İnsanın Aciz Oluşunun İtirafı

İnsan ve hak dostları acziyatlerini nasıl itiraf ediyor?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in öğrettiği bu istiğfarda, abd-i âciz oluşun itirafı ve ilâhî dergâha ilticânın ikrârı vardır:

Allâh’ım! Sen benim Rabbimsin. Sen’den başka ibâdete lâyık ilâh yoktur. Beni Sen yarattın.

Ben Sen’in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve va‘dimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana lutfettiğin nimetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim. Beni affet, şüphe yok ki günahları Sen’den başka affedecek yoktur.” (Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101)

HAK DOSTLARININ ZİKİRLERİNDE Kİ İTİRAFLAR

Hak dostları da zikirlerinde, mâneviyatla dolu şiirlerinde bu hakikatleri terennüm etmişlerdir:

Ahmed Yesevî ve Yûnus Emre Hazretleri’nin şiirlerinde şu zikir terennümü vardır:

Ente’l-Hâdî, ente’l-Hak, leyse’l-hâdî illâ hû!..

“Hidâyet verecek de Sen’sin, Hak olan da Sen’sin! Sen’den başka hidâyet verecek yoktur! (Bize hidâyet eyle yâ Rabbî!)”

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de; «Sen yâ Rabbî, Sen’den yâ Rabbî!» şuurunu ne güzel ifade eder:

Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen,

Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!.

Bu şuurda bütün hayırlar, nimetler ve muvaffakiyetler, Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilir. Asla nefse pay çıkarılmaz.

Bedir zaferinde;

“Attığında Sen atmadın Allah attı!” (Bkz. el-Enfâl, 17) buyurularak öğretilen bu ulvî şuur, nefsin, başarılarla şımarmasına ve enâniyete kapı aralamasına izin vermemek içindir.

Mekke’nin fethinin akabinde de Nasr Sûresi’yle şu tâlimat gelmiştir:

Allâh’ın yardımı ve fetih geldiğinde, insanların fevç fevç İslâm’a girdiklerini gördüğünde;

  • Rabbini hamd ile tesbih et! (Bu muvaffakiyetleri sadece O’na izâfe et ve O’na hamd et.)
  • (Bu vazifede olabilecek hata ve kusurların için ise) istiğfâr et! O, tevbeleri çokça kabul edendir.”

Kulun, bu şuurda ilerlerken, tevekkül ve teslîmiyeti de artırması lâzım gelir.

Şöyle ki;

Meselâ insan rızka muhtaçtır. Cenâb-ı Hak da rızka kefildir. Lâkin insan bunu anlamayıp, rızkı kendi gayretiyle elde ettiğini zanneder. Bilhassa mânevî meşgaleleri sebebiyle, dünyaya yönelik gayretini azaltırsa aç ve muhtaç kalacağını zanneder.

Bir de, dünyaya hırsla sarılan bir kişiye;

“–Bu ne hırs?” denilecek olsa;

“–Ben şu kadar kişiye ekmek veriyorum!” diye hem hırsını savunur, hem de şükredeceği yerde, böyle büyüklenme ifade eden bir sözle kendini kandırır.

Hâlbuki;

İşçi, iş sahibine muhtaç olduğu gibi, iş sahibi de işçinin emeğine, çalışmasına muhtaçtır. Yani o ekmeği, karşılıksız olarak değil, çalıştırdığı kişinin alın terinin karşılığı olarak vermektedir.

Bir kişi; tamamen karşılıksız, hayır-hasenat olarak verdiğinde bile; «Rızkını ben veriyorum!» gibi kibirli bir söz söylememeli, böyle bir davranışa girmemelidir. Vesile eden Rabbine şükretmeli, muhtaca da kabulü için teşekkür etmelidir.

«Sen yâ Rabbî!» şuurunun bu mânâdaki tâlimini Hazret-i Musa’nın şu kıssasında görmekteyiz:

Rivâyete göre Cenâb-ı Hak;

“Firavun’a git; çünkü o iyice azdı…” (Tâhâ, 24) buyurduğu zaman Musa -aleyhisselâm-, aile efrâdını ve davarlarını zâhirde emânet edeceği bir kimse olmadığından;

“–Yâ Rabbî! Ev halkım ve davarlarım ne olacak?” dedi.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

“–Ey Musa! Ben’i bulduktan sonra başka ne istersin? Sen Ben’im emrimi edâya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerimi de ailene muhafız kılarım.

Ey Musa! Nedir bu düşündüğün? Annen Sen’i denize bıraktığı zaman Sen’i kim kurtardı?”

Hazret-i Musa cevap verir:

“–Sen yâ Rabbî!..”

“–Bundan sonra Sen’i annene tekrar kim kavuşturdu?”

“–Sen yâ Rabbî!..”

“–Sen, birini kazâ ile öldürmüştün de Firavun Sen’i aramaya koyulmuş ve öldürmeye azmetmişti; o vakit Sen’i ondan kim muhafaza etti?..”

Musa -aleyhisselâm- bu söylenenleri hem dinliyor, hem de her cümlenin sonunda;

“–Sen, Sen, Sen yâ Rabbî!..” diyordu. (Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337)

İslâm, teslîmiyet kökünden gelir ve «ön kabul» demektir.

“–Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirirsem; ya şu ne olacak, ya bu ne olacak?” gibi kuruntuları bir tarafa bırakmalı ve;

“–Sen’in hükmün yâ Rabbî!

Sen’in emrin yâ Rabbî!

İşittim ve itaat ettim!” demelidir.

Bu teslîmiyet sergilenirse, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin tercüman olduğu şu sır, tecellî edecektir:

Nâçâr kalacak yerde,

Nâgâh açar, ol perde,

Derman eder ol derde;

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse, güzel eyler…

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ağustos, Sayı: 198

İslam ve İhsan

NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ DE BİLİR

Nefsini Bilen Rabbini de Bilir

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.