İnsanı Mahvede 4 Davranış

İnsanı mahveden 4 davranış nedir? Abdülkâdir Geylânî Hazretleri insanı mahveden, olduğu durumdan daha kötü bir hale sokan 4 davranışı bildiriyor...

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

  1. “Büyük insanları yıkıp mahveden; ufak hatâlar, sürçmeler ve kaymalardır.
  2. Zâhidleri mahveden, nefsânî-hevâî ihtiraslardır.
  3. Hak erenlerini mahveden, halvet-yalnızlık anlarındaki kötü düşünceler, hatıra gelen kötü fikirlerdir.
  4. Sadâkat ehlini mahveden, bir anlık kötülüklerdir.

Bu yüzden onların bütün meşgaleleri, kalplerini uygunsuz düşüncelerden muhafaza etmektir. Zira onlar, hükümdarın kapısında uyumaktadırlar…”

[Kişinin mânevî seviyesi yükseldikçe, Rabbine karşı kulluk edebindeki ölçüleri de incelir, hassaslaşır. Ehlûllah, umum insanlığın ebedî kurtuluşları için kâfî gördükleri amellerin daha fazlasını, üstelik en mükemmel keyfiyette îfâ ederler. Lâkin Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlıkları arttıkça O’nun azameti karşısındaki hiçliklerini daha derinden idrâk ederler. Bu sebeple de Allah için yaptıkları ibadet, fedakârlık ve gayretleri dâimâ noksan ve yetersiz görürler. Bu acziyet duygusu içinde, Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmet ve mağfiretine sığınırlar.

Cenâb-ı Hakk’ın “Habîbim” buyurduğu Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bile, kendisinden başka hiçbir beşerin nâil olamadığı mârifetullah zirvelerini müşâhede etmiş olmasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’a karşı hiçlik ve acziyet hissiyâtı içinde şöyle niyâz etmekteydi:

“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâ etmekten âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222)

İşte bu hissiyâtın diğer bir zirve misâli de Allâh’ın Halîli, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’dır. Allah yolunda canıyla, malıyla, evlâdıyla imtihan edilip sarsılmaz tevekkül, teslîmiyet ve itaati neticesinde Hakk’a dostluk iklimine girince, gönlünde ufuklar açıldı. İlâhî azamet karşısında müthiş bir acziyet içinde kalarak;

(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu.

Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyan ârif kullar, yaptıkları bütün sâlih amelleri âdeta bir “hiç” olarak görüp acziyete bürünürken, gâfil kimseler ise azıcık amellerini, ebedî selâmet ve saâdetleri için kâfî görerek rehâvete kapılırlar.

Zira gaflet ehli, her şeyi kaba hatlarıyla, âdeta oduncu-kömürcü kantarıyla tartarken; ârif kullar ise, inceden inceye, âdeta kuyumcu terazisiyle tartarlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (ez-Zilzâl, 7-8)

İşte yüksek ruhlar; zerrelerin dahî kıyamet gününde hesaba geleceği şuuruyla, en küçük bir hatâyı bile büyük görerek ondan titizlikle sakınmaya gayret ederler.

Sahâbe-i kirâmdan Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Mü’min, günahını, altında oturduğu ve sanki her an üzerine devrilme tehlikesi olan bir dağ gibi görür. Bu koca dağ üzerime düşer mi, diye korkar durur. Fâcir ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buhârî, Deavât, 4; Müslim, Tevbe, 3)

Tâbiînden Bilâl bin Sa‘d -rahmetullâhi aleyh-ʼin şu îkâzı da sâlih mü’minlerin takvâ hassâsiyetini ne güzel îzah eder:

Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”

İşte Hak dostları, bu nevî düsturlar ile, hâl ve hareketlerine çekidüzen verirler. Her hâlükârda yüksek bir edeple yaşarlar.

Yüzme bilmeyen biri, bir deniz kenarından baktığında ancak denizin sathını ve sığ yerlerini görebilir. Mâhir bir dalgıç ise, açıldığı denizin enginliklerinde bambaşka manzaralar seyreder. Tıpkı bunun gibi mârifetullah’ta derinleşen kalplerin görüşüyle, gaflet ehlinin sığ bakışı arasında dağlar kadar fark vardır.

Şu hâdise bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Büyük mutasavvıflardan Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin “cüz’î irâde”yi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Hazret-i Pîr’in “huzur dersleri”ne çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını irâde buyurur. Ferman yerine getirilerek Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî “huzur dersi”ne davet edilir. Orada kendisine meselenin keyfiyeti suâl olunduğunda, Hazret şöyle cevap verir:

“–Kulda cüz’î bir irâde elbette mevcuttur. Mes’ûliyetin kaynağı da budur. Ancak herkeste ve her zaman değil. Meselâ ben, elbette cüz’î bir irâdeye sahibim. Lâkin buraya pâdişahın emriyle geldim. Buradan kalkıp gitmek ise benim elimde değildir. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. Demek ki burada benim irâdem -belli bir hususta- yok hükmündedir.

Aynı şekilde pâdişahın huzûrunda bulunduğumdan dolayı, yapabileceğim hareketler de sınırlıdır. Bazı kimseler de aynen bu misalde olduğu gibi, dâimî bir sûrette Rab’lerinin huzûrunda bulunduklarının idrâki içinde ömür sürerler.

Allah her yerde hâzır ve nâzır olduğu hâlde, pek çok kimse, kendilerini sadece namazda huzûr-i ilâhîde kabûl ederler. Hâlbuki belli bir mânevî mertebeye yükselmiş olanlar, her an huzûr-i ilâhîde bulunduklarının idrâki içinde yaşarlar. Böyle kimselerde cüz’î irâdenin var sayılıp-sayılmayacağını ise, varın siz takdîr edin.”

Aldığı bu cevaptan son derece hoşnud olan pâdişah, Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’ye ihsan ve ikramlarda bulunur.

İşte Hak dostları, ilâhî irâdeye öyle râm olurlar ki artık kendi nefislerine ait bir irâdeleri kalmaz. “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” sırrına mazhar olurlar. Cenâb-ı Hakk’a yakınlıkları arttıkça, gönül âlemlerinde öyle mârifetullah ufukları açılır ki, onlar umum insanlığın farkında bile olmadığı nice sır, hikmet ve hakikatlere âşinâ olurlar.

Nitekim mârifetullâh’a nâiliyette insanlığın zirvesini teşkil eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız… Sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle (heyecan ve duygu derinliği içinde) yakarışta bulunurdunuz.” buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Zühd, 19)]

Cenâb-ı Hak, gönüllerimize mârifetullah’tan hisseler nasîb eylesin. İhlâs ve takvâ hassâsiyetiyle müzeyyen bir kulluk hayatı yaşayıp ilâhî rahmet, muhabbet ve rızâsına mazhar olan sâlih kullarının zümresine cümlemizi lûtf u keremiyle ilhâk eylesin. Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2019 – Eylül, Sayı: 403, Sayfa: 032

İMANI YOK EDEN TEHLİKE

KULU RABBİNE SEVDİREN HASLETLER

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.