İnsanı Hüsrana Uğratan Davranışlar

İnsan neden hüsrana uğrar? Hüsrana uğramamak için nelerden kaçınmak gerekir? İmam Gazâlî’ye göre insanı hüsrana uğratan davranışlar şunlardır...

İmam Gazâlî’nin değerlendirmesine göre insanı hüsrana uğratan davranışlar…

İNSANI HÜSRANA UĞRATAN DAVRANIŞLAR

  1. Makam-Mevki ve Şöhret Sevgisi

Makam sevgisi, şöhret tutkusu ve bilinme arzusundan kaynaklanmaktadır. İnsan şayet Allah Teâlâ’nın dinine hizmet etme arzusundaysa bunu bilinme ve meşhur olma maksadı olmadan Allah rızası için yapmalıdır.[1] Nitekim Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) “Allah Teâlâ'nın koruduğu kimseler hariç insanın dini ve dünyası ile alakalı hususlarda parmakla gösteriliyor olması ona kötülük ve şer olarak yeter.” buyurmaktadır.[2] Hasan-ı Basrî (r. aleyh) bu hadisi, “insanın dini konularda bid’atçiliği, dünyevî hususlarda ise fasıklığı ile bilinmesi ve tanınması” şeklinde tevil etmektedir.

Hz. Ali (r.a.) şöhret ve bilinme arzusundan sakınmaya dair “Zillete düş, ancak şöhret peşinde koşma. Şahsın bilinsin ve tanınsın diye kendini yüceltmeye çalışma. Öğren, ancak bilgiç tavırlara girme. Durumunu gizli tut ve sükût et ki selamete eresin. Bu halin sebebiyle salih kullar memnun olsun facir kimseler ise öfke duysun.” buyurmaktadır.

İbrâhim b. Edhem (r. aleyh) “şöhret derdinde olan kimse, Allah Teâlâ'ya karşı sadık değildir.” buyurmaktadır.

Süleym b. Hanzala başlarından geçen bir hadiseyi şu şekilde nakletmektedir: Bir gün cemaat olarak Übey b. Kâ’b’ın arkasından yürürken halife Hz. Ömer’e rastladık. Hz. Ömer (r.a.) elindeki değnek ile Übey b. Kâ’b’e (r.a.) dokundun. Bunun üzerine Übey (r.a.) “Yaptığına bir bak Ey Müminlerin Emiri! Ne yapıyorsun?” diye çıkışıp şaşkınlığını dile getirince halife Hz. Ömer (r.a.) “Senin bu durumun tabi olanlara (peşinden gelen kimselere) zillet, tabi olunana (peşinden gidilen sana) ise bir fitnedir. (İkaz etmek ve bu duruma dikkat çekmek için böyle yaptım.) cevabını verdi.

Hasan-ı Basrî’nin (r. aleyh) naklettiğine göre bir gün İbn Mes'ûd (r.a.) evinden çıktığında peşine bir grup insan takıldı ve onu saygı ile takip etmeye başladı. Bunu gören İbn Mes'ûd (r.a.) onlara dönerek “Beni niçin takip ediyorsunuz? Vallahi kapımın ardından bırakıp gizlediğim şeyleri (kendi nefsimle alakalı hallerimi) bilmiş olsaydı ardımdan iki kişi bile gelmezdi.” şeklinde mukabelede bulundu.

Bir gün yolculuk esnasında İbn Muhayzir’e (r. aleyh) gelen birisi kendisine tavsiyede bulunmasını istedi. İbn Muhayzir de cevaben “Yapabiliyorsan tanı, ancak tanınma derdinde olma. Yürü, ancak insanların ardından yürümesini bekleme. Sor, ancak sorulan kimse olmamaya çalışma.” nasihatinde bulundu.

Bişr-i Hafî (r. aleyh) bu konu ile alakalı “İnsanlar tarafından tanınma ve meşhur olma derdinde olan kimse ahiretin tadını tadamaz, zevkine eremez.” buyurmaktadır.[3]

Kalbinde ağırlıklı olarak makam-mevki sevgisi bulunan kimsenin tüm gayreti, insanların teveccühünü ve övgüsünü almak, onların ilgisini ve dikkatini çekmektir. Bu sebeple sözleri, amelleri ve diğer fiilleri insanlar nezdindeki itibarını ve saygınlığını artırmaya yöneliktir. Bu ise nifak tohumu ekmek ve ifsadın temelini oluşturmak demek olup nihayetinde ibadetlerde gevşemeye, gösterişte yükselmeye, mahzûrât ve menhiyyâtı hafife almaya ve insanların kalplerini kazanabilmek için şeriatın hududunu görmezden gelmeye götüren tehlikeli bir süreçtir.

  1. Riya, (Tehlikeleri ve Çeşitleri)

Riya, şeytanın, insan kalbinin en derinlerine gömdüğü en büyük tuzaklarından biridir. Bu sebeple denilmiştir ki “Sıddîkların kalbinden en son çıkan kötü haslet, riyâset (baş, önder olma) sevgisidir.”[4]

Riyakârın Üç Alameti

Hz. Ali’nin (r.a.) belirttiğine göre riyakârın (mürâî) üç alameti vardır.

  1. Yalnız kaldığında tembellik ve rehavet içindedir.
  2. İnsanlarla birlikteyken dinç olup gayret gösterir.
  3. Övüldüğü zaman amelini ve azmini artırır, yerildiği ve tenkit edildiği zaman ise amelini azaltır.

İkrime (r.a.) “Allah Teâlâ insanlara niyetlerine göre ikramda bulunur ve onların amellerine vermediği mükafatı niyetlerine göre verir. Nitekim niyette riya olmaz.” buyurmaktadır.[5]

Riyakâr davranmak, itibar, şan-şöhret ve itibar arayışında olmak, insanların kalplerinde yer edinme gayretinden kaynaklanır. Ancak riya, tamamıyla ibadetlerde gösteriş yaparak, kendini daha Müslüman ve muttaki göstererek insanların kalbinde ve gözlerinde yer edinme ameliyesi olan bir kalp hastalığıdır. Şan-şöhret ve itibar ise ibadetlerde yahut diğer amellerde fark etmeksizin insanların gözünde mevki edinme çabasıdır.[6]

Riya, kulların gözüne girmek, kalplerinde yer edinmek ve onlardan teveccüh görebilmek maksadıyla ibadet etmektir. Yaptığı ibadetler aracılığıyla insanlar nezdinde itibar, şöhret ve hüsn-ü kabul kazanmaya çalışmak, ibadetleri insanların teveccühü için payende yapmaktır. Bu sebeple insanlar en çok şu beş hususta riyakâr davranmaktadır: din, görünüş, amel, söz ve harici diğer şeyler.

Kendini az yediği için veya geceleri ibadetle meşgul olduğu için yorgun, solgun göstermesi yahut ahiret endişesi taşıdığı için üzgün ve korkulu göstermesi, böylece dini konularda gayretli, hassas, azamet sahibi olduğu intibaı uyandırması, insanın dini unsurları kullanarak yaptığı bir riyakarlıktır. Hakeza insanın gözlerini donuk, sesini kısık, dudaklarını kuru tutarak sürekli oruç tutuyor intibası oluşturmaya çalışması da bu kabildendir. Halbuki Îsâ Aleyhisselâm “Sizden birisi oruç tutacağında saç ve sakalını tarayıp yağlasın, gözüne sürme çeksin.” buyurmakta, İbn Mes'ûd da (r.a.) “Oruç tuttuğunuz zaman sabahleyin saç ve sakalınızı düzeltin, yağlayın ve tarayın.” diyerek dindar kimselerin bedenini kullanarak riya yapılmasının önüne geçmek istemektedir.[7]

İbrâhim b. Edhem (r. aleyh) “Meşhur olmak ve tanınmak isteyen kimse, Allah Teâlâ'ya karşı sadık değildir.”[8] demektedir.

Sözle yapılan riya, dindar kimselerin vaaz, nasihat, hikmetli söz, irşâd, hadis, büyüklerin vecizeleri veya selef-i salihinin söylemlerini kullanarak kendini ilimde, irşatta, hikmette ve bilgelikte meziyet sahibi gibi göstermesi şeklinde olmaktadır. Ya da bu ifade ve söylemleriyle kendisini selefe daha yakın göstermek, onların yolunu tahrif ve tahrip etmeden takip ettiği intibaı oluşturmaya çalışmak şeklinde olmaktadır.

Müslüman birinin insanların kalabalık içinde namaz kılarken kıyamını ve kıraatini uzun tutması, rükû ve secdeleri yerli yerince yaparak tadil-i erkana göre namaz kıldığı kanaati oluşturmaya çalışması gibi amellerde amel yönünden yapılan birer riyakârlıktır. Hakeza oruç tutarken, hac yaparken, cihad yaparken, fakire yemek yedirip insanlara yardım ederken yapılan rıza-i ilahi dışındaki tüm fiillerde kendini gösteren tutum da amel ile yapılan riyakarlıktır.

Riyanın diğer bir çeşidi, ziyaretçilerin ve etrafındaki kimselerin çokluğuyla övünmektir. “Falanca kişi falanca zâhid kimse ile, âlim, müdür, bürokrat, sultan veya devlet erkanı ile görüştü.” dedirtebilmek, onların hali ile hallendiğini, zühdü tercih ettiğini, işlerini onlar vasıtasıyla kolayca halledebildiğini göstermek, elinin uzun, sözünün kuvvetli ve taleplerinin geçerli olduğunu hissettirmek, nüfuz sahibi ve makbul bir kimse olduğunu düşündürerek bununla övünmek için girişilen teşebbüs, bu kabilden bir riyadır.

Kimi insanlar etrafındaki insanların çokluğuyla övünmek ve bununla gösteriş yapmakla yetinmez. Bilakis kendisine sıkça ve bol miktarda ziyaretçilerin gelmesini, muhtelif yerlerden gelen-gideninin fazla olmasını ve şöhretinin her tarafa yayılmasını ister.[9]

Riyanın kendi içinde ağırlığına ve hafifliğine göre dereceleri vardır. Aynı şekilde riyanın haram, mekruh ve mubah olduğu yerler bulunmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun bir Müslüman ibadetlerde riya yapıyor ve ibadetleri ile insanlar nezdinde itibar ve övgü elde etmeye çalışıyorsa bu haramdır ve caiz değildir. Çünkü bir kimsenin ibadetlerini Allah Teâlâ dışında bir merci için yapması, secde ve rükûunu Allah Teâlâ için yapmaması açık bir küfür ve inkardır. Bunu açıktan yaptığında celî-açık küfür olduğu için böyle bir niyet taşımakla birlikte bunu kimseye söylemeden yapması ise gizli küfürdür. Çünkü riyakâr kimse, kalbinde Allah Teâlâ'yı değil, insanları tazim etmekte, bu tazim sebebiyle insanlardan teveccüh beklemekte ve Allah Teâlâ’yı -hâşâ- tahfif ve istihza etmektedir. Riya, Allah Teâlâ ile istihza etmek anlamına gelmektedir ve kul, riyakâr davrandığında Allah Teâlâ “Falan riyakâra bakın, benimle nasıl da istihza edip alay ediyor.” diye hitapta bulunmaktadır. Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.v.) riya için “Küçük şirk” ifadesini kullanmaktadır.[10]

İbadetlerde Riya

İbadetlerde riya üç türlüdür.

  1. Dinin aslında riya yapmak. Yani iman etmemesine rağmen kendini mümin gibi göstermek. Bu küfürdür ve haramdır. Akidedeki münafıklıktır. Bu tür kimseler asr-ı saadette fazlaca bulunmaktaydı. Günümüzde ise münafıklığını gizleyerek insanların arasına karışmaktalar, kendi akidelerini gizlemektedirler.
  2. Kalben tasdik ve iman etmesine rağmen farz ibadetlerde yapılan riya. Bu, kebâirden olan büyük bir günahtır. Mesela bir Müslümanın başkasında olan malından kendi adına zekât vermesi için talepte bulunması gibi. Halbuki bu mal, kişinin kendi elinde olması durumunda zekatını vermeyecekti. Ancak insanların zemmetmesinden korktuğu için zekatını vermek zorunda kaldı. Hakeza yalnız kaldığında namaz kılmayan bir kimsenin bir topluluk ile birlikteyken farz namazı kılmak zorunda kalması gibi. Halbuki yalnızken bu kimsenin namaz kılmak gibi bir adeti yoktu. Çünkü bu kimse için insanların kınamaması, Allah Teâlâ'nın kınamasından daha önemli ve büyüktür. Halkın kınaması bu riyakâr için Allah Teâlâ'nın azabından daha ürkütücü, korkutucu ve endişe vericidir. Halkın kınamasından korktuğu kadar Allah Teâlâ'nın azabından ve cezasından korkmamaktadır.
  3. İbadetlerdeki riyanın üçüncü türü ise nafile ibadetlerde yapılanıdır. Bu kimse bilmektedir ki sünnet veya diğer nafileleri terk ettiğinde isyan etmiş ya da küfre düşmüş olmayacaktır. Ancak tembelliğinden ve rehavetinden dolayı nafileleri tek başına iken terk etmekte, fakat bir topluluk arasında iken nafile ibadetlere ihtimam göstermekte ve yerine getirmektedir. Söz gelimi kınanmamak için hasta ziyaret etmesi, cenaze teşyiine katılması, cemaatle namaz kılması gibi. Nitekim bu kimse övgü almak ve kınanmamak için bunları yapmaktadır.[11]

Bazı kimseler riyakârlığı, maddi bir kaygı veya makam-mevki beklentisinden kaynaklanmamakta, bilakis hüsn-ü zan elde etmeye çalışmaktan kaynaklanmaktadır. Söz gelimi diğer insanlar gibi teheccüde kalkmak, pazartesi-perşembe oruçlarını mütemadiyen yerine getirmek, teravih namazlarını cemaatle kılmak, sadakalarını aksatmamak yahut oruç olmamasına rağmen Arife veya Âşurâ günü yemeğe çağrıldığında aç bile olsa oruçlu olduğu düşünülsün diye yemeye veya içmeye tevessül etmemek bu kabilden hareketlerdir. Bazı insanlar bu tür bir riyakârlıkla insanların gözünden düşmemek, tembel veya rehavete düşmüş insan profili çizmemek gibi maksatlara mebni olarak yapmakta ve riyanın sık rastlanılan bir türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta huyu böyle olan kimseler oruçlu olmamasına rağmen yemeğe davet edildiğinde “Oruçluyum.” demek yerine “Mazeretim var.” diyerek hem oruçlu olduğu hem de nafile oruçlu tuttuğunu hissettirmeye çalışarak ihlaslı-hassas olduğu intibaı oluşturmak gibi iki çirkin işi aynı anda yapabilmektedirler.[12]

Bazı insanlar “günahlarını ve kabahatlerini gizlemek” için gayret sarf ederken sadık ve salih kullar “ibadetlerinin ve salih amellerinin gizli kalması ve bilinmemesi için” çaba sarf ederler. Diğer insanların gizli tutmaya çalıştıkları “günahları” iken sadık kulların gizli tuttukları şey, “ibadetleridir.”

Riyanın bulaşmadığı neredeyse hiçbir amel ve iş yoktur. İnsan, yaptığı ibadetin duyulmasından veya bilinmesinden memnun olduğunda o işine ve ibadetine riya bulaştırmış, kendisinde riya dallarından bir dal ortaya çıkmış demektir. Bu sebeple insan, yaptığı ibadetin hayvanlar veya süt emen bebekler tarafından görülmesine bir önem vermiyor ve bunu övgü vesilesi haline getirmiyorsa akil ve yetişkin kimseler tarafından fark edilen ibadetleri sebebiyle de sevinmemeli, bununla mesrur olmamalıdır.[13] Bu sebeple Eyyûb es-Sahtiyânî “Yerinin ve konumunun gizli kalmasından hoşnut olmadığı sürece bir kul, Allah Teâlâ'ya karşı sadık kalmamıştır.” buyurmaktadır.[14]

İnsanı Riyakâr Yapan Üç Sebep

Makam ve mevkiyi sevimli kılan, bu sebeple insanı riyakâr yapan üç sebep vardır. Bunlar;

  1. Başkaları tarafından övülmenin sevimli gelmesi,
  2. Yerilme ve kınanmanın acı vermesi,
  3. İnsanların sahip olduklarına ve ellerindekine tamah edilmesi.[15]

Sevilmekten Hoşlanmanın Övüldüğü, Yerildiği ve Mübah Görüldüğü Haller

İnsanlar tarafından sevilmekten hoşlanmak ve bunu sevmek kimi zaman övülen, kimi zaman yerilen kimi zaman da mübah görülen bir haldir.

  1. Sevilmekten hoşlanmanın övülen durum olması, insanın Allah Teâlâ tarafından da sevildiğini anlayabilmesine vesile olduğu içindir. Nitekim -hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi- Allah Teâlâ bir kulunu sevdiğinde hem meleklere hem de diğer insanlara bu kulunu sevdirir.
  2. Sevilmekten hoşlanmanın yerilmesi, yapmış olduğu muayyen ibadetleri övmelerini ve bu ibadetleri sebebiyle sevmelerinden hoşlanması sebebiyledir. Yani haccını, umresini, namazlarını veya oruçlarını övmelerinden ve bu ibadetleri sebebiyle sevilmekten hoşlanması, yerilen bir durumdur.
  3. Mübah görülen ise belirli ibadetleri yaptığı için övülmeyi sevmesinden dolayı değil, umûmî manada samimi ve mümin bir kul gördüklerinden dolayı seviliyor olmasından memnun olmasıdır.[16]

Âlim veya Vaizin Samimi Olduğunun Alametleri

Âlim veya vaizin samimi olduğunu, riyakâr olmadığını gösteren, bu iki vazifeyi yapan kimselerin samimi olduklarına delalet eden birkaç alamet vardır. Bunlar;

  1. Kendisinden daha güzel vaaz veren, ilmi daha fazla ve derin olan birinin etrafından insanların toplandığını ve ona daha fazla teveccüh ettiklerini gördüğünde haset etmeyip bununla sevinebiliyorsa bu kimse samimidir, riyakâr değildir.
  2. Önde gelen kimseler, ekâbir, meşhur insanlar veya ünlüler-bürokratlar yanına geldiğinde âlim-vaiz vs. konuşması ve hal-hareketleri değişmiyor, olduğu gibi görünmeye devam ediyorsa bu kimse samimidir, riyakâr değildir. Çünkü bu kimse herkese aynı gözle bakıyordur.
  3. Yolda yürürken, çarşı-pazarda insanların ardından yürümesini arzu etmediği gibi bundan da hoşlanmıyorsa bu kimse samimidir, riyakâr değildir.[17]

Âlimlerin başkalaştığını, birbirlerine haset edip ünsiyet kuramadıklarını, yardımlaşmadıklarını, aralarından ülfet yerine düşmanlığın ortaya çıktığını gördüğünde bil ki bu âlimler-vaizler ahiretlerini dünya karşılığında satmışlardır ve hüsrana uğramışlar demektir.[18]

Dipnotlar:

[1] Ebû Hamid Muhammed el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn (Dımaşk: Dâru’l-Feyhâ, 2011), 4/403. [2] Ebû Nuaym el-Isfehânî, Şuabü’l-Îmân, 5/366 (6977). [3] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/404-405. [4] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/403. [5] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/443. [6] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/444. [7] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/445. [8] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/444. [9] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/447. [10] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/450. [11] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/454. [12] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/458. [13] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/462. [14] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/404. [15] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/470. [16] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/492. [17] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/506. [18] el-Gazzâlî, İhyâ-u ulûmi’d-Dîn, 4/507.

Tercüme Eden ve Hazırlayan: Dr. Mehmet Büyükmutu

İslam ve İhsan

İMAM GAZALİ'DEN NASİHATLER

İmam Gazali'den Nasihatler

İMAM GAZALİ’NİN NEFSE DAİR İKAZLARI

İmam Gazali’nin Nefse Dair İkazları

İMAM GAZALİ KİMDİR?

İmam Gazali Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.