İnsanlar 3 Sınıftır

Vakıa suresinde bildirilen 3 sınıf insan kimlerdir? Abdullah Sert Hocaefendi açıklıyor.

İNSANLAR ÜÇ SINIFTIR

Kur’an-ı Kerim’de “insanlar 3 sınıftır” buyrulmuştur.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

  1. Kıyamet koptuğu zaman,
  2. Ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur;
  3. O, alçaltıcı, yükselticidir.
  4. Yer şiddetle sarsıldığı,
  5. Dağlar parçalandığı,
  6. Dağılıp toz duman haline geldiği,
  7. Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman,
  8. Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
  9. Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!
  10. (Hayırda) önde olanlar,(ecirde de) öndedirler.
  11. ve 12. İşte bunlar, naîm cennetlerinde (Allah'a) en yakın olanlardır. (Vakıa suresi, 1-12)

VAKIA SURESİ 1-12 AYETLERİN TEFSİRİ

  1. Kıyamet koptuğu zaman,

Yâni, kıyâmet kopup gerçekleştiği zaman bu olay sura ikinci kez üfürülmesinde olacaktır. İşte bu sırada hiç sözle ifâde edilemeyecek çok korkunç olaylar meydana gelecektir. İsm-i fâil sîğası hâle delâlet ettiği halde

Allah Teâlâ kıyâmete el-Vâkıa ismini verdi, oysa kıyâmet gelecekte gerçekleşecek bir olaydır. Bu ismin verilmesi, kıyâmetin meydana gelmesi kesin olduğundandır. Bu sebeple “izâ” edâtı ve mâzî sîğası tercih edilerek kullanıldı. Vâkıa kelimesi, “es-sahha”, “et-tamme “yevmu’l-âzife” kelime[1]leri gibi kıyâmetin isimlerindendir.

  1. Ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur;

Rağıb demiştir ki: Harbten kinaye olarak (el-vak’atü) kelimesi kullanılır. Yine her şiddetli düşüş de bu kelime ile ifâde edilir.

Ebu’l-Leys demiştir ki: Kıyâmete “el-Vâkıa” ismi, sesinden dolayı verilmiştir. Âyet-i kerîmenin mânâsı şudur: Kıyâmet koptuğu sırada Allah Teâlâ’yı yalanlayacak ve ona ortak koşarak çocuğu ve karısı bulunduğunu iddiâ ederek iftirâ edebilecek, ölüleri diriltemeyeceğini söyleyebilecek herhangi bir kimse bulunmayacaktır. Çünkü o zaman her kişi, îman etmiş, doğru söyleyen ve tasdik eden durumda olacaktır. Halbuki, bugün insanların çoğu yalancı ve yalanlayıcıdır. Bu takdirde “li vak’atihâ”daki “lâm” harfi vakit için, “kâzibe” kelimesi ism-i fâildir. Yahut mânâ şöyle olur: Kıyâmetin kopacağı hakkında herhangi bir yalanlama yoktur. Aksine, kıyâmet konusunda gelen bütün haberler gerçektir, doğrudur herhangi bir şüphe yoktur.

Bu takdirde “lâm” sebep için, “kâzibe” kelimesi “âkibet” gibi masdardır.

  1. O, alçaltıcı, yükselticidir.

Yâni kıyâmet nice toplumları alçaltıcı, diğerlerini de yükselticidir.

Âyet-i kerîme, kıyâmetin büyüklüğünü kinâye yoluyla anlatmaktadır. Zira, büyük olaylarda ve çalkantılarda bazı insanlar bir takım mevkilere yükse[1]lirken, diğerleri de alçalırlar. Metinde, alçaltmanın yükseltme haberinden önce getirilmesi kıyâmetin korkunçluğunun şiddetini anlatmak içindir.

Bazı müfessirlere göre, kıyâmet Allah’ın düşmanlarını cehenneme atıp düşürür, dostlarını da cennete yükseltir. Yahut, bir takım toplumları adâletiyle Allah alçaltır, bir takımlarını da fazl u keremiyle yükseltir. Ya da kimi toplumları bir takım sözler ve davalar sebebiyle alçaltır, birtakım toplumları da hakikatler sebebiyle yükseltir.

İbn Abbas (r.anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre, dünyada yüksek mevkilerde bulunan bazı toplumları kıyâmet alçaltır, bir takım toplumları da dünyada düşük durumda iken yükseltir.

O gün köle/fakîr Bilâl’i getirip, taç hülle ve binitiyle sevinç gösterisi içinde Firdevs-i a‘laya götürürler. Efendisi Ümmeye b. Halef’i ise zincirlere vurulmuş derbeder bir halde esfel-i sâfilîne atarlar. Teylesân giymiş (gü[1]zel elbiseli) o münâfığı ateşe sokar, basit giysileriyle ihlâslı Bilal’i cennete gönderirler. Bidat ehli münâcât eden bu yaşlıyı kahır ateşiyle yakar, itikât sâhibi harâbat ehli bu gence ikbal ve devlet verirler.

Merkebe binmekten âciz pîr-i münâcât pek çoktur. Fakat öyle rind-i harâbat da vardır ki erkek aslana eyer vurur.

  1. Yer şiddetle sarsıldığı,

Âyette geçen (recc) kelimesi, bir şeyi sallamak, sarsmak, (racraceh) kelimesi ise sarsılmak, deprenmek demektir. Bu durumda âyet-i kerîmenin mânâsı şöyle olur: Yeryüzü, üzerindeki binâlar ve dağlar yıkılıp yerle bir olacak şekilde, şiddetle sarsıldığı ve içindeki şeyleri dışına atmadıkça sarsıntısı durmayacağı o zamanda kıyâmet bazı kimseleri alçaltır, bazılarını da yükseltir.

  1. Dağlar parçalandığı,

Yâni, dağlar paramparça olup kavut gibi karmakarışık olduğu zaman.

Âyetteki mechûl fiil olan (büsset), arapçada “kavut karıştırdı” anlamında kullanılan “besse” den alınmıştır. Un su ile karıştırılıp tavada helva gibi pişirilen ve pişirilip azık edinilen kavut anlamındaki (besîse) de yine aynı kelimeden türetilmiştir.

Âyet-i kerîmenin anlamı şöyle de olabilir: “Dağlar sürülüp yerlerin[1]den yürütüldüğü zaman,” Araplar davarı sürdü cümlesini َ(besse’lğaneme” ile anlatırlar böylece “büsse” fiilinin parçalanmak, dağılmak mânâlarından başka, yürütmek ve sürmek anlamına alındığında bu mânâ çıkar.

  1. Dağılıp toz duman hâline geldiği,

Âyette geçen (hebâ) kelimesi toz demektir. Atların ayaklarını yere vurmakla tırnaklarının fırlattığı ince toza, uçuştuğu görülen zerrelere “hebâ” denilir. Ya da “hebâ” ateşin alevinden uçuşan kıvılcımlar veya rüzgarın serpiştirdiği yapraklar anlamındadır. (Münbess), yayılmış, paramparça olmuş demektir.

Tefsir’de şunlar kaydedilmiştir: Şübhesiz Allah Teâlâ cennetin altın[1]dan bir rüzgar estirip bu rüzgar yeri ve dağları yüklenerek birbirine çarpar, onlar toz duman oluncaya kadar bu vurup çarpma devam eder. Tozlar inkârcıların yüzlerine dökülür. Nitekim, “Yine o gün bir takım yüzleri bir toz toprak sarmıştır” (Abese 80/40) buyrulmuştur. Bazı müfessirler de demişlerdir ki bu âyette geçip “toz toprak anlamına gelen “ğaberah”, “Keşke toprak olsaydım!” (Nebe 79/40) âyet-i kerîmesinde yer alan “türâb: toprak”tır. Bu husus, ileride yeri geldiğinde incelenecektir.

Bu âyet-i kerîmede âriflerin gönlünde kopan kıyâmete de bir işâret vardır. Bu aşkın kıyâmeti ve hamlesidir, tevhîdin cezbesi ve çarpıp sarsmasıdır. Âriflerin bu kıyâmeti, çokluğun hükümlerini gerektiren beşerin maddî kuvvetini alçaltır; vahdet nurlarını isteyen ilâhî ve rûhânî güçleri yükseltir.

Bu kıyâmetin dondurucu kasırgası, beşerî toprağa vurup insânî enâniyet dağlarından esip geçtiğinde hem beşerî toprağı hem de enâniyet dağlarını darmadağın ederek kendi zat ve niteliklerinde isim ve izleri kalmayacak şekilde yok edecektir. Bunlar, dağılıp toz duman hâline gelecek, varlıklarından eser kalmayacaktır. Âdeta “…onların amelleri, ıssız çöldeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da Allah’ı bulmuştur” (en-Nûr 24/39) âyetinin mânâsı tecellî edecektir.

Buna tasavvuf ehlinin şu sözü ile işâret edilmiştir: Fakr makamını ikmâl edenin bu kendi yararınadır. Hak yolda sülük etmek için hazik, ehil bir mürşidin irşâdına ve kâmil ve mükemmil bir şeyhin yönetimine kaçınılmaz olarak ihtiyaç vardır ki, tevhîdin hakikatının maddî ve cismânî güçlere üstün gelebilmesiyle rûhânî kuvvet ortaya çıkabilsin, Nitekim, Rabbânî Ârif Ebû Said el-Harraz (k.s.)’a “Tevhîd nedir?” diye sorulduğunda, “Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar” (en-Neml 27/34) âyet-i kerîmesini okuyarak cevap vermiştir.

  1. Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman,

“Ve sizler de…” Burada “sizler” zamiri ile hitab şu anda yaşayan milletlere veya tağlib yoluyla geçmiş milletleredir ya da yalnız şu anda yaşayan milletleredir. “Üç sınıf olduğunuz zaman.” Bu üç sınıftan ikisi cennette, biri cehennemde olacaktır. Her sınıf da bulunduğu yer itibariyle ve zikredilmesi bakımından bir diğer sınıfla birliktedir. Böylece ister tek ister çift olsun her bir sınıf “ezvâc”ın müfredi olan “zevc” kelimesiyle ifâde edilmiş olacaktır.

  1. Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!

Bu âyet-i kerîmede sözü edilen üç sınıf arasında bir ayırım yapılmaktadır. Birinci âyetteki (fe eshabü’l-meymeneti) ifâdesi mübtedâdır. İkinci cümlede “mâ” harfi istifham için olmak üzere ikinci mübteda, takib eden kelime de onun haberi olup burası cümle hâlinde birinci mübtedanın haberidir. Aslında “mâ” ile başlayan ikinci cümle (mâ hum) yâni “onların halleri ve nitelikleri nedir?” anlamındadır. Maksad, işitenleri iki guruptan birinin bulunduğu yücelikten, diğerinin içinde bulunduğu feci durumdan dolayı hayrete düşürmektir. Sanki denilmiş oluyor ki “sen onların hâlini, ne durumda olduklarını bilmiyorsun. Öyleyse öğren de bundan dolayı hayret et.

Sağdakiler son derece iyi durumdadırlar. Sağdakiler yüce yerde olanlardır.

  1. Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!

Soldakiler de en kötü durumdadırlar. Soldakiler ise kötü yerde olanlardır. Bu ifâdeler, Arapların sağ tarafta bereket ve uğur olduğuna inanmalarından, sol tarafı da uğursuz saymalarından alınmıştır. Nitekim, birinin nazarınızda yüksek değerde olduğunu ifâde için “o benim sağımdadır”, bir başkasının nezdinizde değerinin düşük olduğunu ifâde için de “o benim solumdadır” denilmesi gibi. Böylece, bir kimsenin sağ tarafta olduğunu söylemek onun değerinin yüksek olduğu, birinin sol tarafta olduğunu söylemek de onun değerinin düşük olduğu, değersiz bulunduğu anlamına gelir.

Yahut, sağdakiler ve soldakiler kavramı şu anlama gelir: Amel defteri sağından verilenler sağındakiler, amel defterleri solundan verilenler de soldakiler demektir. Ya da, kıyâmet günü Arş’ın sağında bulunup cennetin yolunu tutacak olanlar sağdakiler, Arş’ın solunda olup cehenneme sürüklenecek olanlar soldakiler demektir. Bir de, sağdakiler bereket sahibi olanlar, soldakiler ise uğursuz kimselerdir. Zira mutlu olanlar Allah’a itâat edenlerdir. Kendilerine böylece bereket getirirler. Günahkar bedbahtlar ise Allah’a isyanları sebebiyle kendilerine uğursuzluk getirenlerdir. Ayrıca, sağcılar mîsak gününde Âdem (a.s)’ın sağında olanlardır ki, haklarında Allah “işte bunlar ennetliktirler ama ben aldırmam”; solcular da Âdem (a.s)’ın solunda olup, haklarında Allah Teâlâ’nın, “işte bunlar da cehennem ehlindendirler ama ben önemsemem” buyurduğu kimselerdir.

Kamus’ta denilmiştir ki:

(yümn), meymenet gibi bereket demek[1]tir. Çoğulu “meyâmîn” ve “eyâmin”dir. Sağ taraf anlamındaki “yemîn”, sol taraf mânâsındaki “yesâr”ın zıddıdır. Çoğulu “eymün”, “eymân”, “eyâmin” ve “eyâminîn” şekillerinde gelir. Bereket ve kuvvet demektir.

“Şuûm” uğursuzluk anlamına olup, bereket mânâsına olan yümn kelimesi[1]nin zıddı olarak kullanılır. Nitekim, “meş’emet” de “meymenet”in zıddıdır.

  1. (Hayırda) önde olanlar,(ecirde de) öndedirler.

Bunlar yukarıda zikri geçen üç sınıftan üçüncüsüdürler. Allah Teâlâ, onların zikrini güzel halleriyle birlikte açıklamak için buruya ertelemiştir. Âyette geçen “sâbikûn” kelimesinin türetildiği (sebk) kelimesinin anlamı “yürüyüşte öne geçmek”tir. Sonra başka şeylerde de “öne geçme” anlamına kullanılır olmuştur. Her iki “es-Sâbikûn”, mübtedâ ve haberdir.

Âyet-i kerîmenin mânâsı şöyle olur: Hayırlılıkta önde olanlar, durumları şöhret bulmuş ve iyilikleri herkesçe bilinen kimselerdir. Yahut, cümledeki birinci “es-sâbikûn” mübteda, ikincisi ise birinciyi güçlendirip pekiştiren ve büyüklüğünü ifâde etmek için tekrar edilen kelimedir. Haber bir sonraki ayette (ülâike) kelimesiyle başlayan cümledir.

Bürhan adlı eserde şöyle denilmiştir: Bazı müfessirlere göre, ikinci “es-sâbikûn” kelimesinin başında bir “mâ” harfi takdir edilir ki, önceki kelime bu harfi gösterdiği için hazf edilmiştir. İşte bu sâbikûn, gerçek ortaya çıktığı zaman hiç beklemeksizin herkesten önce îman edip itâat ederek herkesi geçenlerdir. Burada “önde olmak, öne geçmek”ten maksad, zaman itibariyle öne geçmektir. Yahut dînî kemâlât ve olgunlukta, kulluk görevini yerine getirme fazîletlerinde herkesten önde olmak demektir. Yahut önde olmak şerefçe önde olmak demektir.

Nitekim, Rağıb şöyle söylemiştir: “Sebk önde olmak”, fazilet ve er[1]demi elde etmek mânâsına istiâre olarak kullanılır. Bütün bunlara göre “Önde olanlar, ecirde de öndedirler”; yâni, sâlih ameller işleyerek Allah’ın sevâbını kazanmakta ve cennetine girmekte de öne geçenlerdir, demektir.

  1. İşte bunlar, (Allah’a) en yakın olanlardır.

“İşte bunlar” bu yüce nitelikte sıfatlananlar “(Allah’a) en yakın olanlardır.” Yâni, çok büyük olan Arş-ı ilâhiye dereceleri yakınlaştırılmış, mertebeleri yüceltilmiş ve tertemiz nefisleri Allah katında kudsî makamlara yükseltilmiş kimselerdir.

Ben âcizane derim ki, bu mânâ Peygamberimiz (s.a.)’in şu hadisinden anlaşılır: “Allah’tan istediğinizde O’ndan firdevs cennetini isteyiniz. Çünkü Firdevs cenneti, cennetin tam ortası ve en yüksek yeridir. Üze[1]rinde de Rahman olan Allah’ın Arşı vardır.” (Buhârî, Cihad 4; Tevhîd 22; Tirmizi, Sıfatu’l-cenne 4.)

 Bu sebeple, cennetlerin tavanı olan Arş’a yakın bulunduğu için Firdevs cennetinin, Allah’a en yakın kulların makamı olduğu ortaya çıkar. Allah Teâlâ, “işte onlar yaklaşanlardır” değil yakınlaştırılanlardır” buyurdu. Zira onlar, Allah’ın onları yaklaştırmasıyla öndedirler, kendilerinin yaklaşması ile değil. Bu âyet-i kerîmede, bu kimseler hakkında Allah’ın fazlından onlara büyük ihsânı olduğuna bir işâret vardır. “Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (el-Bakara 2/105)

  1. Naîm cennetlerindedir.

(fî cennâtin naîm) cümlesi, mânâ itibariyle öncesindeki “mukarrabûn” kelimesine veya onun zamîrinden hal olan gizli bir fiile bağlıdır. Yâni, “onlar naîm cennetlerinde, çeşitli nimetlerle dolu bahçelerde oldukları halde” demektir.

Denildi ki; önde olanlar dört kişidir.

  1. Musa (a.s)’ın ümmetinden ilk mümin Harbîl.
  2. Firavnun’un ailesinden îman eden kişi.
  3. Îsâ (a.s)’ın ümmetinden ilk îman eden Antakyalı Habib-i Neccar.
  4. Hz.Muhammed (s.a.)’in ümmetinden ilk îman eden iki kişi, Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’dir.

Kâ’b demiştir ki: Önde olanlar, kıyâmet gününde başlarına taç giydirilecek olan Kur’an ehli kimselerdir. Onlar peygamberler olarak yazıldılar, ancak onlara vahiy gelmemiştir. Kur’an ehli olanlardan maksad, Kur’an tilâvetine devam edenler ve Kur’an ile âmil olanlardır. Nitekim Nebî (s.a.)’in ahlâkı Kur’an’dan ibaret idi.

Denildi ki insanlar üç kısımdır: 1. Hayatının ilk yıllarından itibaren hayır ve iyiliklere başlayıp, dünyadan ayrılıncaya kadar bu iyiliklere devam eden kişiler. İşte önde ve Allah’a yakın olan kimseler bunlardır. 2. Ömrünün ilk yılları günahla ve uzun gafletle başlayan, sonra da dönerek tevbe eden kimseler. İşte bunlar sağdaki; kitabı sağından verilecek olan kişilerdir.

  1. Ömrünün ilk yıllarından itibaren kötülüklere başlayıp dünyadan çıkınca[1]ya kadar bu kötülüklerine devam eden kimsedir. İşte bunlar soldaki; kitabı solundan verilecek olan kimselerdir.

Hocam ve bilgisine güvenip dayandığım üstadım (Atpazarî Osman Efendi) yazdığı bazı eserlerinde demiştir ki: Kullar üç bölümdür. a) Unutanlar, b) Zikredenler, c) İhsan ehli olanlar.

Birinci tür kullar her bakımdan zayıf olanlardır. Bunlarda hiçbir yön[1]den huzur yoktur. Onlar hayırdan ve iyilikten uzak olup, iyiliğe hiçbir yakınlıkları yoktur. Onlar, “Soldakiler, ne bahtsızdır onlar” (el-Vâkıa 56/9) diye bahsedilen kimselerdir. Bunlar gadab, celâl ve kahra uğrayacak olanlardır. Onlar için cehennemde acıtıcı azap ve kaynar su vardır.

İkinci tür kullar, bir yönü ile zayıf bir yönü ile de huzûr ehli olanlardır. Bir yönü ile hayırdan uzak iken diğer yönü ile de iyiliğe ve hayra yakınlıkları vardır. Onlar, “Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!” (el-Vâkıa 56/8) ayetinde zikredilen kişilerdir. İşte onlar Allah’ın rahmet, lutuf ve cemal sıfatının tecellîsine mazhar olacaklardır. Onlar için nimetlerle dolu aydınlık cennette büyük ve kalıcı sevinç vardır.

Üçüncü tür kullar, her yönü ile ve mutlak mânâda huzûr ve saâdet sahibi olanlardır. Bunlarda hayırlı işleri yapmada asla hiçbir zayıflık yok[1]tur. Onlar, Allah’ın rahmetinin yakınlarıdır, hayra, iyiliğe uzaklıkları yoktur. Onlar önde olanlardır. “(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler. İşte bunlar, naim cennetlerinde (Allah’a) en yakın olanlardır” (el-Vâkıa 56/10-12) ayetleri bunları dile getirmektedir. Onlar tertemiz, seçkin, rızâ ve kemal sâhipleridir. Naîm sırrında visâl cenneti, sohbetin devamı, müşâhede ve muâyene vardır onlar için. Yine onlar için mutlak cemal ve Cenâb-ı Hakk’ın vechinin tecellîsinin bakâsı vardır. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın celâl ve cemâl yüzüne müteveccih kemâl sâhibleridir.

Sözü edilen üç sınıf kullardan birincisi zâhirde ve bâtında yüzü olmayan bir enseden ibarettir. İkincisi ise, zâhirde ensesiz yüz, bâtında yüzü olmayan enseden ibarettir. Üçüncü bölüm de, zâhir ve bâtında ensesi olmayan yüzden ibarettir.

Üstad, Risale-i İrfaniye’sinde demiştir ki: Sağdakiler, Allah’a yakın olan mukarrebînden başkadırlar. Rü’yet-i ilâhiye mazhar olacaklarından görünürde ensesi olmayan yüzden ibaret iken, basîretleri inkişaf etmediği için de bâtında yüzü olmayan enseden ibarettirler. Soldakiler ise, başlangıç itibariyle görünürde yüzü olmayan ense, sonuç itibariyle de içte ensesi olmayan yüz durumundadırlar.

el-Lâihâtü’l-berkıyyat adlı eserinde de şöyle demiştir: Onların bir kısmı yalnız dilleriyle zikrederler. Onlar, fâcirlerden olan gâfillerdir. Onların bu zikirleri mutlak mânâda red edilir. Zira, onlar kalblerinde olmayanı söylemektedirler. Onların bir kısmı da yalnız akıl ve lisanlariyle zikrederler. Bunlar, “ebrâr” yâni iyilerden uyanık olanlardır. Bunlar için, kendilerinden üstün olanlara göre değilse de kendilerinden aşağı durumda olanlara göre bir kabul vardır. İnsanların bir kısmı da yalnız lisan,

akıl ve kalb ile zikreder. Bunlar, “mukarrabûn”; yâni Allah’a yakın kulların bidâyet ehli olanlarıdır. Onların makbûliyeti yine nisbîdir. Bir kısmı da lisan, akıl, kalb ve ruhlarıyla zikrederler. Bunlar, “mukarrabûn” yâni Allah’a yakın kulların mutavassıt (orta halli) olanlarıdır. Bunların makbul olması da izâfîdir. Bazılarının zikri mutlaktır. Dil ile zikrettikleri gibi, zikrettiklerini fikreder düşünürler, Zikrettikleri Allah’ın hazır olduğunu düşünür, eserlerini akılla mütâala eder, kalble tavırları mükâşefe ederler.

Ruhları ile nurları müşâhede ve zikrettikleri Allah’ın ünsiyetini, yakınlığını his ederler. Sırr ile esrâra bakarlar, zikredilende yâni Allah’ta fânî olurlar. Onların zikirleri mutlak mânâda makbuldur. Asla reddedilmez. Çünkü, onların olgunlukları ve bütünlükleri gerçek ve ciddîdir. Bunlar, mukarrebûn yâni Allah’ın rahmetine yakın olan nebîler, rasüller, kâmil ve ekmel velîlerdir.

et-Te’vilâtü’n-Necmiyye’de belirtildiğine göre bu âyet-i kerîme, insanlık memleketinin büyüklerine, onların makamlarına ve eşrâfına işâret etmektedir. Onlar, vücud ve rütbe bakımından, Allah’a yakın ve önde olan ruhturlar. Kalb-i mütevessıt, sahib-i meymenedir. Nefs-i ahîre ise sahib-i meş’emedir.

Ruha “sâbık/öne geçen” ismi verilmesinin sebebi; zâatî ve rahmânî tecelliyât ile öne geçmesi, başlangıç ve sonuç itibariyle nezâhet ve tahâretinin bakası ve rabbânî tenezzülâtı sebebiyledir.

Kalbe “sâhib-i meymene” sıfatının verilmesi; bereketli oluşu, onunla bereket umulması, esmâ ve sıfâtın tecellîlerinin ona galebe çalması sebebiyledir. Nefsin “sahib-i meş’eme” sıfatıyla sıfatlanmasının sebebi ise, solda olması, Hakk’a uymaya dâvet edildiğinde, inâd etmeden uyması gerekirken, ruh hemen itâat ve inkıyad ettiği halde, nefis ağırdan alıp beklediği içindir. “Kalb” ve “nefs”in “ruh”tan öne alınması, ilâhî rahmâniyet sıfatının genişliği ve her şeyi kuşatması sebebiyledir. Nitekim Allah Teâlâ “Rahmetim ise her şeyi kuşatır” (el-A’raf 7/156) buyurmuştur. Bir hadis-i kudsîde de “Rahmetim gazabımı aşmıştır”2 buyrulmaktadır. Zaten nefis, kalb ile ruh arasına perde olarak konmuştur ki, bazen birinin bazen de diğerinin yakınlığından rahmeti ilahî olarak faydalansın, onların nûraniyetleriyle, aydınlıklarıyla boyansın ve onların sayesinde emniyet bulsun, Allah dilerse.

Nitekim, “Ancak tevbe ve îman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir” (el-Furkan 25/70) buyrulmuştur.

“Naîm cennetlerinde” ibâresi zat cenneti, sıfat cenneti ve ef’âl cennetine işâret eder. Allah’a yakın ve önde olan mutlu kişiler, bizzat Allah’ta, O’nun sıfat ve ef’alinde fânî; yine Allah’ın zâtı, sıfatı ve ef’âli ile bâkîdirler.

Bu üç makamdan herbirine sâhib olan kimseye ameline uygun özel bir cennet vardır. Bu cennetlerden her biri dünya ve âhiretteki nimetlere şâmil ve hepsini kapsamaktadır. İlâhî işâretleri anlarsan, Rahman olan Allah’ın hazinelerine sâhib olup kurtulursun.

Kaynak: Ruhul Beyan Tefsiri

İslam ve İhsan

“ÜÇ SINIF İNSAN VARDIR Kİ KIYAMET GÜNÜ ALLAH, ONLARLA KONUŞMAZ” HADİSİ

“Üç Sınıf İnsan Vardır ki Kıyamet Günü Allah, Onlarla Konuşmaz” Hadisi

ALLAH’IN AHİRETTE YÜZÜNE BAKMAYACAĞI, KONUŞMAYACAĞI ÜÇ KİŞİ KİMDİR?

Allah’ın Ahirette Yüzüne Bakmayacağı, Konuşmayacağı Üç Kişi Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.