İnsanın Hamuru, Küçükken Karılır!

RÖPORTAJ

Şebnem dergisi yazarlarından Halime Demireşik’in “Oyuncu anne" Merve Gülcemal ile yaptığı röportajı istifadenize sunuyoruz.

Röportaj: Halime Demireşik

Allah Teâlâ, bu dünyada birbirimizle imtihan olabilmemiz ve her kademe ve rengiyle bir toplumun oluşabilmesi için insanları standart şekilde yaratmamış, aksine çeşit çeşit karakter, kapasite, özellik ve kabiliyetlerle var etmiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Medîne’ye hicret ettiği zaman Ensar ve Muhâcir arasındaki kardeşliği oluştururken ashâbını karakterlerine göre birbiri ile kardeş yapmıştır. Yine Ashâb-ı Suffe’yi, yaklaşık iki yıllık yoğun bir eğitim ve öğretim programından geçirdikten sonra, kendilerine vazife verirken de onların karakterlerini gözeterek kimini kumandan, kimini muallim, kimini vali olarak tayin etmiştir. Tabi, böyle firâsetli adım atmak, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbını da ne kadar iyi tanıdığının bir işareti ve “…Sen onları sîmâlarından tanırsın!..” (el-Bakara, 273) âyetinin de açık bir tecellîsidir.

Pek muhterem Osman Nûri Topbaş Hocamız da önceden beri bizlere, Kur’ân kurslarında talebelerimizle ilgilenirken sık sık şöyle nasihat eder:

“-Aman kızım, koçları seçin! Onları kâbiliyetlerine göre yetiştirip yönlendirin!”

Hattâ bugün İstanbul’daki kurslarımızın da muhtelif hizmet alanlarına bölünmüş olması, âdeta bunun hayata geçmiş, canlı bir örneğidir.

İnsan, kâbiliyetine göre ve sevdiği bir işle meşgul olduğu zaman o hizmet, kişinin hem kendisi için hem de toplum için büyük bir rahmete dönüşüyor. Hele bu hizmet, insan için yapılıyorsa bir neslin kurtulmasına bile sebep olabiliyor.

İşte bugün okuyacağınız röportajımız, bunun güzel bir misali… Yıllar evvel Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu’muzda yetişmiş ve orada bir hocası tarafından kâbiliyeti keşfedilip yönlendirilmiş bir kızımızın, bugün hem kendisine, hem de topluma nasıl rehberlik ettiğini göreceğiz…

Sosyal medyada aktif olan yüz binlerce annenin takip ettiği, kendisinin gösterdiği Kur’ân ve Sünnet yolunda evlât yetiştirmenin metotlarını öğrendiği, nâm-ı diğer “Oyuncu Anne Merve” yani Merve Gülcemal ile buluştuk. İkimizin de küçük bebeği olduğu için bir sabah namazından sonra ancak internet üzerinden ve görüntülü olarak yapabildiğimiz, pek de meşakkatli geçen, meşakkati kadar güzel ve bereketli olan bu röportajımızdan;

“-Kur’ân kurslarında okursam ne olacağım?” sorusuna cevap bulmak isteyen genç kızlarımız…

Okul öncesi kurumlarda değerler eğitimine giren ve:

“-Minik öğrencilerime sevdirerek İslâm’ı nasıl öğretebilirim?” diyerek soran dertli öğretmenlerimiz…

“-Yeni bebeğim oldu. Evlâdımı Kur’ân ve Sünnet ışığında nasıl yetiştirebilirim?” sorusuna cevap arayan annelerimiz...

Kur’ân kurslarına gelen her talebesini keşfedilecek bir hazine gibi gören hocalarımız başta olmak üzere okuyan herkes, kendince bir şeyler bulabilecek…

Merve Gülcemal, kursumuzda talebemiz olduğu zamanlarda da tek başına sahneyi dolduran, yaptığı stand up’larla o zamanlarda kendini ispat etmiş, başarılı bir talebemizdi. Şimdi de yaptığı seminerler, online eğitimler, yazdığı çocuk kitapları ile surda bir gedik açmış ve İslâm’ın istikbaline güzel nesiller hazırlayarak rehberlik etmeye devam ediyor.

Rabbimiz hizmetlerini feyizli ve bereketli eylesin! Sözü daha fazla uzatmadan, buyurun Merve Gülcemal ile tanışmaya…

Oyuncu-Anne Merve kimdir, biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

Bursa’da orta hâlli memur bir âilenin evlâdıyım. Annemle babam, bankada çalışırken tanışıp evlenmişler. Çocukluğumdan beri hep dindar bir çevre içinde büyüdüm. Bunun sebebi de ben doğunca annem ve babamın hidâyet yolunu seçip hayatlarına yeni bir sayfa açmalarıdır.

Annem de, babam da dînî hayattan habersiz yetişmişler. Dedelerim çok iyi insanlarmış, ama zamanın baskı ve yasakları sebebi ile din öğrenememişler ve çocuklarına da öğretememişler. Babam ben doğmadan evvel bir kız çocuğu olacağını öğrenince, biz bir kız çocuğunu nasıl yetiştireceğiz diye düşünüp araştırıyor. Bir arkadaşı vesilesi ile hidâyet yolunu seçiyor. Anneme de:

“-Benim yeni hayatım bu minvalde olacak, sen de ister misin? Bu İslâm yolunu ben seninle birlikte yürümek istiyorum. «Ben eskisi gibi yaşamak istiyorum.» dersen, ben o yolda yokum!” diyor.

Annem de kabul ediyor. Etraftakilerin çeşitli tepkilerine aldırmadan bankadaki işini bırakıyor, tesettüre giriyor. Güzelliği ve başarısı ile ilgili sürekli iltifat alan bir hanımın, bu kadar keskin bir dönüş yapması kolay olmasa gerek!.. Annem ve babam, hızlıca İslâm’ı öğrenme sürecine giriyorlar. Abimle beraber en büyük nasibimiz, bu sürede dünyaya gelmemiz ve bu hayra dönüşün her ânına şâhitlik edip bu İslâmî heyecanın getirdiği ahlâkla yoğrulmamız olmuştur. Biz hep annemle babamın gittiği kurslarda Kur’ân’la ve dînî sohbetlerle iç içe büyüdük, elhamdülillah! Ebeveynimiz ya İslâm’ı öğreniyor veyahut bir yerlerde hizmet ediyorlardı. Biz de hep onların yanındaydık.

“-Babam nerede?” sorusunun cevâbı hep aynıydı:

“-Babam vakıfta… Babam kursta… Kur’ân-ı Kerîm öğrenen çocuklara bir şey götürüyor. Babam fakir fukaraya sadaka-zekât dağıtımına çıkmış.”

Son günlerde 15 Temmuz hadisesi sebebiyle insanlar cemaatlere karşı, belki biraz da haklı bir korku duyuyorlar. Fakat ben şunu ifade edebilirim ki, babamların hidayet yolunu seçmesi ve hayır ve hizmet üzere gayret etmeleri, hep Millî Görüş vakıfları sayesinde oldu.

Ben beş yaşında Kur’ân’ı öğrendiysem, İslâm’ı sevdiysem; Allah için gayret eden bu kimseler sebebiyledir. Yine beni yetiştiren de hep Kur’ân kursları oldu. Özellikle sizinle tanıştığım Aziz Mahmud Hüdâyî Kursu’nun benim üzerimdeki emeği çok büyüktür.

Annem, hep çalışkan ve başarılı bir hanım olmuş, ancak tesettüre girince her şeyi geri atmak zorunda kalmış. Bu yüzden kendisinin başörtülü olarak yapamadığı her hayalini benim yapmamı istedi. Benimle çok ilgilendi, ben de onun gayretlerinin bir neticesi olarak okul hayatım boyunca hep çok başarılı bir çocuk oldum. Çok hırslıydım, sınavdan doksan dokuz alsam oturup ağlardım. Fen lisesini büyük bir başarı ile kazandım, ama başörtüsü yasağı sebebiyle fen lisesine gidemedim. Babam beni Bursa Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne yazdırdı. Orada da bir yıl okuyabildim. Çünkü başörtüsü yasağı, İmam Hatib’e de geldi maalesef…

Gittiğimiz bir yıl, ciddî mânâda psikolojik şiddet uygulandı. Ertesi yıl da kız İmam Hatip ile erkek İmam Hatip karma eğitime geçince, benim örgün eğitim hayatım bitmiş oldu. Uzun süre okula gitmeyince matematik öğretmenim babama telefon açmış ve niye okula gelmediğimi sormuş. Babam da kendisine sebepleri sıralamış.

“-Haklı okulu bırakmakla, ama bunlar ümmetin parlak zekalı genç kızları… Evde oturmasın! Ben kızımı İstanbul’a Kur’ân kursuna göndereceğim, Merve de gitsin!” demiş.

Böylece Kur’ân Kursu maceram başlamış oldu. Bu, hayatımdaki en büyük şükür sebebimdir. Hayatımın en güzel yıllarını, Kur’an Kurslarında geçirdim. Bütün genç kızlarımızın mutlaka bu eğitimden geçmelerini de her zaman tavsiye ediyorum.

Hocamın kızı ile ilk önce Suâdiye Tûbâ Kız Kur’ân Kursu’na başladık. Bizi ihtisas sınıfına kaydetmişler, normal yüzüne sınıf okumadan… Herhalde annemin duâları sayesinde oldu bunlar... İhtisas sınıfında dışarıdan ilâhiyat okuyanlar var ve ihtisâs hocalarının çoğu da Marmara İlâhiyat’tan gelen hocalardı. Pedogojik formasyon dersleri de dâhil İlâhiyat derslerini almıştık. Çok güzel bilgiler öğrendim orada…

1999 depremi olunca annem korkmuş, beni yanında istemişti. Ben gelince Bursa Hasan Hüsnü Kestel Kursu’muza kaydoldum. Orada bir buçuk yılda hâfızlığımı yaptım, elhamdülillah! Hâfızlıkta herkes zamana çok takılıyor, bence bir yılda da bitebilirdi hâfızlığım… Fakat çok oyalandım galiba… Hâfızlık, herkesin kendi yolunu bulması gereken bir süreç… Herkesin hızı kendisine göre yani... Ezberlemek çok kolay, önemli olan haslamanın çok sağlam yapılması lâzım… Ben haslama işini, ismini çok duyduğum Aziz Mahmud Hüdâyî Kursu’nda yapayım diye oraya gittim. Ama oraya gidip de ilmî seviyelerini görünce hayran kaldım, haslama işini bırakıp yüzüne sınıfına geçtim.

Hüdâyî Kursu, benim annelik dışında yaşadığım en güzel günlerimin geçtiği yer, benim cennetim diyebilirim. Hâlâ rüyalarımdan hiç çıkmıyor o güzel günler… Daha iki gece evvel de rüyamdaydı. Orada yaklaşık iki yıl çok kaliteli bir eğitim gördüm. Orada benim İslâm Dîni’ne bakış açım değişti. Dinin lezzetini orada aldım, İslâm’ı aşkla yaşamayı öğrendim. Hocalarımızın her biri, bir anne gibi fedakârlıkla bizimle ilgilenirdi. Sevgilerini gerçekten derinden hissederdik.

Peygamberimiz’in ve diğer peygamberlerin hayatlarından ibret ve hikmetler çıkarmayı öğrendik. Peygamber Efendimiz’i aşkla sevip örnek almayı sizinle öğrendik, Allah râzı olsun! Çocuk gelişim dersleri aldık. Temizlik yapmaktan sofra kurmaya kadar aklınıza gelecek her şeyi orada öğrendik. Benim çocuk eğitiminde kâbiliyetim olduğunu da oradaki bir hocam keşfedip beni yönlendirmişti. Oraya gidenler bilirler ki, orada ilimden irfâna nasıl gidilir, yaşayarak öğretilir. Elhamdülillâh, biz de bu anlattıklarımızın ucundan kenarından da olsa nasiplenmiş olduk.

Şunu da eklemek isterim ki, Hüdâyî Kursu’nda en önemli ilim, bence nefsi eğitmenin yollarını öğrenmek!.. Bazen sosyal medya üzerinden gelen sorularda:

“-Şu konuya nasıl takılmıyorsun? Şunu nasıl çözdün?” diye hayretle soruyorlar. Ben de:

“-Bu, bizim Hüdâyî Kursu’nda aldığımız tasavvuf derslerinin neticesi…” diyorum.

Hocam, başka bir ifadeyle, Hüdâyî Kursu, bizi hayat sahnesindeki mücadeleye bir adım önde başlatıyor. Ben seminer verdiğim zamanda Hüdâyî Kursu’ndan çok bahsediyorum. Bana:

“-O kursun, diğerlerinden ne farkı var?” diye soruyorlar.

Ben de onlara şöyle diyorum:

“-Orada insana insan olmanın kıymetini yaşayarak öğretirler. Halîfetullah kavramını orada anlamıştım. Çünkü bana sadece derslerde anlatıp geçmediler, bunu yaşattılar. Kendimi Halîfetullah olarak hissetmemi sağladılar. Hocalar, öğrenciye çok kıymet veriyordu. Birçok okul-kurs görmüş birisi olarak, farkı çok iyi görebiliyordum.

Şimdi bakıyorum, kendimi değerli hissetmek istediğim zamanlarda, rüyamda hep Hüdâyî Kursu’nda görüyorum kendimi… Bundan sonra yaklaşık on yıl kadar, anaokullarında çocuklarla çalıştım. Hâlâ da gerek yazarlık, gerek seminerle çocuk eğitimine devam ediyorum. Çocuk eğitiminde eksiğimizin olduğu yerlere dokunup düzeltmeye gayret ediyorum, aynı zamanda bir hikâye anlatıcısıyım. Mütedeyyin kimliğimle bizim çocuklarımıza bizim hikayelerimizi anlatarak çorbada bir nebze tuz olmaya gayret ediyorum.

Hikâye ve masal anlatıcısı ne demektir? Bu mesleği seçmenizin özel bir sebebi var mıdır?

Ben Hüdâyî’de okurken bir hocam, benim çocuklarla olan bağımı keşfetmiş ve benim bu yönde kendimi geliştirmem gerektiğini söylemişti. Onun bu yönlendirmesi ile motive olmuş ve çalışmaya başlamıştım. Benim hayalimde olan tek şey, çocuk doktoru olmaktı.

Eğitim engeli sebebi ile o olmayınca, Rabbim bu kapıyı açtı bana… Çocuklarla bir müddet çalıştıktan sonra, yetişkinlerle de çalıştım, hocalık yaptım. Fakat çocuklarla tattığım lezzet farklı olunca, tekrar o tarafa doğru yöneldim. Çocuklarla ilgilendikçe bu eğitimin ne kadar önemli olduğunu ve yeterince bunun öneminin kavranmadığını daha iyi fark ettim. Çünkü en önemli ve en temel eğitim, çocuk yaşta verilen eğitim… Biz burada hata yaparsak, fazla veya eksik bilgi verirsek, ileride bunu toparlamak gerçekten çok zor oluyor. Kendi içimizden insanların yaptıkları hatalar sebebiyle dinden uzaklaştırılan çok çocuk gördüm maalesef! Meselâ bunun en acı örneğini kardeşimde gördüm. Gittiği okulda:

“-Müzik dinlersen tepende şeytanlar tepinir!” demişler.

Müzik duyduğu zaman kulağını kapatıp ağladığını biliyorum. Gençlik dönemlerinde müziğe olan ilgisi sebebiyle biraz dinden de uzaklaştı. Ancak âilemin firâsetli yaklaşımı ile su aktı, yolunu buldu. Ama emek verildi, uzun müddet... Ya âilem firâsetli yaklaşmasa idi, ne olacaktı? Buradan şunu iyi anlamak lâzım; din anlatılırken kullandığımız üslûp çok önemli…

Peki, asıl sorumuza tekrar dönecek olursak, hikâye-masal anlatıcısı ne demektir?

Hikâye ve masalların ne kadar önemli olduğunun farkına varmış insanların, ilk insandan beri kullanılan hikâyeleri kullanması demektir. Önceden bunun ismi yoktu, ama hayatın içinde hep vardı. Şimdi, ismi ile birlikte var diyebiliriz. Ninelerimiz, dedelerimiz hep hikâye anlatarak öğretmişler her şeyi… Çünkü bu, en kolay öğrenme metodu… Zaten Kur’ân-ı Kerîm’in de büyük bölümünde kıssalar bu sebeple var, öyle değil mi? Bizi yaratan Rabbimiz, kıssaların çokluğu sebebiyle bizim en iyi öğrenme metodumuzun bu olduğunu anlatmış. Kur’ân’da kıssaların hiç bulunmadığını düşünelim. Rabbimiz bize sürekli şöyle dese idi:

“-Kadın-erkek, ihtilat ortamına dikkat edin! Şöyle yaparsınız haram, bunu yaparsanız günah!..” Ama kıssalardaki örnekler hiç olmasaydı!.. Acaba ne kadar tesirli olurdu? Bir de Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- ile Züleyha kıssasını düşünün; sizce hangi metot daha çok akılda kalıyor ve hayatımızda tesiri oluyor?

Biz bu metodun önemini son yüzyılda biraz kaçırmıştık; şimdi yeniden farkına vardık diyebiliriz. Ben çocukluğumdan beri hikâye anlatıcılığı yapıyormuşum, onu fark ettim. Tiyatro sevgim de hep vardı.

Evet, Hüdâyî Kursu’nda iken de tek başına sahneyi doldururdun. Kursta unutulmayacak stand up’lar yaptığını biliyoruz.

Evet, hocam… Şimdi nasıl yapmışım diyorum. Anne olduğum zaman bir hikâye anlatıcısı hanımın programına götürmüştüm oğlumu… Bu masal anlatıcısı hanımefendi ile tanıştıktan sonra:

“-Buna dindar câmiada çok ihtiyaç var. Birilerinin elini bu taşın altına koyması lâzım!” dedim.

Arkadaşımın desteği ile bizim câmiamızda bu işi ilk yapan kişi olmak bana nasîb oldu, elhamdülillâh!

Edebiyatçı Melike Gündüz Hanımefendi anlatmıştı. Beynimiz bir savunma mekanizmasına sahipmiş. Karşıdan gelen bilgileri o savunma mekanizması ile seçerek ve süzerek alıyormuş. Şuuraltı alsa bile bilgi olarak değerlendirmiyormuş. Fakat beynimiz duyguya hitap ediliyorsa, savunma mekanizmasını tamamen kaldırıp tamamı ile alıp karşı ile direkt bağ kuruyormuş. Zaten toplumumuz böyle bozulmadı mı? Aklen, mantıken, örfen ve dînen kabul etmeyeceğimiz birçok şey; televizyon dizileri, filmler ve şarkılarla duyguya hitap ederek duya duya, göre göre normalleştirildi. Dînen ve örfen aslâ kabul görmeyecek, düpedüz zinâ olan bir ilişkiyi, filmde görünce:

“-Ama ne yapsınlar, âşık olmuşlar!”

Yine aslâ kabul görmeyecek hastalıklı kişiliklere:

“-Ama çok tatlı, değil mi?!” diyen bir toplum olduk.

İşte bunlar, duyguya hitap edilerek bir toplumun kısa zamanda ne kadar çabuk bozulabileceğinin en canlı misallerindendir. İşte bu yüzden bizim duyguya hitap eden hikâye, masal, kıssa, şiir, şarkı, ezgi… ne varsa; bunları çok iyi kullanmamız gerekiyor.

Hikâye deyip de geçmemeli… Hikâyenin kuru, yavan ve sadece öğretme maksadı sırıtan, parmak sallayan bir hikâye dili ile de dîni çocuklara sevdiremezsiniz. Maalesef şu an piyasadaki dînî çocuk kitapları veya gençlere yönelik yazılmış romanların çoğu bu şekilde olduğu için yeni nesle hiç hitap etmiyor.

Ben bu yaralara bir nebze olsa da ilaç olmak için yola çıktım, elhamdülillâh… Çok güzel geri dönüşler oldu. Normal bir hikâye bile anlatsam, tesettürlü bir abla olarak onun zihnine bir fotoğraf bırakmış olduğumu düşünüyorum. Meselâ tanıtımını yapmam için çok dînî hikâye kitapları gönderiliyor. Ama maalesef okuyorum ve “Bu, çocuklara uygun değil!” deyip tanıtımını yapmayı kabul etmiyorum.

Yakın zamanda bir tane daha geldi, “Hikâyelerle Hadisler” kitabın adı…

Kitabı inceledim, ortada hikâye yok. Çocuğu hâdisenin içine çekecek, heyecanlandıracak hiçbir şey yok! Çocuk bir hata yapıyor, hadîs geliyor. Ve çocuklar sürekli bir yanlışlık yapıyor, hadis de parmak sallar gibi geliyor.

Yazan kişi, emînim iyi niyetle yazmıştır. Ama tek başına iyi niyet bizi kurtaramaz. Artık bizim bir vizyona sahip olmamız lâzım. Harry Potter’larla büyüyen çocuklara, ne bileyim binbir heyecan dolu çizgi filmi izlerken kendini kaybeden çocuğa; yaşlı teyzelere sohbet yapar gibi hikâye kitabı verirsek, onun tesirinde kalmasını beklememiz biraz gülünç oluyor.

Biz zamanında “Kıyamet Alâmetleri” kitabını okuyup etkilenen bir nesildik. Ancak bu nesil de, zaman da değişti. Şimdi karşı tarafın pazarladığı her türlü yazılı veya görsel yayına ulaşabilen ve bundan fazlasıyla etkilenen bir nesil var elimizde… Şu hadîs-i şerîfi hiç unutmayalım: “Çocuğu olan, onunla çocuklaşsın!”[1]

Çocuklaşmak demek, sadece onunla oyun oynamak değil! Çocuklaşmak demek, onun seviyesine, onun anlayışına, diline ve kalbine hitap edecek bir dil bulmak demektir, bence… Çok satanlar listesinde olan bir dînî çocuk kitabını incelemiştim. Daha ilk paragrafında, çocuğun annesi hasta… “Ama bu haksızlık değil mi?” diye bir ifade var.

“-Haksızlığı yapan kim?” demeyecek mi bu çocuk!.. Ya da şuuraltına attın bir tohum, ilerde zamanını ve zeminini buldu mu ortaya çıkacak… O yüzden çocuklarımıza okuttuğumuz kitapları kim yazarsa yazsın, isterse dünyanın en iyi yazarı yazsın; bizlerin çocuktan evvel kitabı okumamız, bir akaid gözlüğüyle incelememiz lâzım. Meselâ peygamber kıssaları ile ilgili çocuk kitabında, Yusuf-Züleyha hâdisesi anlatılıyor. Beş yaşındaki çocuğun bu bilgiye ihtiyacı var mı? Veya sen bu bilgiyi vermekle neyi hedefliyorsun?

Peygamber Efendimiz, bize “faydalı ilim” buyuruyor. Her yaş için faydalı ilim anlayışının farklı olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Velhâsıl çocuklara dînî eğitim dediğimizde, artık bakış açımızı güncellememiz gerekiyor. 

Okul öncesi eğitim neden önemlidir? Bu eğitime hangi yaşta başlanmalıdır?

Bütün uzmanların hemfikir olduğu nokta şudur ki, okul öncesi dönem, kişinin beyin gelişiminin de karakter ve kişilik inşasının da çok büyük kısmının, belki yüzde doksanı olabilir, tamamlandığı dönem... Araştırmalar bize gösteriyor ki, yetişkinlikte ortaya çıkan bütün problemlerin kaynağı, hep o okul öncesi dönemde yaşananlardan çıkıyor.

Birçok kimsenin, “Çocuktur anlamaz, unutur!” deyip ihmal ettiği dönemde, çocuk bir süngerin suyu çekmesi gibi, gördüklerini yaşadıklarını şuuraltına emer. Bir kamera gibi, hiçbir ayrıntıyı atlamadan kaydeder. Bu yüzden çocuğun gözünün gördüğü, kulağının duyduğu her şeye dikkat etmemiz gerekir!

Menfî veya müsbet her şeyin temeli bu dönemde atıldığı gibi, ahlâkî ve mânevî değerlerin ve mahremiyet şuurunun temeli dahî bu dönemde atılıyor. Bu yüzden bu altın devreyi kaçırmamamız gerekiyor. Allâh’ın izniyle, bizler bu temeli sağlam atarsak üzerine yükselen bina da sağlam olacaktır. İslâm âlimleri de öğrenme ve ahlâkî şuur oluşmasında dört yaşın çok önemli olduğuna işaret etmişlerdir. Bu sebeple bizim kültürümüzde dört yaşına gelen çocuklara “Bed-i Besmele Törenleri” yapılmıştır. Ama zaman çok hızlı ilerlediği için, biz çocuk doğar doğmaz öncelikle kendi hâl ve tavırlarımıza dikkat ederek çocuk gelişimine göre her ânı değerlendirmeye gayret edeceğiz tabi ki…

Oyuncu-Anne Merve, takip edebildiğimiz kadarıyla her gün çocukları ile oyun oynuyor. “Ben çocuklarla oyun oynayamam, bu fıtratıma uymuyor!” diyen annelere nasıl bir yol haritası çizebiliriz?

“-Ben çocuklarımla oyun oynayamıyorum!” diyen anneler, genelde Instagram’ı kullanıp yetersizlik hissi ile mücâdele eden anneler oluyor. Sosyal medyanın bir vitrin olduğunu aslâ unutmayalım! İnsanlar orada en güzel anlarını paylaşıyorlar. Fakat takip edenler, bunu bütün güne mâl ediyor.

Ben orada bir oyun paylaşıyorum. Bana diyorlar ki:

“-Bütün gün çocuklarınızla nasıl oyun oynuyorsunuz?”

Meselâ yüzüm gülerken çekilen bir fotoğraf için:

“-Mâşâallah, ne kadar güler yüzlü ve sabırlısınız.” diyorlar.

Aslında belki en sabırsız insanlardan biri benim, nereden bileceksiniz?! Instagram öyle bir yer ki, bazıları bir elbise dikip güzel bulduğu için koyar. Bazen de sırf o vitrine koymak için diker. Şu gözler, Instagram’da elinde fırça, çocuğu ile duvar boyayan, ama fırçanın ucunda boya olmayanları da gördü. Annelere oradan mesaj veriyor; “Ben çocuğuma duvar bile boyatıyorum!” Öncelikle bunları düşünün, derim.

Herkesin hayatı farklı… Kiminin evde yardımcısı var, kiminin eşi evden çalışıyor, kiminin annesi yardım ediyor. Birçok hanımda bunlar yok! Bende de yok! Bizler olmayana odaklanmayalım. Biz, bizde olup da olmayanları düşünelim. “İlim ve ibadette bizden yüksekte olanlara bakıp gayret etmek, varlıkta bizden aşağıda olanlara bakıp şükretmek!” kâidesini unutmayalım.

Oyun konusuna gelince, evet, herkesin fıtratı farklı… Kimimiz enerjiktir, oyun oynamayı sever, kimimiz sevmez. “Keşke ben de sizin gibi oyun oynamayı sevseydim!” deyip pişmanlık yaşamayalım. Allah bizi evlâtlarımız için seçtiyse, “Onun için en iyi anne benim, demek ki!..” Biz bilemeyiz. Demek ki Rabbimiz’e göre yavrumuzun bizim gibi bir anneye ihtiyacı var.

İkinci konu ise, kendimizi bir sorgulayalım; bu bizim çocukluğumuz ile ilgili de olabilir. Belki bizim de annemiz oyun oynayan bir anne değildi veya hiç oyuncak girmemiş bir evde büyümüş de olabiliriz. Birçok çocuk, oyuncakla hiç tanışmadan büyümüş. Günah diye eve oyuncak sokulmamış olan evlerin varlığını biliyoruz. Bunlara, Hazret-i Âişe Annemiz’in atlarını anlatıyorum. Kendi geçmişi böyle olan bir anne, çocuğuna oyunla yaklaşamaz tabiî ki… Annenin bu hususta destek alması bile gerekebilir.

Bir de oyun deyince tek bir tip oyuna odaklanılmasın! Birçok oyun çeşidi var. Bunları deneyerek kendi fıtratlarına uygun olanı bulabilirler.

Son olarak hiçbir şekilde oyun oynamaktan hoşlanmıyor olabilir. O zaman şunu unutmamalı; çocukla ilgilenmek, sadece oyun oynamak değildir. Başka nitelikli zaman geçirme tekniklerine bakabilir. Meselâ kitap okuyarak… Çünkü kitap müthiş bir kurtarıcı; hem görsel olarak resimleri var, hem de bir hikâyesi var. O hikâyenin resmi yapılabilir. Başka bir alternatif olarak da birlikte el işi öğrenilebilir. Birlikte bezelye ayıklanabilir; çocuğun eline bez verilip:

“-Hadi, ben bu dolabı sileyim, sen bu dolabı sil!” denebilir.

Çok gelen sorulardan biri de, “Biz annemizle oyun oynamadık, çocuklarımız neden her şeyi bizimle birlikte yapmak istiyor?” diye…

Birinci sebep, oyun oynayacak kardeşi ve arkadaşı olmayabilir. İkinci sebep, oyun oynayacak materyal sunmadığımız için… Materyal oyuncak değildir, bu farkı unutmayalım. Materyal; dal veya kozalak parçaları, yapraklar, evdeki plastik renkli tabak ve bardaklar, kâğıtlar gibi… Onların hayal güçlerini tetikleyecek şeyler... Bunlarla çocuk, yeni oyunlar üretip saatlerce oyun oynayabilir.

Netice olarak oyun oynamayan ebeveynler, kendilerini suçlamasınlar. Bu, gerçekten fıtratlarında olmayabilir. Sadece “Çocuğu olan, onunla çocuklaşsın!” hadîs-i şerîfini unutmayalım. Bu hadîs-i şerîfi yaşamak için bile fıtratımıza uygun adımlar atmaya gayret edebiliriz.

Son olarak şunu eklemek istiyorum: Mütedeyyin câmiada bazı ebeveynler, çocukla geçirilen zamanı, “zaman israfı” olarak görebiliyorlar, maalesef! Bazı hanım takipçilerim bana mesaj atıp:

“-Merve Abla! Çocuğum olduğundan beri ilim ve hizmet câmialarından uzak kaldım. Eskiden daha çok ibadet edebiliyordum. Şimdi onunla ilgilenmekten, farz ibadetlerimi bile zor yerine getiriyorum ve buna çok üzülüyorum!” diyorlar.

Ben böyle mesajlara gerçekten çok şaşırıyorum. Şunu unutmayalım ki, çocukla ilgilenmek de bir ibadet… Önceden bir cüz okuyorsan şimdi çocuğun kucağında binbir meşakkatle bir sayfa oku! Bu okuman, inan, Allâh’ın katında daha makbuldür. Hem çocuğuna örnek olacaksın. Hem meşakkate katlandığın için sevap alacaksın. İleride çocuğun Kur’ân okuduğunda veya herhangi bir ibadeti sen örnek olduğun, öğrettiğin veya öğrenmesine vesile olduğun için yapacak! O evlâdın sana sadaka-i câriye olacak...

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- koskoca devlet başkanı, bütün ümmetine numûne bir peygamber, bir komutan… Daha sayamadığımız başında bin türlü işi varken gidip torunlarını husûsî olarak ziyaret ediyor. Namaza giderken oyun oynayan çocuklara selâm veriyor, onların oyununa katılıyor. Onlara zaman içinde zaman açarak bize de bu hususta numûne oluyor. Peygamber Efendimiz’in bu yönünü hakkıyla örnek alırsak o zaman hayalini kurduğumuz hayırlı nesil yetişip gelecektir, inşâallâh!

Biraz da yazarlığınızdan bahsedelim. Yayınladığınız çocuk kitaplarının yazılma serüveni nasıl başladı. Âileler, çocuk kitapları seçerken nelere dikkat etmelidir?

Aslında yazar olmayı, anaokullarında çalışırken hayal etmeye başlamıştım. Siz de bilirsiniz ki, işin içindeyken eksikleri daha iyi fark ediyorsunuz. Hangi tür kitapların çocuklar üzerinde etkili olduğunu, hangi kitaplara ilgi duymadıklarını âdeta sahada inceliyordum.

Bütün yaş grupları ile çalıştığım için hepsinin ilgi alanlarını ve kitapların çocuk dünyasındaki yerini de fark etmiştim. Ama piyasada dînî çocuk kitapları, o kadar amatörce yazılmıştı ki, çocuklar bu kitapları dinlerken haz almıyordu. Ben de diğer yayınevlerinden çok eğlenceli çocuk kitapları alıyor, onların anlattığı hikayelerin içine Peygamberimiz’in hayatını veya vermek istediğim değerleri ekleme yaparak anlatıyordum. Hâlâ da bunu yapmaya devam ediyorum.

Bunları yaparken eğlenceli dînî çocuk kitapları yazmanın hayali de zihnimde iyice şekillenmeye başlamıştı.

Bu arada anaokullarında fark ettiğim bir hatamız daha vardı ki, çocuklara hatim yaptırmak odaklı Kur’ân eğitimi vermek... Çocuklara hatim yaptıracağız diye çocukların oyun zamanlarından almak, oyun ihtiyacını göz ardı etmek, bazı çocuklar istemediği hâlde oflaya puflaya hatim okutmak… Çocuğa Kur’ân-ı Kerîm’in mâhiyetinden hiç bahsetmeden, ne okuduğunu, niçin okuduğunu anlamadan okuması… En acısı da anaokulunda Kur’ân öğrenip hatim yaptıktan sonra, okul başlayınca Kur’ân’ı rafa kaldırmak… Bir daha kapağının dahî açılmaması… Biz bu hatayla çocuğa şu mesajı vermiş oluruz:

“Kur’ân böyle acele acele okunur. Okula başlayınca rafa bırakılır, bir daha da okunmasına gerek yok! Çünkü dünya işleri daha önemlidir!”

Ben bu hataları görünce, “Bunları nasıl düzeltebilirim, acaba anaokullarını kapı kapı dolaşsam Kur’ân ve İslâm’ı nasıl anlatmamız gerektiğini öğretmenlere anlatmayı teklif etsem beni dinleyen olur mu?” diye düşünüp duruyordum.

O zaman yazarlığım yok, masal anlatıcılığım yok, kimse beni tanımıyor. Belki Rabbim bu hâlis niyetim hürmetine, benim yolumu açtı. Masal anlatma mâceramın ardından, yazarlık ve eğitimcilere seminer kapılarını bana açtı, elhamdülillâh! Önce sosyal medya üzerinden “Oyuncu Anne Merve” sayfasını açtım.

İlk etapta dînî oyun ve etkinlik paylaşmadım. İnsanların nasıl tepki vereceğini görmek istedim. Sadece hikâye anlatıcısı olarak tanınmaya başladım. Sonra 15 Temmuz hadiseleri yaşanınca, benim aklım başıma geldi: “Demek ki bizim dînî eğitimimizde eksiklik var. Bu kadar insanı, din adı altında toplayıp kandırıyorlar ve bizim çocuklarımıza istedikleri her şeyi yaptırabiliyorlar.”

Bu düşünce, benim hemen harekete geçmeme sebep oldu. Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne gidip görüşme yaptım.

“-«Çocuğuma dînimi sevdiriyorum!» adında bir seminer dizisi yapmak istiyorum.” dedim. Onlar da:

“-Sizinle güzel çalışmalar yapıyoruz. Sizin moralinizi de bozmak istemeyiz, ama bu tür seminerlere genelde az kişi katılır.” dediler.

“-Olsun, kimi kurtarabilirsek kârdır!” dedim.

Çok az duyuru yapıldı. Afiş bile basılmadı. Buna rağmen ilk seminerimize iki yüz kişi katıldı. Hamd olsun! O seminer döneminde anladım ki, âilelere bu minvalde rehberlik edecek kitap çalışması şart oldu.

Şunu da ifade etmek isterim ki, “Çok iyi bir yazarım!” diye bir iddia içinde değilim. Güzel bir niyetim, hâlisâne gayretlerim var. Rabbim, bunun hürmetine bana ilk kitabımı yazmayı nasîb etti. İlk olarak, “Çocuk Kalbinde Kur’ân” başlıklı, oyunlar eşliğinde Kur’ân öğretme teknikleri kitabım çıktı.

Daha sonra iki buçuk yaşında abi olan oğlumla, yeni dünyaya gelen kardeşi arasında problemler yaşadık. Bu problemleri çözmek için de kitap aradım, ama bulamadım. Bunun üzerine bu sıkıntıyı aşmak için oturup kendim yazıp resimlediğim bir kitap kaleme aldım. Bunu da sosyal medyadan paylaşınca, anneler bu kitabı çok beğendi.

“-Keşke bu kitap basılsa da biz de faydalansak!” dediler.

Bir yayınevi ile görüştüm ve “Canavar Kardeşler” serimiz basıldı. Ardından, en çok ihtiyaç duyduğumuz çocuk kitabı da, Rabbimiz’i tanıtmak meselesi… En çok hata yapılan, çok büyük cümleler kullanarak ateiste Allâh’ı anlatır gibi anlatılan çocuk kitaplarından kurtulup Rabbimiz’in bize sunduğu kâinat laboratuvarından istifade etmek… Mücerred (soyut) gerçekleri henüz kavrayamayacak dönemde olan çocuklara bunu fark ettirerek düşünce ufuklarını geliştirmeyi hedefleyen kitaplarımız, “Tefekkür Yürüyüşleri” adıyla yayımlandı.

Ondan sonra da “Rabbimi Tanıyorum” serisi yayımlanmaya başladı. Bu çalışmamız hâlâ devam ediyor. Bugün de baskıya giren “Küçük Merve’nin Büyük Soruları” kitabımız da, okul öncesi çocukların Allah ile ilgili sorularına cevap veren bir kitap olacak inşâallâh…

Bir diğer kitabımız da “Keloğlan Oruç Peşinde”... Masalla Ramazan Ayı’nı anlatan bir kitap... Çok şükür, büyük-küçük okurlarımızdan çok güzel geri dönüşler alıyorum. Rabbim daha güzellerini de yazmayı nasîb etsin! Bizden sonra bu bayrağı alacak kardeşlerime de nasîb etsin!

Çocuklarına kitap almak isteyen anne-babalar nelere dikkat etsinler?

Bir kitap alırken mutlaka çok iyi araştırma yapsınlar. Cümle cümle okuyup düşünerek kitap alınmalı. Meselâ “Allah her yerdedir.” cümlesi… Bu cümleyi nasıl kullanmalıyız? Siz bu cümleyi söylediğinizde, karşınızdaki kimse mücerred (soyut) kavramları anlayacak seviyede ise söylediğiniz anlaşılabilir. “Zaman ve mekândan münezzeh” kavramını anlıyorsa, bu ifade kullanılabilir.

Okul öncesi bir çocuk, “zaman ve mekândan münezzeh” nedir, bunu düşünemez. Anlatsanız kavrayamaz. Benim eşim, oğluma, “Allah her yerdedir.” deyince oğlum elindeki topu göstererek:

“-O zaman Allah bu topun da içinde… Bir daha topa vurmayayım!” demiş. “Sandalyenin üstünde, oturmayayım. Ranzada olabilir, yatmayayım!”

Çocuk kafası böyle işliyor. Bunu bazı çocuklar çok önemsiyor, bir travmaya dönüştürebiliyor. Böyle birçok vak’a ile uğraşıyor psikolog arkadaşlar… Bu örnek üzerinden düşünerek çocuklar için alınan her kitabı iyi tetkik etmeliyiz.

Kur’ân ve Sünnet’ten öğrendiğimiz çocuk eğitim metotları hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

Ebeveynler her şeyden önce şu iki hususta mutlaka kaynak kitap okumalıdır. Bu hususlar; “Kur’ân ve Sünnet’te Eğitim Metotları”…

Benim tavsiye edeceğim üç kaynak var: Osman Nûri Topbaş Hocamız’ın iki küçük kitaptan oluşan “O Nasıl Öğretirdi?”, “O, Nasıl Bir Eğitimciydi”… Faruk Bayraktar Hoca’nın “İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münasebetleri”…

Bu kitaplarda bu hususta çok kıymetli bilgiler var. Biz okyanusu bırakmış, derelerde inci arıyoruz. Asıl kıymet bizim dinimizde ve kültürümüzde… Bir hoca arkadaş Doğan Cüceloğlu’nun seminerine katılmış. Bana dedi ki:

“-Hoca bize öğretmenliğin sırrını verdi.” Ben de:

“-Neymiş o sır?” deyince:

“-Öğrencinin seviyesine inip gözünün içine bakmalısınız!” dedi. Ben de dedim ki:

“-Bu sırrı bin dört yüz yıl önce Peygamberimiz bize yaşayarak öğretti. Ama biz bu güzellikleri, kendi aslî kaynaklarımızdan bakmıyoruz. Gidiyoruz, başka yerlerde arıyoruz.”

İslâm’da eğitim metotlarının hepsi var. “Psikoloji”, hattâ “Pedagoji” denen ilimlerin bugün bize yeni keşfetmiş gibi pazarladığı her şey, Peygamber Efendimiz’in hayatında pratiğe geçmiş hâli ile var. Biz İslâm kaynaklarını hakkı ile okuyup yaşamadığımız için pek çok fırsatı kaçırıyoruz da farkında değiliz. Biz Güneş’i bırakmışız, başkalarının mumu ile yol bulmaya çalışıyoruz.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her bilgiyi herkese vermemiş veya bilgiyi muhatabın seviyesine göre vermiş. Bu konuda en güzel rehber olan hadîs-i şerîflerimizden biri; “Herkese akıl derecesine göre söz söyleyiniz.”[2]

Muhatabımızın seviyesine göre, ona faydası olacak ilim ve eğitime odaklanmalıyız. Meselâ defterini karalayan çocuğa, annesi:

“-Yavrum karalayıp defteri israf etme! Allah israf edenleri sevmez.” diyor.

Doğru, âyette “Allah israf edenleri sevmez.”[3] diyor. Ama israf eden çocuklar demiyor. Allah çocukları her hâlükârda seviyor ve onlara ceza vermiyor. “Çocuk bülûğa erene kadar üzerinden kalem kaldırılmıştır.”[4] buyuruyor, Peygamber Efendimiz… Bu ne demek? Çocuğu Allah bülûğa gelene kadar, hiçbir şart gözetmeksizin seviyor; onun “çocuk kul” olduğunu biliyor Rabbimiz…

Neden Allah ile korkutarak onu Rabbimiz’den uzaklaştırıyoruz. Bunu yaparsan, “Allah kızar, sevmez veya cennetine koymaz!” gibi sürekli olumsuz ifadelerle, çocuğu Allah’la korkutursan, yavrumuz sadece Allah’tan uzaklaşır, başka bir işe yaramaz!.. Bunun yerine sürekli olumlu ifadeler kullanmalıyız. Allah çocukları çok sever. Allah paylaşanları çok çok sever. Allah tasarruf edeni sever. Meselâ:

“-Yalan söyleme!” demeyin. “Doğru ve güzel söyle yavrucuğum!” demeyi tercih edin.

Bunu Peygamberimiz’i kullanarak da yapan var:

“-Böyle yaparsan Peygamberi üzersin!” ya da:

“-Bunu yaparsan anneni çok üzersin. Annen de hasta olur!”

Bu, tıpkı çocuğa bir şey öğretmekten âciz kalan öğretmenin, öğrenciyi idareyle korkutmasına benziyor. Bu sefer hiç konuşmadığı ve muhatap olmadığı müdürü hiç sevmeyen ve ondan devamlı korkan öğrenciler oluşuyor. Farkında olmadan henüz hiç tanımadığı Peygamber’den veya sevgisini anlamaya çalıştığı Allah’tan, sadece korkan ve uzaklaştırılan bir çocuk yetiştirilmiş oluyor. Bize düşen, sevgi odaklı ve olumlu ifadeler kullanmak ve güzellikleri yaşayarak çocuklarımıza örnek olmak…

Bazı ebeveynler de bütün suç ve sorumluluğu öğretmene atıyorlar. Altı yaşında bir çocuğu olan bir hanım, seminerimize gelmiş ve orada kızgınlıkla çocuğunun öğretmenini şikayet etmişti.

“-Hocam, dün çocuğuma sordum: «Peygamberimiz’in adı nedir?» dedim. Öğretmeninin ona sürekli aşkla anlattığı, siyâsî ve ideolojik olarak aşkla bağlandığı kişinin ismini söyledi. Kızım, peygamberini o kişi zannediyor!” dedi.

Ben de:

“-Kaç aydır kızınız anaokula gidiyor.” dedim.

“-Yaklaşık altı aydır.” dedi.

“-Peki, altı senedir sizin aşkla anlatmadığınız Peygamberimiz’in ismini bilmemesi ve başka bir öğretmenin altı ayda onun kafasına, gönlüne sevdiği kişiyi nakşetmesi, hanginizin başarısı veya hanginizin suçudur? Bir düşünelim bakalım.” deyince hatasını anladı.

Düşünsenize o öğretmen, altı ayda sevdiği şahsı, aşkla anlatmış. Hikâyelerle, şiirlerle hep onu gündemde tutmuş. O anne, altı sene çocuğu hep onunlaydı; hiç mi anlatılmadı, hiç mi Peygamberimiz’in sevgisi yaşanmadı, hiç mi bir hâtırası paylaşılmadı ki, bu çocuk Peygamber Efendimiz’in ismini bilmiyor, varlığından bile haberi olmuyor. Tabiî ki aşkla ilk anlatılan kahramanın ismi ile Peygamber’in ismini karıştırabilir. Eğer siz altı yaşına kadar çocuğunuza aşkla yaşayarak Peygamberimiz’i anlatsanız, öğretseniz, sevdirseniz; hiçbir öğretmenin anlattığı bir şahısla Peygamber Efendimiz’i karıştırmaz. Çünkü en verimli çağında sizinle beraber…

“Çoklu Zekâ Kuramı” ve “Beş Sevgi Dili”ni din eğitiminde nasıl kullanıyorsunuz?

Çoklu Zekâ Kuramı, Haward Grdnar adında bir psikoloğun teorisidir. Ben bu çoklu zekâ teorisinin müslümancasını söyleyeyim. Bu teori ile şu söylenmek isteniyor:

“Allah, insanı muazzam bir varlık olarak yaratmış ve onu birçok meleke ve kâbiliyetle donatmıştır. Bunların bazıları genetik faktörlerdir. Bazıları çevrenin tesiriyle insanı tesiri altına alır. Bazıları, az beslenmesi sebebiyle az gelişmiş durumdadır. Biz bu kapasite ve kâbiliyetlerin baskın olanlarını hayırda kullanıp iyice parlatmalı, eksik olanlarını da istîdâdı nisbetinde geliştirmeliyiz. Sekiz tip zekâ çeşidi vardır. Biz baskın olanlarından faydalanıp eksik olanları da parlatabiliriz. Başka bir ifadeyle, çocukların anlamadıkları yeri, anladıkları üzerinden anlatabiliriz.” diyor.

Ben bu teoriyi öğrenince öncelikle Kur’ân öğretiminde ve bütün din eğitiminde kullanmaya başladım ve çok faydasını gördüm. Meselâ çocuğun matematiksel zekâsı var. Matematiğin en temelinde ne var, eşleştirmeler var. Ben bu zekâ tipindeki çocuğa, Kur’ân öğretirken bol bol kelime ve harf eşleştirmeleri yapıyordum. Sözel, dilsel zekâsı baskın bir çocuksa, o zaman harfleri hikâye ederek öğretiyordum. Bununla ilgili bir hatıramı da paylaşayım. Meryem isminde bir öğrencim vardı. Bütün yaşıtları Kur’ân öğrenmesine rağmen Meryem bırakın Kur’ân’a geçmeyi, harfleri bile tam öğrenememişti. Annesi bile etiketlemiş:

“-Meryem öğrenemez! Hocam boş verin çabalamayı… Gezilerde, günlerde herkes çocuğunun Kur’ân’a geçtiğini sevinçle paylaşırken ben utanıyorum.” diyor.

Düşünüyorum, bu çocukta zekâ geriliği olsa, okuldaki pedagoglarımız inceleme esnasında fark eder, bizi yönlendirirlerdi. Her şeyi normal, sadece okuma konusunda başarısız. O zaman bu çocukta problem yok; öğretmeni olarak ben öğretemiyorum. Bu çocuğa başka bir metot bulmalıyım dedim ve bütün gece düşündüm.

Bu öğrencimiz, evinin ve sülâlesinin prensesi olarak büyümüş. Okuldaki bütün faaliyetlerde ilgisiz! Sadece kitap okuduğumuz zamanlarda çok güzel ve zevkle dinliyor. O zamanlar çoklu zekâ teorisini bilmiyordum. O gece oturdum, sadece o öğrensin diye Kur’ân harflerinin hikâye kitabını yazdım. Ertesi gün harfleri, bu hikâyeleri okuyarak anlattım, Meryem’in gözleri parladı. İki ayda öğretemediğimiz harfleri iki hafta içinde öğrenip Kur’ân’a geçti.

Buradan anlaşıldığı üzere, her çocuk öğrenebilir. Yeter ki biz onun öğrenme ve zekâ dilini keşfedip kullanabilelim. Din eğitiminde de hocalar müfredat hazırlarken her haftaya bir zekâ kuramının dilini öne çıkararak etkinlikler yerleştirebilirler. Din eğitiminin hedefi, çocuğun gönlüne girmektir. Bu metotlar, gönle yol bulmada çok etkili oluyor, diyebilirim.

Bu metotları öğretmenler zaten biliyordur. Annelerin bilmesi ve kullanması daha önemli, değil mi?

Evet, kesinlikle… Annelerin bilmesi çok daha önemli. Çünkü bu metotla çocuğunu iyi tanır ve işi çok kolaylaşır aslında… “Beş Sevgi Dili” de bu metoda benziyor. Beş sevgi dili kitabının yazarına göre, “Dünyadaki insanların sevgiyi algılama şekli, beş çeşittir.”

Çocuklarda beş dil de mevcut. Ama biri veya birkaçı daha baskın olabiliyor. Bu iş, dil öğrenme gibi… Birkaç dil bildiğimizi farz edelim; hepsi ile konuşabiliriz. Ama ana dilimizle çok daha iyi konuşur ve anlayabiliriz. Aslında beş sevgi dilini aktif kullanabiliriz, ama bir tane sevgi dilimiz, bizim en iyi sevgi dilimiz… Bize muhatabımız o sevgi dili ile yaklaştığında, sevgiyi daha iyi hissederiz. Meselâ çocuk dokunmayı çok seviyor diyelim. Ben bütün öğrencilerime sarılıyorum, ama dokunmayı seven öğrencime daha fazla sarılıyorum. Kur’ân okuturken başını okşuyorum, oyun oynarken elinden tutuyorum.

Bazı çocuklar var:

“-Öğretmenim, terliklerini ben getireyim! Öğretmenim, tahtayı ben sileyim!” der.

Her işe o koşmak ister, bunu yapmaya bayılır. Ben bu öğrencime onun dilinden jestler yapıyorum; Kur’ân okurken sayfasını ben çeviriyorum. Montunu giyerken giymesi için ara sıra yardımcı oluyorum. İşte çocukların sevgi dilleri keşfedilirse, Allâh’ın izni ile kazanılmayan çocuk kalmayacaktır.

Çocuklarımıza Allah Teâlâ’yı ve Peygamber Efendimiz’i nasıl anlatmalı ve onları nasıl sevdirmeliyiz?

Çok güzel bir soru, cevâbı da çok kolay! Öncelikle biz Allâh’ı ve Rasûlü’nü seviyorsak zaten çok kolay öğreneceklerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz böyle anlattı, böyle sevdirdi. Çocuklar kadar hisleri derinden anlayan ve kopyalayan başka varlık yoktur herhalde… Oğlum iki buçuk yaşındayken onu severken:

“-Sen neden bu kadar tatlısın, annem!” dedim. Bana çocuk masumiyetiyle:

“-Çünkü Allah beni böyle yarattı da ondan…” dedi.

Aslında o yaşlardaki bir çocuk, Allâh’ı da, yaratmayı da tam mânâsı ile idrak edemez. Ama biz sürekli severken:

“-Allah seni ne güzel, ne tatlı yaratmış!..” diyerek sevdiğimiz için, annesinin adının Merve olması kadar normal bir bilgi olarak yerleşmiş şuuraltına... Demek ki hiç paniğe gerek yok. Tabiî bir süreç olarak Rabbimizi sevgi ekseni içinde, tatlı tatlı örneklerle anlatmalıyız.

“-Allah seni ne güzel yarattı, seni bize hediye etti!” gibi…

Allah sevgisini anlatmanın en kolay yolu, kâinat laboratuvarını kullanmaktır. Rabbimiz, bize burada muazzam bir malzeme sunmuş. Küçük çocuklar, somut işlem dönemindedir. Her şeyi somut olarak anlayabilir. O zaman biz de somut materyaller üzerinden, yani Rabbimiz’in yarattıkları üzerinden Allâh’ı anlatmaya gayret edeceğiz. İstersek bir mandalina ile bile Rabbimiz’i anlatıp sevdirebiliriz. Nasıl mı? İmâm-ı Gazâlî Hazretleri’nin tefekkür metodu üzerinden gideriz. Meselâ mandalinayı elimize alıp:

“-Aa, bu kabuk niye var acaba? Kabuğu olmasaydı da mandalinayı hop diye yiyiverseydik, ne güzel olurdu, değil mi? Hadi düşünelim bakalım.”

Çocuk düşünmeye başlar ve aklına gelenleri sizinle paylaşır. Biz de onun cevaplarını takdir eder ve zenginleştirmesine yardımcı oluruz. Neticede şuraya çıkarsınız: Bu kabuk olmasaydı, mandalina çürürdü. Ezilirdi. Demek ki, Rabbimiz bütün bunları bilerek yaratıyor, bizim ihtiyacımıza göre bize ikram ediyor. Çünkü Rabbimiz bizi çok seviyor. Bunu başka meyvelerle karşılaştırarak da konuşabilirsiniz.

Yani “eserden Müessir’e” kâidesini, en çok çocuklar üzerinde kullanmak lâzım…

Evet hocam. Bu kâide en çok çocukluk döneminde kullanılmalı... Böyle böyle çocuk çok güzel sorularla bağ kurarak, çok da güzel cevaplar veriyor. Çocuk, bu metodu öğrendiği zaman yaşı büyüdükçe başka sorularında da bu kaideyi kendi kullanmaya başlayacaktır. Ebeveynler, çocukların Allah ile ilgili sorularında çok panik yapıyor, “Ona nasıl anlatırım?” diye… Bu kaygı ile ateiste cevap verir gibi cevaplar veriyorlar. Meselâ çocuk:

“-Anneciğim, Allâh’ı neden göremiyoruz?” diye soruyor.

Ebeveynler hemen “error: hata, uyarı” veriyor:

“-Eyvah, çocuğumuz, Allah ile ilgili kaygıya düştü!”

Hayır, kaygıya falan düşmedi; sadece öğrenmek, tanımak istiyor. Bunun için bir soru sordu. Merak ediyor:

“-Acaba herkes Allâh’ı görüyor da ben mi göremiyorum? Acaba bana sürpriz mi yapıyor, saklanıyor mu?” Bunu anlamaya çalışıyor. Bunu da örnekler üzerinden panik yapmadan anlatmalıyız:

“-Yavrum, ben seni çok seviyorum. Ama bu sevgimi sen görebiliyor musun?”

“-Hayır.”

“-Ama hissediyorsun. Aklın var mı? Var, ama göremiyorsun. Fakat o aklı kullanıyorsun. Demek ki var.”

Çocuk bunu anlama ve inanma fıtratı ile doğdu. “Her çocuk, İslâm fıtratı ile doğar.”[5] buyuruyor Peygamber Efendimiz... O yüzden sâkin sâkin, onun seviyesine göre anlatınca o da yavaş yavaş anlayacaktır. Egosantirizm, finalizm, anti-fisiyalizm diye üç tane madde var. Bunu dînî açıdan pek kullanmıyoruz.

Egosantrizm de şöyle deniyor: İki-altı yaş dönemde çocuk, “Her şey benim için var!” der. Biz bunu din eğitiminde şöyle kullanabiliriz: “Evet, Allah her şeyi bizim için yarattı. Allah seni çok seviyor. Bak senin için neler yaratmış. Her şey senin için var; inek sana süt yapıyor, et yapıyor. Bu çiçekler, sen bakıp koklayasın diye; bu arılar sana bal yapmak için yaratıldı. Allah bütün kâinâtı bizim için yarattı, çünkü bizi çok seviyor. Allah, çocuğu bu zihinde yaratmış zaten… Bana düşen, sadece çocuğun bu zihnini kullanmayı öğretmek.

Finalizm’i de şöyle kullanabiliriz: Her şeyin bir yaratılış maksadı var. Sen de bu dünyaya bir gaye için geldin, yavrum…

Bir de Anti-fisiyalizm var. “Çocuk her şeyi bir sanat eseri olarak görürmüş ve bu sanatı yapan birinin olduğunu düşünürmüş.” Ben bunu öğrenince ağlamıştım. Düşünsenize bunu Batı, psikoloji ilminde okutuyor, öğretiyor. Biz bundan uzağız.

Bizim yıllardır anlattığımız şey, işte bu. Çocuğun yaratılışında var bu… Çocuk kâinattaki her şeye hayretle bakıyor. İşte o hayret makamındaki çocuğun bu engin potansiyelini kaybettiriyoruz. Çocuk annesine heyecanla:

“-Şu bulutlara bak anne!” diyor. Annesi ise:

“-Ne var oğlum, bulut işte! Boş ver, gel, işimiz var, gidelim.” diyor.

Böyle yaparak onun tefekkür ufkunu yok etmeye başlıyoruz. Bu hatamızı fark edip hemen düzeltirsek, evlâtlarımıza en büyük güzelliği yapmış oluruz, inşâallâh!

Çocuklar Allah ile ilgili soru sorduğunda, birçok ebeveyn hemen panik yapıyor. Hiç paniğe gerek yok! Biz onun merak duygusunu taltif edersek:

“-Aa sen bunu mu merak ettin? Ne güzel soru soruyorsun sen!”

O sorunun cevâbını dinlemez, doğru dürüst… Bir de sorduğu soruyu iyi anlamak lâzım… Bazen sorunun içinde Allah geçse bile, öğrenmek istediği başka bir şey olabiliyor.

Peygamberimiz’i nasıl tanıtıp nasıl sevdirebiliriz?

Bence biz Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tam tanımadığımız için, tanıtmakta zorlanıyoruz bence… Allâh’a ve Peygamberimiz’e dâir her şeyi kurallarla anlatıyoruz.

Musa Mert diye bir eğitimciden dinlemiştim. Bize şöyle bir örnek üzerinden anlatmıştı:

“-Benim babamın adı Coşkun, annemin adı Ayşe. Kardeşimin adı şu… vs. Beni, bu bilgileri verince sevdiniz mi?” Biz de:

“-Hayır.” dedik.

“-Neden?”

“-Çünkü sizi tanımıyoruz.”

“-Âilemin adını bilmekle değil, beni tanımakla beni seversiniz. İşte Peygamber Efendimiz’i de sadece böyle kuru bilgileri ezberleterek sevdiremeyiz.” demişti.

Onu, öncelikle ahlâk ve vasıfları ile tanıtmalıyız. Çocukları ne kadar çok sevdiğini, onlara nasıl merhamet ettiğini anlatmalıyız. Çünkü çocuklarda his çok kuvvetli… Kendisini seveni hemen hisseder, o da onu çok sever. Bir de çocuklar, çocuklarla oyunlar oynayanı sever. Bizler de Peygamber Efendimiz’in çocuklarla nasıl oyunlar oynadığını anlatmalıyız. Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’le olan oyunları defalarca anlatsanız hiç bıkmadan dinleyebilirler.

Bu misaller üzerinden Peygamber Efendimiz’i sevecek, merak edecek. O zaman istediğiniz her şeyi öğretebilirsiniz.

Burada yeni bir mesele gündeme geliyor: Şu an anlattığım bu bilgiye, bu yaşında gerçekten ihtiyacı var mı? Meselâ Peygamber Efendimiz’in çocukluğunu ilk anlatırken hemen babasının henüz o doğmadan öldüğünü, annesinin de o çok küçük yaşlardayken öldüğünü anlatarak başlarız. Beş yaşındaki çocuğa, bunun altını çizerek anlatmanın bir faydası yok! Çocuk, anneyle babanın öleceğini hiç düşünmemiş olabilir.

“-Anne ve babalar ölür mü?” diye kaygıya düşebilir. Bir öğrencim:

“-Öğretmenim, lütfen Allah beni sevmesin!” dedi. Ben:

“-Neden sevmesin, kızım?” dediğimde:

“-Demiştiniz ya, Allah en çok Peygamberimiz’i seviyor. Çok sevdiği peygamberin annesi ile babasını öldürmüş. Eğer beni de çok severse, annemle babamı öldürebilir. Ben annemle babamın ölmesini istemiyorum!” demişti.

Etraflarında ölen yakınları olunca da duyuyor:

“-Allah aldı. Allah demek onu çok sevmiş de almış!” diye…

Ama bu, “sevmiş, almış” hâdisesini, çocuk tam kavrayamıyor. Gerçeğe aykırı olarak şunu da demeyelim:

“-Annesi-babası ile mutlu mutlu yaşadı!”

Sadece nerede, neyi anlatacağımızı iyi kestirmek lâzım…

Ramazân-ı Şerîf ayında, “Çocuklara siyer anlatımları” başlığı altında sesli siyer anlatımı yaptınız. Çok da güzel bir çalışma oldu. Bu proje nasıl doğdu, devamı gelecek mi acaba?

Gerek yüz yüze, gerek online eğitimlerde Peygamber Efendimiz’i nasıl anlatacağımızı annelere anlatıyordum. Onlar bu çalışmayı hep benden dinlemek istiyorlardı. Ramazan Ayı gelince, kendi evlâtlarım için plân yaptım: Ramazan Ayı’nın her günü bayram tadında geçsin, akıllarında Ramazan deyince çok güzel hatıralar biriksin istiyorum. Bu yüzden her Ramazan’da onlar için çok güzel çalışmalar hazırlamaya gayret ediyorum.

Geçtiğimiz Ramazan’da da bir “siyer çadırı” yaptım. Sonra sosyal medya hesabımdan bunu paylaşıp:

“-Bu çadırda her gün çocuklarıma siyer anlatacağım.” dedim. Mesajlarda:

“-Lütfen anlattıklarınızı bizimle de paylaşın!” diye çok yorumlar alınca, çocuklarıma anlattığımın ses kayıtlarını paylaşmaya başladım. Çocuklar ve ebeveynlerin çok beğendiği geri dönüşler oldu, elhamdülillah! Orada birçok anne:

“-Anlatırken şurayı niye anlatmadınız?” diye soruyordu.

“-Ben çocuklara lâzım olacakları anlattım sadece… Onların bütün bir siyer kronolojisine ihtiyacı yok!.. Sadece sevmeye ve anlayacakları kadar tanımaya ihtiyacı var. Siyeri değiştirmiyorum, bunu yapamayız zaten…” diye cevap verdim.

Ben, “Siyer ve peygamberler tarihi dersi nasıl anlatılır?” bunu, sizlerden Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu’nda öğrendim. Yani hikâyenin altında yatan hikmete odaklanmamız gerektiğini…

Herkes Peygamber Efendimiz’in hayat hikayesini az-çok biliyor. Ama orada bizim almamız gereken hikmetten bize nasıl örnek olduğundan haberi yok! Meselâ bir Kâbe hakemliğini anlatırken Peygamber Efendimiz’in geldiğini gören herkesin yüzünün gülmesi… Buradan yola çıkarak:

“-Biz de adâletli olursak, herkes bizi görünce sevinir.” diye ekliyoruz.

Mekke fethindeki Peygamberimiz’in af ve merhameti… Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Allâh’a isyan eden Firavun’a giderken bile “leyyin: yumuşak söz söylemesi” için uyarılmasını... İşte sadece kuru hikâyelerle değil, hikâyenin altındaki hikmet ve bize örnek oluşu ile anlatırsak, çocuğumuzun ahlâkını da bir taraftan inşâ edebiliriz diye düşünüyorum.

Üç çocuk, eş ve aktif bir çalışma hayatınız var. Bütün bunlarla baş ederken olmazsa olmaz prensipleriniz nelerdir? Âilemizi ve kendimizi yıpratmadan hizmet hayatı için neler tavsiye edersiniz?

Hocam, öncelikle çok güzel bir soru, teşekkür ediyorum. Yıpranmadan hizmet etmenin en önemli şartının, mânevî yanımızı hiç boş bırakmamak olduğunu düşünüyorum. Ben kendimde bunu fark ediyorum. Ne zaman mânevî tarafımı aç bıraksam, bedenimi ne kadar doyurursam doyurayım, rûhum aç kalıyor. Bu da mutsuzluk demek!.. Bu hâl, insanı depresyona kadar götürebilir.

Bu yüzden ibadetler zaten bizim zorunlu gıdamız… Ek takviye gıda olarak zikir, mânevî sohbetler… Benim takip ettiğim Fatma Hâle Sağım Hocamızın tefsir dersleri de bana çok iyi geliyor. Bazen:

“-Her şey bir yana, evlatlarım bir yana!” diyorum.

Her şeyi bırakıp tamamen onlara yöneliyorum. Bazen kendimin sosyal medyada çok vakit geçirdiğimi fark edersem, uzun müddet telefonu elime almıyorum. Çünkü şu yıllar çocuklarım çok küçük… Bu yıllar bir daha geri gelmeyecek. Bu yüzden onlara daha çok vakit ayırıyorum. Daha çok kitap yazabilirdim, daha çok seminere de gidebilirdim. Fakat şimdi sınır koyuyorum, onların hakkını ihlâl etmemek için… Evet ümmetin evlâtlarından da sorumluyum, ama Rabbim ilk önce beni kendi evlâtlarımdan hesaba çekecek...

Bir de beni yoran ve üzen şeyleri kapı dışına bırakmaya çalışıyorum. Beni üzen insanlardan uzak duruyorum. Çünkü bu tür insanlar rûhumuza negatif enerji yayıyor. Sosyal medyadaki zengin hayat resimlerini görüp:

“-Bende niye olmuyor?” diyen her kadın gibi, bazen beni de yokluyor. Hemen bu insanların paylaşımlarından kaçıyorum.

Kendime sunulan nîmetlere odaklanıyorum, hayatımı plânlıyorum. Akşamdan yarınımı plânlarım; yemeğimi sabahtan yapmak beni çok rahatlatıyor. Günü plânlamak, benim işimi çok kolaylaştırıyor. Yani plânlı olmak, zamanı kullanmayı bilmek; işi, önem sırasına koymak… Hepsi hizmet ve hizmete giden yollardaki dikenleri ayıklamak oluyor.

Şebnem Dergisi âilesi olarak bize kıymetli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Ben de dergimize ve bize vaktini ayıran bütün okuyucularımıza, sizin vesilenizle teşekkür ediyorum.

Dipnotlar:

[1] Deylemî, III, 513. [2] Bkz. Deylemî, V, 359. [3] Bkz. el-A‘râf, 31. [4] Ebû Dâvûd, Hudûd, 17. [5] Buhârî, Cenâiz, 92.

Kaynak: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, Sayı: 189, 190