmetleri ve felâket alarmlarıdır.

Kadın, nikâhla kurulan yuva sâyesinde yepyeni bir dünyaya girer. Belki daha önce hiç tanımadığı, tamamen meçhûlü olan bir bey ile bir arada yaşamaya başlar. Ancak Allâh’ın evliliğe lutfettiği ayrı bir husûsiyet vardır ki, nikâh sâyesinde bir araya gelen çift, daha önce iki yabancı insan iken bir anda dünyanın birbirine en yakın iki insanı oluverir. Kurdukları yuva da, çoğu kere ayrıldıkları baba ocağından daha sıcak gelmeye başlar. Nitekim Rabbimiz:

“Onun varlığının ve birliğinin delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki, bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.” (er-Rûm, 21) buyurmaktadır.

Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde yaşayan huzurlu bir âile yuvası, dünya saâdetinin temeli ve Rabbimizin en büyük ihsanlarından birisidir. Bu nîmet ve saâdetin devâmı ise, iki tarafın da rûhâniyet iklimi içerisinde, karşılıklı fedâkârlık ve anlayışına bağlıdır.

Efendim, günümüzde kadınların erkeklerle her sahada rekâbete girmeleri teşvik ediliyor. Bu da cemiyetimizde çeşitli problemlere yol açıyor. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Çağımızda kadınlarla erkekler arasında uydurma bir eşitlik yarışı başlatılmıştır. Yaratılıştaki husûsiyetlere zıt olan bu yarış sebebiyle, hanımlık ve annelik vazîfeleri zedelenmiş, âilenin huzur ve sükûnu kaybolmuş, toplum hayatı sarsılmış, fertler şahsiyetini yitirmiştir.

Kadın ve erkeğin fizikî, rûhî yaratılış ve fıtratları eşit değildir ki, fiilî veya hukûkî eşitlik gerekli olsun. Mühim olan, her alanda bir eşitlik değil, haklar ve vazifeler arasındaki dengedir.

Cenâb-ı Hak, kadınlar ve erkekler arasında birbirlerini tamamlayan, çok güzel bir vazîfe taksimi yapmış ve her ikisine de ayrı ayrı kâbiliyetler vermiştir. Kadın ve erkek, ancak maddî ve mânevî olarak bütünleştiği zaman yaratılış gâyesine uygun bir olgunluk ve âhenk meydana gelir; âile ve bunun neticesinde toplum huzurlu olur.

Kadınların saâdeti, “hanımefendi” olarak yaşamalarıyla mümkündür. Kadın, aslî vazifesinin dışına yönelir ise, âile ocağını kurutur. Kadının dış hayata katılması, ancak zarûrî sebeplerle ve yaratılışına uygun işler için mümkün olabilir. Bu zarûrî sebepler de objektif (âfâkî) şekilde değerlendirilmelidir. Yani cemiyetin ihtiyaçları ölçüsünce belirlenmeli, mâkul ve meşrû sınırlar aşılmamalıdır. Birtakım boş heves ve mâzeretlerle çiğnenen sınırlar, sadece kendimizi aldatmak ve kandırmaktır ki, neticeleri hep hüsrana çıkmıştır. Nice hanım kızlarımız, bu şekilde âhir zamanın gaflet girdabında kaybolup gitmiştir. Rezâletin üstüne örtülmüş yaldızlara kanan nice gözler, ilâhî hakîkatlere âmâ olmuş ve kendi saâdetine kıymıştır.

Hanımları, evlâtlarının ahlâkî yapıları ile meşgul olmaktan uzaklaştırmak ve yaratılışlarına zıt işlere yönlendirmek, ne îmâna ne de mantık ve iz’âna sığar!.. Çünkü âiledeki huzur ve saâdet, ancak ve ancak kadındaki ve erkekteki özellik ve kâbiliyetlerin yerli yerince kullanılması ve korunmasıyla elde edilebilecek bir nasiptir.

Kadının, ahlâkî, ictimâî ve millî hüviyet ve ihtişâmı, ancak nikâhın rûhâniyeti içinde yaşamasındadır.

Âilede herkesin bir vazifesi ve sorumluluğu olduğuna temâs ettiniz. Bu hususta nelere dikkat edilmelidir?

Günümüzde âilenin, ona bağlı olarak da toplumun erozyona uğramasının en mühim sebeplerinin başında “kadının erkekleşmesi, erkeğin de kadınlaşması” gelir. Allah Teâlâ kadına ayrı, erkeğe ayrı husûsiyetler lutfetmiştir. Bunlar, her ikisinin de toplum içindeki vazifelerini lâyıkıyla yapabilmeleri için ilâhî bir tanzim ile belirlenmiştir. Erkek ve kadında vücut yapısından rûhî özelliklere kadar bütün yaratılış husûsiyetleri, Allâh’ın onlara yüklediği mes’ûliyetlere (sorumluluklara) göre şekillenmiştir.

Cenâb-ı Hak, kadını duygu bakımından erkeğe göre daha zengin yaratmıştır. Bu duygu ve his zenginliği, kadına Allâh’ın yüklediği temel bir vazîfenin îcâbıdır. Bu vazîfe de, neslin muhafazası ve evlâtların dîne, vatana, millete hayırlı bir insan olarak yetiştirilmesidir. Bu ilâhî tanzimin dışına çıkılırsa, kadının fıtratına ihânet edilmiş olur.

Âilenin geçimini teminle vazifeli kılınan erkekte ise farklı husûsiyetler vardır. Onda da rûhî sağlamlık, dayanıklılık gibi bedenî ve psikolojik özellikler öne çıkar. Bu da, erkeğin, âilede reis olmasını ve o âile için hayat mücâdelesi vererek geçimini sağlaması yolunda mes’ûliyetini gerektirir.

Yaratılışından gelen hassas özellikleri sebebiyle kadın, âilenin geçiminden mes’ul tutulmamıştır. Tutulsaydı, bu, onun hakkında bir eziyet ve meşakkat olurdu. Çünkü yaratılışı, rûhî ve bedenî olarak hayat ve maîşet mücâdelesine göre değildir. Ona öncelikle, âile beraberliğinden hâsıl olacak çocukların doğumu ve doğumdan itibâren âcizlik devrelerinde bakılıp korunmaları gibi hissîliği gerektiren mukaddes bir vazîfe yüklenmiştir. Ancak imkân ve şartlar elveriyorsa, yaratılışına uygun, meşrû ve hanımlığını zedelemeyecek bir hizmet mesleğinde de çalışabilir. Kız Kur’ân Kursu hocahanımlığı ve emsâlleri gibi…

İlâhî tâyin eseri olan bütün yaratılış özellikleri, kadın ve erkeğe ayrı ve birbirini tamamlayan bir hüviyet kazandırır. Fakat âiledeki erkek otoritesi, “tahakküm” yani kaba kuvvetle hüküm sürme ve kadının itaati de “esâret” şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu roller, İslâm’ın hassas bir şekilde tâyin ettiği ölçüler içinde gerçekleşirse, âilede “zâlim” de olmaz, “mazlum” da…

Kadının iffet ve itaat dâiresinden çıkarak kocasına zulmetmesi, buna mukâbil kocanın da otoritesini nefsânî arzuları uğruna kullanması, âile yuvasını tahrip eder. Ancak dış dünyada hayat mücâdelesine memur olan erkek, zaman zaman birtakım gerginliklere mâruz kalabilir. Böyle anlarda onun, evinde hanımından kendisini teskin edici şefkatli ve muhabbetli bir itaat görmesi, hem hakkı ve hem de bir ihtiyacıdır. Aynı şekilde akşama kadar evinde kocasını bekleyen bir kadının da, kocasından gerekli ilgi ve alâkayı görmesi, en tabiî hakkı ve ihtiyacıdır. Bundan dolayıdır ki, âilede herkes, Allâh’ın tâyin etmiş olduğu hak ve mes’ûliyetlerini bilmelidir. Âile içinde erkek merhametli, hakşinas; kadın ise itaatkâr ve saygılı olmalıdır.

Bâzı evliliklerde tarafların mutluluğu elde edememesinin temelinde hanımların kocalarına veya kocaların hanımlarına değer vermemesi vardır. Hâlbuki karı-koca, birbirinin hem cenneti, hem de cehennemi olabilir. Hem Allâh’a kulluğuna îtinâ gösteriyor, hem de eşinin meşrû isteklerine cevap vererek rızâsını alıyorsa, bu sâliha kadın, cennet yolundadır.

Hâsılı bir yuvayı huzur ve saâdet içinde devam ettiren yegâne kâide, karşılıklı sevgi ve saygıdır. Ama unutmamak gerekir ki, ecdâdımız; “Yuvayı dişi kuş yapar.” demişlerdir. Bu bakımdan yuvaya sahip çıkmak husûsunda kadın, daha tesirli bir rol üstlenmiştir. Dolayısıyla kadının bu noktada göstereceği firâset (seziş ve kavrayış), gayret ve fedâkârlık, erkeğinkinden daha fazla ehemmiyet arz eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, anneye bu yönde erkekten daha üstün bir liyâkat ve hissiyat bahşetmiştir. Tabiî ki, böyle bir kıvam, yaratılışındaki yüce kâbiliyetleri kaybetmemiş anneler içindir. Yoksa cami ve mezarlık kenarına yavrularını terk eden vicdansız, ruhsuz ve gaddar anneler de mevcuttur. Lâkin bunlar, yaratılışlarındaki üstün meziyetleri köreltmiş olan harâbe ruhlardır.

O hâlde, çocuk dünyaya getirmekle anne olunmuyor, değil mi?

Anne, sırf bedenî özellikleri itibâriyle değil, üstün rûhî özellikleri ile annedir. Eğer bir kadın bunlara, dolayısıyla kadınlığına, anneliğine vedâ ederse, artık o bir şefkat âbidesi değil, duygusuz bir avcı kesilir. Nice yavruları mahveder. Onun için kadınlar, annelik hazinesini hiç kayıp vermeden, diğer mahlûkattan daha üst seviyede muhafaza etmeliler. Çünkü diğer mahlûkat için âhiret âleminde yavrularıyla karşılaşıp hesâba çekilmek yoktur. Ancak insanlar için vardır. Yani evlâtları, mahşer gününde ya hayır olarak ya da şer olarak insanların karşısına çıkacaktır. Bu bakımdan yavrulara gösterilecek en şefkatli ve üstün annelik, onları cehennem ateşinden koruyacak şekilde yetiştirmek ve cennete vesîle olacak bir fazîlet kıvamı kazandırmaktır. Bunun için dînî eğitim, güzel edep, yani ahlâkî terbiye ve kulluk şuuru, verilmesi gerekenlerin en başında gelir.

Bir atasözünde; “el-ümmü medresetün: anne mekteptir/okuldur.” denilmektedir. Kadın, evde çocuklarıyla daha çok birlikte olduğu için çocuklara güzel örnekler sergileyerek, onların rûhunda kalıcı izler bırakmak sûretiyle “ilk ve en büyük terbiyeci” olacaktır.

İslâm, anneyi sırf biyolojik bir yapı olarak görmez. Annenin mânevî yapısında terbiye etme özelliği vardır. Yani, hayâ ve edep sahibi bir nesil yetiştirme… Nesli yetiştirme mes’ûliyeti ihmâl edilirse, âkıbet hazin olur. Evlât, âileye yabancılaşır. Mânen yabancı yerlerin evlâdı ve nesli olur. Onun biyolojik mensûbiyeti bile kaybolur. Annelerin feryat ve çığlıkları fayda vermez.

Bunun içindir ki, kusursuz bir evlâdımızın olmasını arzu ediyorsak, kusursuz bir anne-baba olmaya mecbûruz.

Annenin ağzından çıkan her kelime, çocuğun şahsiyet binasına konulan bir tuğla gibidir. Anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü bir sınıftır. Şefkatin en büyük menbaı, annelerdir. Anne terbiyesinden mahrum çocukların terbiyesi güçleşir. Yüksek karakterli kişiler, daha ziyade sâliha annelerin yetiştirdiği çocuklardır.

Ev işleri, evlât terbiyesi, beyefendisine hizmet gibi kıymetli vazifeleri vefâkâr omuzlarına olan sâliha bir anne, cidden engin bir sevgiye, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

İyi bilmek gerekir ki, milletler; erkekleri ile yükselir, fakat kadın da bu yükselişi tamamlar. Erkeksiz ilerleme olamayacağı gibi, kadınsız da ilerleme ve yükseliş olmaz, olsa da noksan kalır. Bu irtibat dolayısıyladır ki, âilede huzursuz olan bir erkek, çoğu kere işinde de başarılı olamaz. Onun için diyebiliriz ki, memleket, kadının olgunluğu ve yetişmişliği sâyesinde yükselir. Tabiî bunun tersi de aynen geçerlidir. Yani memleket ve millet, kadının alçalması neticesinde değerini ve gücünü yitirir. Târih sayfaları, bu gerçeğin sayısız örnekleriyle doludur. İşte bunun için sıhhatli âile yapılarına ihtiyaç, kaçınılmazdır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Bir Nasihat, Binbir İbret, Erkam Yayınları