İnsan Ruhunu Huzura Erdirecek Tek Yol

İSLAM

İnsanın maddî yapısının yanında rûhî tarafı da vardır. Maalesef bugün insanların çoğu, sadece maddî ihtiyaçlarını temin için gayret sarf etmektedir. Hâlbuki insanın bedeni fânî, rûhu ise bâkîdir.

İnsanlar, ebediyyen yaşayacak olan ruhlarının ihtiyaçlarını ihmal ettikleri zaman psikolojik bunalım ve buhranlara düşerler. İnsan rûhunu bu sıkıntılardan kurtarıp ebedî saâdete kavuşturacak bir tek yol vardır, o da İslâmî îtikad ve ibadetlere sarılmaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Şunu iyi biliniz ki, kalpler ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur (huzur bulur).” (er-Ra‘d, 28)

GÜNÜMÜZDEKİ HASTALIKLAR

Günümüzdeki hastalıkların ekseriyeti, rûhî bunalımlar ve streslerdir. Öyle ki bu rahatsızlıklar bedenî hastalıkları kat kat aşmış durumdadır. Hâlbuki Peygamber Efendimiz’in zamanına baktığımızda, rûhî hastalıklara yakalanan bir müslümana rastlanmaz. Çünkü onlar Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin rûhâniyet, aşk ve vecdi içinde yaşıyorlardı. Bu da onların ruhlarını ve mânevî âlemlerini tatmîn ediyordu. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i “şifâ ve rahmet” olarak inzâl buyurduğunu beyân etmektedir. (Bkz. el-İsrâ, 82)

RAHMET-İ İLÂHİYYE

Aynı şekilde Cenâb-ı Hak, “Rahmet-i İlâhiyye”sini de Kur’ân-ı Kerîm’e ve Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbî olanlara lûtfedeceğini beyan buyurmaktadır:

“…Rahmetim her şeyi kuşatır. Onu takvâ sahiplerine, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım. Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Rasûl’e, o ümmî Peygamber’e ittibâ ederler. O Peygamber onlara mâruf ile emreder ve onları münkerden nehyeder, temiz hoş şeyleri kendileri için helâl, murdar şeyleri üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yüklerini ve üzerlerindeki bağları, zincirleri indirir atar. O’na îmân eden, O’na kuvvetle tâzîm eyleyen, O’na yardımcı olan ve O’nun nübüvvetiyle beraber indirilen nûru takip eyleyen kimseler, işte felâha erenler onlardır.” (el-A’râf, 156-157)

RESÛLULLAH'IN GETİRDİĞİ İLÂHİ AHLÂK

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insanlığa getirdiği ilâhî ahlâk ve O’nun zâhirî terbiyesi ile bâtınî tesiri öyle bir iksirdi ki, daha evvel yarı vahşî, çoğu insanlıktan habersiz Câhiliye toplumu, çok kısa bir sürede insanlık tarihinin hâlâ gıpta ettiği “sahâbe” hüviyetiyle, hayâl ötesi bir fazîletler medeniyeti meydana getirdi. Câhil ve cânî insanlar, kültürlü; vahşî kimseler, medenî; mücrim ve süflî karakterli kişiler, müttakî, yani Allah sevgisi ve korkusu ile yaşayan fevkalâde sâlih ve rikkat-i kalbiyye sahibi insanlar hâline geldiler.

Bir insan düşünün ki kız çocuğunu annesinin yüreğinden binbir ıztırapla sökerek diri diri toprağa gömebilecek kadar kalbi taşlaşmış ve vahşî tabiatlı… Sahip olduğu köleyi, herhangi bir maddî eşyâ gibi basit bir mal olarak telâkkî edip ona insanlık dışı muâmeleleri revâ görebilecek kadar zâlim!..

KUR'ÂN-I KERİM'İN ŞİFÂ VE RAHMETİ

İşte böylesine kaba ve câhil insanlar, İslâm’a girip hidâyet bulduktan sonra, ilimde, ahlâkta, edepte ve vicdanda derinleşerek insanlıkta bir fazîletler medeniyeti meydana getirdiler. Câhiliye devrindeyken insanlık ve medeniyet seviyesi bakımından dibe vurmuş olan bu insanlar, İslâm ahkâmıyla ve ahlâkıyla yaşamaya başlayınca, âdeta Everest Tepesi’nin zirvesi gibi yüksek bir seviyeye ulaştılar.

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, Kur’ân-ı Kerîm’in şifâ ve rahmetinden istifâde eden fert ve toplumlar, bu dünyada saâdete nâil oldukları gibi, ebedî saâdeti de elde edeceklerdir. Îman ve İslâm ile tanışmayan ruhlar ise, hem bu hayatta huzursuz olacak, hem de ölüm sonrasının acı ve ıztıraplarıyla karşılaşacaklardır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları