İnsanı Küçük Görme Hastalığı

Allâh’ın kullarını hor ve hakîr görmek neden ayıplanmıştır? İnsanları küçük görme ve kibir hastalığının hükmü nedir?

Cenâb-ı Hak, insana rûhundan üflemiş[1] yâni “ilâhî vuslat”a nâil olma istîdat ve kâbiliyetleri ihsân etmiş, onu mükerrem olarak ve “ahsen-i takvîm” üzere yaratmıştır.[2] Bu sebeple de kullarını çok sevmekte ve onların Hz. Âdem’in aleyhisselâm yaratıldığı Cennete nâil olmalarını arzu etmektedir. Bu yüzden, Allâh’ın yaratıp kıymet verdiği kullarını hor görmek, yâni ibâdullâhı istihkâr etmek, çok çirkin ve mahzurlu bir davranıştır!

Hakikatte Allah katında kimin ne durumda olduğunu kimse bilemez. Cenâb-ı Hak, üstünlüğü takvâ şartına bağlamıştır. Takvâ da kalptedir. Kalbin pencereleri ise sadece Allâh’a açıktır. İnsanların kalplerini yarıp bakmak mümkün olmadığından, Hak katında kimin daha üstün olduğunu anlamak da imkânsızdır.

CEHENNEMLİKLER KİMLERDİR?

Bu hususta Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle îkâz eder:

“Saçı-sakalı birbirine karışmış, eski püskü elbiseler içinde, kimsenin îtibâr etmediği niceleri vardır ki, Allâh’a yemin etse, Allah onun yeminini boşa çıkarmaz.” (Tirmizî, Menâkıb, 54/3854)

“Size Cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin ehemmiyet vermediği, fakat «şöyle olacak» diye yemin etseler, isteklerini Allâh’ın gerçekleştireceği kimselerdir.

Size Cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân 9, Tefsîr 68/1, Edeb 61; Müslim, Cennet 47)

“KENDİ KENDİNİZİ AYIPLAMAYIN”

O hâlde bir Müslümana yakışan, Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan beslemek, hürmetkâr olmak, onlara değer vermek ve güzel muâmelede bulunmaktır. Bu hususta Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere kesin emri şu şekildedir:

“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir.” (el-Hu­cu­rât, 11)

Âyet-i kerîmedeki “kendi kendinizi ayıplamayın” ifâdesinden, din kardeşini ayıplamaya kalkan Müslümanın, aslında kendini kınamış olacağı anlaşılmaktadır. Çünkü mü’minler kardeş olmaları hasebiyle tek bir vücut gibidirler. Dolayısıyla herhangi bir mü’mine eliyle veya diliyle zarar vermek, aslında o kişinin kendine zarar vermesi mânâsına gelir.

İMANDAN SONRA FASIKLIK

Âyet-i kerîmede, hoşlanılmayan, küçük düşürücü ve kötüleyici lâkaplar takarak insanları hakîr görmek de yasaklanmıştır. O hâlde insanları gücendirecek ve ayıplayacak lâkaplarla çağırmak, Müslümanın yapacağı bir iş değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanları alaya almak, ayıplamak ve kötü lâkaplarla çağırmak gibi çirkin fiilleri “îmandan sonra fâsıklık” olarak vasıflandırmıştır. Fâsıklığın da Müslümana yakışmayacağını, bu çirkin davranışları bırakarak tevbe etmeyenlerin, cezâyı hak eden zâlimler olduğunu bildirmiştir.

İnsanları küçük görmek sözle olabileceği gibi, hareketlerle, kaş-göz işâretleriyle de olabilir. Cenâb-ı Hak bunu da şu tehditkâr ifâdelerle yasaklamıştır:

“İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işâretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

Bu âyet-i kerîmenin devâmından, insanları arkalarından söz ve hareketlerle çekiştirip hakîr görmenin kâfirlere âit bir vasıf olduğunu anlıyoruz. Bir mü’minin bu vasıfları taşıması kabul edilemez. Zîrâ mü’min mü’minin kardeşidir; ona haksızlık etmez, onu yardımsız bırakmaz ve küçük görmez.[3]

Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ bana: «Birbirinize karşı öylesine alçak gönüllü olun ki, hiç kimse diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiçbir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın!» diye vahyetti.” (Müslim, Cennet, 64; Ebû Dâvûd, Edeb, 40; İbn-i Mâce, Zühd, 16)

Allah Teâlâ’nın bu kesin emirlerine rağmen hâlâ Müslümanları küçük görenler, büyük bir hüsrâna dûçâr olurlar. Zîrâ Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“İnsana günah olarak, Müslüman kardeşini küçük görmesi yeter.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 32)

İNSANI HOR VE HAKİR GÖRMEK

Allâh’ın kullarını hor ve hakîr görmek, kalpte takvânın olmayışından ve kibir hastalığından ileri gelir. Hâlbuki, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’nin tâbiriyle; “Kibir, bele bağlanmış bir taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur.”

Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh şöyle der:

“Kul, dünyâ nîmetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğzeder.”

Bir defâsında Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm:

“–Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâmdan biri:

“–İnsan elbise ve ayakkabısının güzel olmasını arzu eder?” diyerek mevzuyu iyice anlamak istedi. Efendimiz de şu îzahta bulundu:

“–Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir ise hakkı kabûl etmemek ve insanları küçümsemektir.” (Müslim, Îmân, 147; Ebû Dâvûd, Libâs, 26; Tirmizî, Birr, 61)

BOŞA ÇIKAN AMEL

İnsanları küçük görme ve kibir hastalığının nelere mâl olduğunu görmek için şu rivâyetlere bakmak kâfîdir:

Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bir kişi; «–Vallâhi, Allah falan kişiyi bağışlamaz.» diye yemin etti. Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ:

«–Falanı bağışlamayacağım hakkında Ben’im adıma kim (yemin edip) hüküm verebilir? Ben onu bağışladım, senin amelini de boşa çıkardım!» buyurdu.” (Müslim, Birr, 137)

Yine Allah’ın Resûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse (kendini üstün görüp diğerlerini küçümseyerek); «İnsanlar helâk oldu!» derse, kendisi onlardan evvel helâk olur.” (Müslim, Birr, 139; Ebû Dâvûd, Edeb, 77)

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Hicr, 29; Sâd, 72. [2] Bkz. el-İsrâ, 70; et-Tîn, 4. [3] Bkz. Müslim, Birr 28-34.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

İNSANLARI KÜÇÜK GÖRMEK

İnsanları Küçük Görmek

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.