İnsanın Yaratılışındaki Hikmetler

İSLAM VE İHSAN

İnsanın yaratılmasına evveliyetle Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ve mârifetini (bilinmesini) murâd etmesi sebep olmuştur.

İNSANIN YARATILIŞININ ESAS MAKSADI

İnsanın yaratılışının esas maksadı, Cenâb-ı Hakk’a kulluk ve mârifetullâhtır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

وَماَخَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

“Ben cinleri[1] ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!” (ez-Zâriyât, 56)

Âyette yaratılışın gâyesi olarak zikredilen “kulluk” öyle şerefli bir mertebedir ki, onun bu yüce mevkii kelime-i şehâdette de görülmektedir. Nitekim orada Peygamber Efendimiz’in önce “kul” sonra “rasûl” olduğu ifâde edilmektedir. Bu da kulluğun daha öncelikli, risâletin ise kulluğun sınırları dâhilinde olduğunu göstermektedir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine aşırı tâzim gösteren kimselere:

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Yüce Allâh, beni rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” (Heysemî, IX, 21) ikâzında bulunarak kulluğun kıymetini bildirmiştir.

Diğer bir âyet-i kerîmede Allâh Teâlâ:

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ

(Rasûlüm!) De ki: Duânız (kulluk ve yalvarmanız) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?! (Ne kıymetiniz var!)…” (el-Furkân, 77) buyurmaktadır.

Kulluğun bir mânâsı da “mârifetullâh” yâni Cenâb-ı Hakk’ın tanınması ve bilinmesidir. Nitekim İmâm-ı Mâturîdî -rahmetullâhi aleyh-, îmân için iki esâsın mecbûrî olduğunu söylemektedir:

  • Mârifetullâh

İnsanın yaratılması, “kulluğun yerine getirilmesi” ve “Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesi” gâyesine mâtuftur. Zîrâ yaratılışımızın sebebiyle alâkalı olarak yukarıdaki âyet-i kerîmede «لِيَعْبُدُونِ» “Bana kulluk etmeleri için” (ez-Zâriyât, 56) buyrulmuştur. Bâzı müfessirler bu kelimeyi «لِيَعْرِفُونِ» “Allâh’ı tanıyabilme, Rabbi kalbde tanımak sûretiyle mârifetullâha erme” şeklinde tefsir etmişlerdir. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 255)

  • Muhabbet

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبّاً ِللهِ

“…Îmân edenlerin Allâh’a olan muhabbetleri ise her şeyden daha şiddetli ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165)

İnsanın yaratılmasına evveliyetle Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ve mârifetini (bilinmesini) murâd etmesi sebep olmuştur. Nitekim hadîs-i kudsîde şöyle beyân buyrulmuştur:

كُنْتُ كَنْزاً مَخْفِياًّ فأَحْبَبْتُ اَنْ اُعْرَفَ فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لاُِعْرَفَ

“Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmemi arzu ettim (mârifetime muhabbet ettim) de (bu) kâinâtı yarattım…” (İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî)

Dolayısıyla yaratılışımızın en önemli sebep ve hikmetlerinden bir diğerini de Cenâb-ı Hakk’ı her şeyden çok sevmek teşkil etmektedir. Çünkü O bizi sevmiş, sayamayacağımız sonsuz nîmetler lutfetmiş, bunun netîcesi olarak da kullarından en çok Zât-ı Ulûhiyet’ine muhabbet etmelerini ve diğer varlıklara duydukları muhabbetin bunu gölgede bırakmamasını istemiştir. Şâyet aksine davranırlarsa bunun büyük bir vebâli ve elîm bir azâbı mûcib olduğunu beyân etmiştir. Mevzuyla alâkalı bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِى اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ

“Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse (bilsin ki) Allâh onların yerine öyle bir kavim getirir ki Allâh onları sever onlar da Allâh’ı severler…” (el-Mâide, 54)

Diğer bir âyet-i kerîmede de, fertlerin ve kavimlerin helâkinin âdeta birinci sebebinin, “muhabbetin kesilmesi” olduğu bildirilmektedir:

قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَآؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِى سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللهُ بِأَمْرِهِ وَاللهُ لاَ يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabalarınız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâretiniz, hoşlandığınız meskenler size Allâh’tan, Rasûlü’nden ve Allâh yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allâh hakkınızda (azap) emrini getirinceye kadar bekleyin. Allâh öyle fâsıklar gürûhunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

ÎMÂNIN LEZZETİNİ ALABİLECEĞİNİZ 3 HUSUS

Hadîs-i şerîfte ise îmânın halâvetini, ancak şu üç husûsiyeti taşıyan kimsenin tadabileceği bildirilmektedir:

  • “- Allâh ve Rasûlü’nü her şeyden daha çok sevmek,
  • - Îmandan sonra küfre düşmeyi, ateşe düşmek kadar tehlikeli görmek,
  • - Allâh için sevmek ve Allâh için buğzetmek.” (Buhârî, Îmân, 9, 14; Müslim, Îmân, 67)

Ancak Allâh’a muhabbetin şartı, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gö­nülden ittibâ, iktidâ ve fart-ı muhabbettir. Yâni O’nda fânî olmaktır. Cenâb-ı Hak buyurur:

قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ

(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, Bana tâbî olunuz ki Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret etsin! Allâh Gafûr’dur, Rahîm’dir.”[2] (Âl-i İmrân, 31)

Hadîs-i şerifte de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet hakîkî îmânın şartı olarak zikredilmiştir:

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki, sizden biriniz, ben kendisine anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça hakîkî mânâda îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân, 8)

CENÂB-I HAK, SAN'ATININ YÜCELİĞİNİ GÖSTERMEK İÇİN İNSANI YARATTI

Cenâb-ı Hak yaratma sıfatındaki azamet ve hârikulâdeliği yâni san’atının yüceliğini göstermek için insanı yaratmıştır. Zîrâ insan bir yaratılış hârikası ve îcad bedîasıdır. Nitekim Zâriyât Sûresi’nin 20 ve 21. âyetlerinde şöyle buyrulur:

وَفِي اْلأَرْضِ آيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ. وَفِي أَنْفُسِكُمْ أَفَلاَ تُبْصِرُونَ

“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefslerinde Allâh’ın aza­metini gösteren deliller vardır. Görüp de düşünmez misiniz?”

Ayrıca Cenâb-ı Hak, bir başka âyet-i kerîmede insanın yaratılış safhalarını bildirdikten sonra azametini şu şekilde ifâde buyurur:

فَتَبَارَكَ اللهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ

“…Yaratanların en güzeli [3] Allâh, ne yücedir!” (el-Mü’minûn, 14)

İnsanın yaratılış bedîası olmasının bir diğer vechesi de mahlûkâtın en şereflisi ve Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzündeki halîfesi kılınmasıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي اْلأَرْضِ خَلِيفَةً

“Hatırla ki Rabbin meleklere: «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» demişti...” (el-Bakara, 30)

Müfessir İ. Hakkı Bursevî, âyeti kerîmedeki “halîfe yaratacağım” ifâdesini şöyle tefsîr etmiştir:

“Ken­di irâ­dem­den, kud­ret ve sı­fa­tım­dan ona bâ­zı sa­lâ­hi­yet­ler ve­re­ce­ğim; o Ba­na izâ­fe­ten, Ba­na ve­kâ­le­ten mah­lû­kâ­tım üze­rin­de bir­ta­kım ta­sar­ruf­la­ra sâhip ola­cak; Be­n’im nâ­mı­ma ah­kâ­mı­mı ic­râ ede­cek; o bu hu­sus­ta asıl ol­ma­ya­cak; ken­di zâ­tı ve şah­sı adı­na asâ­le­ten ah­kâ­mı ic­râ ede­cek de­ğil, an­cak Be­n’im bir nâ­ibim ve ve­kî­lim ola­cak. İrâ­de­siy­le Be­n’im irâ­de­le­ri­mi, Be­n’im emir­le­ri­mi, Be­n’im ka­nun­la­rı­mı tat­bîke me­mur bu­lu­na­cak. Son­ra onun ar­ka­sın­dan ge­len­ler ve ona ha­lef ola­rak ay­nı va­zî­fe­yi ic­râ ede­cek olan­lar bu­lu­na­cak, «O (yü­ce Al­lâh) si­zi yer­yü­zün­de ha­lî­fe­ler kıl­dı.» (el-En’am, 165) sır­rı zâ­hir ola­cak.” (El­ma­lı­lı, Hak Dîni Kur’ân Dili, I, 299-300)

Gerçekten insan, Hakk’a yakınlık bakımından meleklerin bile gıpta ettiği bir vasıf ve istîdâdda yaratılmıştır. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulur:

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

“Muhakkak ki biz insanı ahsen-i takvîm üzere (en güzel biçimde) yarattık.” (et-Tîn, 4)

ESMÂ-İ İLÂHİYYE'NİN TECELLİSİ

Cenâb-ı Hak, esmâ-i ilâhiyesinin tecellîsini daha üstün bir seviyede göstermek için insanı yaratmıştır.

“Allâh Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanınız.” (Münâvî, et-Teârîf, s. 564) hadîs-i şerîfi de bu mânâya işâret etmektedir. Zîrâ esmâ-i ilâhiyenin en büyük nisbette tecellîsi, mahlûkât arasında daha ziyâde insanda görülmektedir. Meleklerde kibriyâ ve mudill gibi esmânın tecellîleri olmadığı için nefs engeli de yok­tur, günah işlemezler. Bu sebeple nefs engelini aşıp vâsıl-ı ilâllâh ve halîfetullâh olabilme istîdâdı, yalnız insana lutfedilmiştir.

Nitekim eşref-i mahlûkât olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sel­lem-, Mîrâc’da, meleklerin en büyüğü olan Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın bile geçemediği hudûdun, yâni Sidre-i Müntehâ’nın ötesine geçirilmiştir.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri insanın varlık âlemine gelişini ve bu varlık âleminden yine Hakk’a dönüşünü ne güzel ifâde eder:

Ezelden aşk ile biz yâne geldik!

Hakîkat şem’ine pervâne geldik! [4]

Tenezzül eyleyip vahdet ilinden,[5]

Bu kesret âlemin seyrâne geldik! [6]

Geçip fermân ile bunca avâlim[7]

Gezerken âlem-i insâne geldik!

Fenâ buldu vücûd-i fânî mutlak,

Bıraktık katreyi ummâne geldik!

Nemiz ola Hudâyâ Sana lâyık?

Hemân bir lutf ile ihsâne geldik!

Umarız erelim bâkî hayâta,

Civâr-ı Hazret-i Rahmân’e geldik!

Geçip âhir bu kesret âleminden,

Hüdâyî halvet-i sultâne geldik! [8]

Hâsılı insan, dünyaya gönderiliş maksadını idrâk ederek Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği sayısız nîmetlere nâmütenâhî şükrân hissiyâtı içinde bir kulluk hayatı yaşamalıdır.

Dipnot: [1] İnsanın aslî bir cevher olarak topraktan yaratılmış olmasına mu­kâbil cinler, dumansız ve parlak ateşten halk edilmişlerdir. Kesâfetleri yoktur. Fakat kesâfet sâhibi muhtelif varlıkların şekillerine bürünme yâni temessül etme kâbiliyetleri vardır. Işık sür’a­tinde hareket kâbiliyetleri bulunmasına rağmen, birçok husûslarda insanlar gibi mütekâmil varlıklar değildirler. Seviye olarak insanlardan daha aşağıdadırlar. Sevgili Peygamberimiz kendine has bir özellik olarak hem insanlara hem de cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Bu sebeple O’na, insanların ve cinlerin Rasûlü mânâsında “Rasûlü’s-sekaleyn”; insanlara ve cinlere fetvâ veren İmâm-ı Gazâlî, Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi ve emsâli İslâm âlimlerine “müfti’s-sekaleyn” ve ins ü cinne mânevî eğitimde bulunan mürşid-i kâmillere de “mürşidü’s-sekaleyn” denir.

[2] Gafûr: Bütün günahları affeden. Rahîm: Affedip bağışlayan engin merhamet sâhibi. Mü’minleri âhirette mükâfatlandıracak olan.

[3] Arapça’da “halk: yaratma” kelimesi “bir şeyi îcad etmek” mânâsına da geldiği için başka varlıklara da izâfe edilebilmektedir. Bu sebeple “Ahsenü’l-Hâlıkîn: Yaratanların en güzeli” denilirken, Allâh’tan başka bir hâlık (yaratıcı) olduğu anlamına gelmez. Meselâ “Aliyyün ahsenü’t-tullâb: Talebelerin en iyisi Ali’dir.” denildiğinde, sınıfta Ali ile beraber başka iyi talebelerin olması şart değildir. Sınıfta tek iyi talebe Ali olsa bile bu ifâde kullanılabilir ve bu “Ali çok iyi bir talebedir.” mânâsına gelir.

[4] Şem’: Mum, çerağ, kandil. Pervâne: Işığın (nûrun) etrâfında dönmeyi seven gece kelebeği.

[5] Tenezzül eylemek: İnmek, kibirsizlik. Vahdet: Yüce Allâh’a âit teklik âlemi; kulları için vuslat âlemi, kurb-i ilâhî.

[6] Kesret: Çokluk âlemi, bu dünyâ.

[7] Avâlim: Âlemler.

[8] Halvet: Yalnız ve tenhâ kalma.

Kaynak: OSman Nûri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları