İradecilik (Volontarizm) Nedir?
İslam dininde zorlama var mıdır? İslam’da iradecilik (volontarizm) ne demektir?
İslâm, ferdî irâdeyi esas alır. Bu irâde sebebiyle insanı mes’ûl addeder. İslâm; akâidde/inançta kalp ile tasdîki, amelde ihlâs ve samimiyeti, ahlâkta da terbiye edilmiş bir irâdeyi ister ve hedefler. İrâde terbiyesi için, nefsin tezkiye edilmesi zarurîdir.
İSLAM’DA ZORLAMA YOKTUR
İnanmak hususunda zorlama yoktur. Çünkü inançta zorlamak ancak nifak ve riyâyı doğurur, samimiyeti bozar. Mahlûkat arasında da insanın vaziyeti, irâdesine işaret eder:
Melekler; kötülüğe irâdesi olmayan, Allâh’ın emrettiği her şeyi isyan ve itiraz olmaksızın gerçekleştiren, hizmet ve ibadet için yaratılmış, şuur sahibi varlıklardır. Hayvanlar ise, insiyâkî olarak, sevk-i tabiîlerle (içgüdülerle) hareket eden, kendilerine çizilmiş muayyen sahanın dışına çıkmayan, mükellefiyetin şartı olan akıldan mahrum bulunan varlıklardır. Dolayısıyla meleklerde ve hayvanlarda, irâdeden bahsedilemez.
İmtihan için yaratılan insan ve cinler ise, akıl ve nefs sahibidirler. Dolayısıyla irâdeyle hareket ederler. İslâm, vaz ettiği sisteme, muhatabının, kendi irâdesiyle iştirâk etmesini talep eder. Kader bahsinde temas edeceğimiz üzere, Cenâb-ı Hak, insanın fiillerini de yaratandır. O’nun irâde ve yaratması olmadan bir yaprak bile dalından düşmez.[1] Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi, imtihan sırrına binâen -hayır ve şer- her şeyde mevcut olsa da, rızâsı sadece hayırdadır.
Rabbimiz, insanın yapacağı tercihleri de önceden bilir. Fakat bu hakîkatler, insanda cüz’î irâde olmadığı mânâsına gelmez, kulun mes’ûliyetini ortadan kaldırmaz. Yine insanın cüz’î irâdeye sahip olması, bu irâdeyi, Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine rağmen kullanabileceği mânâsına da gelmez. Ruhlar âleminde iken insana, Cenâb-ı Hak tarafından;
“…Ben sizin Rabbiniz değil miyim?..”[2] suâlinin tevcih edilmiş olması, insanın ruh hâlinde dahî irâde sahibi olduğunu gösteren bir delildir.
İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın Rabliğini kabul, O’na îman ve itaat hususlarında hürdür. Bu hürriyetin neticesi olarak, irâdesini doğru kullanırsa Cennet ehli, yanlış kullanırsa Cehennem ehli olacaktır. Yani insan dünyada iken irâdesini hangi yönde kullanırsa, gideceği istikâmeti de bizzat kendi eliyle çizmiş olmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede;
“Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yûnus, 44) buyrulmaktadır.
VOLONTARİZM NEDİR?
Kader dengesi içinde, insan, imtihanda mükellef tutulmaya yetecek derecede hürdür. Meselenin “Dünya Görüşü” ile alâkası ise şöyledir:
Volontarizm, “gönüllü” mânâsına gelen; “volunteer” kelimesinden geliştirilmiştir. Beşerî sistemlerde, gönüllülük esâsına riâyet edilmesi, irâdenin gözetilmesi ve ferdin tercih hakkına saygı duyulması son derece zayıftır. Çünkü beşerî sistemlerin birçoğu ihtilâlcidir. İhtilâller ve darbeler, güç kullanarak idare merkezini ele geçirir ve sistem herkese -istesin veya istemesin- zorla tatbik edilir. Hattâ sistemi kabul etmeyenler, bertaraf edilir.
Güyâ hürriyetçi görünen birçok sistemde dahî, gönüllülük ve irâde meselesi, mensuplarını menfaat veya mecburiyetlerle ikna safhasından öteye geçmez. Sistem bundan sonrasını, kanun ve müeyyide gücüyle sağlamaya çalışır.
Faşizm, nasyonalizm gibi sistemler, baskıyı, başlı başına bir metot olarak benimser. Toplumun faydası için, ferdin irâdesini hiçe sayar. Nitekim bu merhametsiz sistemler milyonlarca insanın kellesi üzerinde kurulmuştur. Meselâ kapitalizmde hiç kimse, gönüllü ve istekli bir şekilde vergi vermez. En ağır cezalar, vergi kaçırmaya karşı konulur. Komünizm de ağır baskılar ve zulümlerle tatbik edilmiştir. Mülkünü devlete hibe ederek, komünizmi talep eden yoktur. Hâlbuki İslâm’da zekât; bir ibadet vecdiyle, cân u gönülden, samimiyetle, seve seve edâ edilir. Hattâ veren, alana teşekkür edâsı içindedir. Kul, verdiği zekât yahut sadakaları kabul buyurması için ayrıca Rabbine duâ ve ilticâ hâlinde bulunur. Diğer din ve sistemlerde ise böyle bir faziletle karşılaşmak imkânsızdır. Bir misal vereyim:
Kırk-elli sene evvel İngiltere’ye gitmiştim. Gece on bir veya on iki civarıydı. Orada “underground” denilen yer altı trenleri var. O trenden çıkarken baktım; belki doksan yaşında bir ihtiyar kadın, bir kenarda titriyordu. Orada okuyan arkadaşıma dedim ki:
“–Burada muhakkak hastahaneler, bakım evleri vardır. Bu kadının hâli ne böyle? Niçin biri alıp oralara götürmüyor?” O da güldü:
“–Burada bir İngiliz araba tutacak da, bunu oraya götürecek de, bir saat vaktini ayırıp üstüne on sterlin para verecek de... Burada böyle şeyler yoktur. Birinin anası-babası hastahaneye yatacak olsa, kendi başına çantasını alır, hastaneye gider. Sonra da kendi kendine çıkar evine döner. En merhametli olan yakını, bir sefer hastaneye gider, bir kalıp sabun götürür, o kadar.” dedi.
İşte bu kadar bencil, pragmatist[3] ve oportünist[4] bir insan tipi! İslâm’da bu aslâ yok. Hodgâmlık ve merhametsizlik, yüce dînimiz İslâm’da kat’iyyen yasak. Bilâkis; dertlilerin derdini dinlemek, imkânlarını mahrumlarla paylaşmak, verirken de başa kakmadan, rencide etmeden, bilâkis teşekkür edâsı içinde bulunmak şart.
İslâm’da ibadetler bile, ancak gönüllü yapıldığında, yani ihlâsla, samimiyetle, muhabbetle, kalp ve beden âhengi içinde îfâ edildiğinde Hak katında bir değer kazanır. Yoksa mecbûriyet savma kabîlinden, zoraki, ruhsuz ve kuru bir şekilden ibaret olan bir ibadetin kıymeti yoktur. Zira ibadetler, âdeta rûha verilen mânevî vitaminler mesâbesindedir. Bütün bu hassâsiyetler, diğer din ve sistemlerde görülmez. Orada kerhen de olsa vazifeyi yerine getirmek kâfi görülür.
İrâdeye yapılan saygısızlık ve hıyânetlerden biri de kandırmaca ve sahtekârlıklardır. Hristiyanlıktaki misyonerlik teşkilâtı; haksız menfaat sağlamaktan yalan ve hileye kadar bütün metotları kullanarak, âdeta muhataplarını kandırarak ve sonrasında da yalanlarla beyin yıkayarak müntesipler elde etmeye çalışır.[5] “Akılcılık” prensibinde anlatılacağı üzere, îzah isteyene cevap verilmez, engizisyon ve benzeri tehditlerle sindirilir.
İslâm’da ise inanç kalpten beklenir. Îman, dil ile ikrâra ilâveten kalp ile tasdik neticesinde gerçekleşir. Hidâyet adı verilen şuurlanma ve intibâhın gönülde tahakkuku için, İslâm’ı kāl ve hâl ile tebliğ ve temsilden başka yapılabilecek bir şey yoktur. Dolayısıyla İslâm, gönülleri fethe tâliptir. Zira;
“Dîni kabul ettirmekte ikrah (zorlama) yoktur.” (Bkz. el-Bakara, 256; el-Ğâşiye, 22) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Hayber Gazvesi’nde Peygamber Efendimiz’den sancağı alırken;
“–Yâ Rasûlâllah! Yahudîlerle dövüşe dövüşe İslâmiyet’i onlara kabul ettirecek miyiz?” diye sormuş, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şu cevâbı vermiştir:
“–Hayır, Müslümanlığı onlara hilm ve sükûnetle teklif ediniz.” (Buhârî, Cihad, 143) Nitekim Hayber’in fethinden sonra, oradaki yahudîler, din hürriyeti içinde topraklarında bırakılmışlardır. İslâm’ın en büyük inkişâfı, Hudeybiye Musâlahası döneminde gerçekleşmiştir. Bunun akabinde Mekke, kan dökülmeden fethedilmiştir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethettikten sonra da, kimsenin irâdesine ipotek koymamış, onları affetmiş, iyilik, ihsan ve ikramlarda bulunmuştur. Ancak bir sene sonra, hac mıntıkasının müşriklerden temizlenmesi istenmiştir. Bu da mühlet verilerek tatbik edilmiştir.
Tarih boyunca da, Hazret-i Ömer’in, Fatih Sultan Mehmed Hân’ın Emannâmeleri, İslâm âleminde gayr-i müslim tebaaya inançları hususunda baskı yapılmaması tatbikâtının nice şâhitlerindendir. Hattâ gayr-i müslim tebaaya İslâm’ı zorla kabul ettirme düşüncesine kapılan bazı idarecilere, bizzat şeyhulislâmlar mânî olmuştur.
Ancak, İslâm’da irâde hürriyetine verilen değerden, fısk u fücur ehlinin istifade etmesine izin verilmez. Îmân eden kişinin irâdesine yardımcı olunur. Ona nefsini tezkiyenin, ahlâkını güzelleştirmenin yolları öğretilir. İslâm’ın emir ve yasaklarının uygulanmasını da kolaylaştırıcı tedbirler alınır. Kötülüğe giden yollar kapatılır. Bir şey -meselâ içki- yasaklandıysa, onu satmak, üretmek, dağıtmak da yasaklanır. Böylece, müptelâ olarak, irâde gösteremeyecek kişiler muhafaza edilmiş olur. Fakat İslâm, mü’minlerin, sadece maddî ve içtimâî yasaklarla değil, “gönülden iştirâk” ile içkiden uzak durmasını sağlar. Nitekim 1930’da ABD’de içki yasaklanmaya çalışılmış, fakat gönüllere ve irâdelere hitap edilemediği için, başarısız olunmuştur. Suç sadece yer altına inmiştir. Bugün Batı ülkeleri bu hususta, acziyet içinde kıvranmaktadır.
Liberal sistemlerde de insan irâdesine hürriyet tanınır. Fakat orada ölçüsüz ve hudutsuz hürriyet; âdeta günahların, sapkınlıkların, eşcinsellik gibi yanlışlıkların emrine sunulmaktadır. Hiçbir içtimâî tedbir almadan, her şeyi, gönüllülüğe bırakmanın sonu anarşidir. Nitekim anarşistler, en temel emniyet tedbirlerini alan devlete dahî karşıdırlar. İslâm; bu derecede serbestlik ve sorumsuzluğu, nefs ve şeytana hizmet edeceği için kabul etmez.
İslâm’da; evlâtların terbiyesi anne-babalarına zimmetlenmiştir. Yetimlerin terbiyesi, velî ve vasîlerine zimmetlenmiştir. Meselâ yetim kişi; yetişkin çağa geldiği hâlde, hâlâ reşid davranışlar sergileyemiyorsa, malı kendisine teslim edilmez, velî veya vasî tarafından muhafaza edilir.
İçtimâî hayatta büyük günahların ulu orta işlenmesine de bu sebeple cezalar (ukubat) getirilmiştir ki, yine irâdeler, âhireti uzak görerek veya “Sonra tevbe ederim!” düşüncesine kapılarak, hatâya düşmesin. Aynı zamanda toplumda günahların özendirilip şuyû bulmasına da aslâ izin verilmez, buna karşı önleyici tedbirler alınır.
Gönüllülük
Günümüzde, “gönüllülük” denilince, “yapsan da olur, yapmasan da olur” tarzında bir serbestlik akla gelmektedir. Hâlbuki İslâm’da, her şeyin “gönülden” yani “kalpten” beklenmesi, keyfîlik meydana getirmek için değil, bilâkis “keyfiyet ve husûsiyet” arz etmesi içindir. Yani gönülsüz, cebrî, baştan savma, riyâkârâne değil; bilâkis samimiyetle, içten ve gönülden gelerek yapılması içindir.
İçten ve gönülden gelen muhabbetli bir sadâkat, hâriçten icbar ve ikrahla gerçekleşen zoraki bir itaatten elbette daha kıymetlidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmede:
“Biz dilesek, onların (inanmayanların) üzerine gökten bir mûcize indiririz de, ona boyunları eğilip kalır.” (eş-Şuarâ, 4) buyurmaktadır. Yani Cenâb-ı Hak da kullarının kendi irâdeleriyle itaat ve teslîmiyetini arzulamaktadır. Nitekim gönüllerde bu kıvam gerçekleştiğinde, hâriçten bir îkaz veya zorlama olmasa bile her ferdin irâdesi kendiliğinden hakka ve hayra yönelecektir.
Beşerî İrâdenin Mâhiyeti ve Hudutları
Bir akâid kâidesidir:
“Teklîfin şartı, me’mûrun-bih’in kudretidir. Aksi hâlde teklîf-i mâ lâ yutâk olur.” Yani Cenâb-ı Hakk’ın kullarını dînî emir ve nehiylerden mes’ûl ve mükellef saymasının şartı, onların bu vazifeyi yerine getirebilecek kudrette olmalarıdır. Cenâb-ı Hak hiçbir kuluna tâkatinin üstünde bir yük yüklememiştir. Ancak tâkati miktarından mes’ûl tutmuştur. Meselâ Cenâb-ı Hak bize 25 kilo kaldırabilecek güç vermişse, biz daha azını kaldırdığımızda aradaki farktan mes’ûl oluruz. Buna mukâbil Rabbimiz bizden gücümüzü aşacağı için 30 kilo kaldırmamızı da istemez.
İnsan, sınırlı olan irâdesinin dışında kalan hususlardan mes’ûl ve mükellef değildir. Meselâ kolları olmayan birinden, abdestin dört farzından birinin sâkıt olması gibi. Nitekim Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede bazı mahrûmiyetlerin, kulu birtakım mes’ûliyetlerden muaf kılacağını, şöyle beyan buyurmaktadır:
“Âmâya vebâl yoktur, topala da vebâl yoktur, hastaya da vebâl yoktur (bunlar savaşa katılmak zorunda değildirler)…” (el-Fetih, 17; en-Nûr, 61) Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“Allah hiçbir kimseyi, güç yetiremeyeceği bir şekilde mükellef tutmaz…” (el-Bakara, 286)
İnsanın kaderinde, mükellefiyetlerini kolaylaştırıcı ilâhî yardımlar nasîb olmuşsa, bu nîmetlere şükredip etmediği hususunda da âhirette hesaba çekilecektir. Buna mukâbil, mükellefiyetini zorlaştırıcı şartlara mâruz kalmışsa, bunlar da uhrevî hesapta kulun lehine olarak dikkate alınacaktır. Bir misalle anlatacak olursak:
Gayrimüslim bir anne-babanın evlâdı, ehl-i fıskın yaşadığı bir çevrede dünyaya gelip yetişen kişi ile; dindar bir muhitte, müttakî bir anne-babanın terbiyesinde yetişen bir kişinin uhrevî hesapları aynı olmayacaktır. Bu tıpkı şuna benzer:
Doğu’nun ücra köşelerindeki bir köy mektebinde muallimlik yapan biri, talebelerinin imkânsızlık ve mahrûmiyetlerine rağmen gösterdikleri küçük bir başarıya bile “pekiyi” notu verebilir. Hâlbuki aynı öğretmen İstanbul’a tayin olsa, geldiği köy mektebinde “pekiyi” verdiği bir talebenin seviyesindeki öğrencilerine artık “orta” vermeye başlar. Yani not baremini değiştirmek durumunda kalır. Zira bu, nîmet ve mahrûmiyetin hesaba katılmasından doğan bir adâletin gereğidir. Dolayısıyla, kulların dünyevî imtihan şartlarında eşitlik yoktur. Fakat uhrevî hesapta, nîmet ve mahrûmiyetlerin dikkate alınmasıyla gerçekleşen bir adâlet vardır.
Yani şartlar ne kadar zor ve meşakkatli ise, muvaffakıyetin ecri o kadar yüksek, mes’ûliyetin sahası da o nisbette dar olacaktır. Buna mukâbil, şartlar ne kadar kolay ve elverişli ise, muvaffakıyetin ecri ona göre bir seviyede tutulacak, mes’ûliyetin sahası da o ölçüde genişleyecektir.
Cenâb-ı Hak verdiği tâkat kadarını soracak, herkes o tâkati kadar mes’ûl olacaktır. Meselâ on lirası olanın infak mes’ûliyeti ona göre, milyonları olanın infak mes’ûliyeti de ona göredir. Nitekim bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm;
“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi.
“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini (yani malının yarısını) infâk etti. Diğeri (ise hayli zengin biriydi. O da) malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu infâk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)
Zenginliğin mes’ûliyeti hakîkaten ağırdır. Sana gelip hâlini arz edene vermen gerektiği gibi, yüksek edep ve hayâ duygusu dolayısıyla istemekten çekinen mahrumu da arayıp bulacaksın. Cenâb-ı Hak; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.
Herkes zenginliği çok iyi, çok rahat zanneder. Oysa fakir sadece kendinden mes’ûl iken, zengin ise gücünün yettiği ve ulaşabildiği her yerden mes’ûldür. Nerede bir garip, yalnız, kimsesiz, yetim, dul var ise onu himaye etmekle vazifelidir. Yani Cenâb-ı Hak, mülk ve servet verdiği kişileri, ulaşabileceği fukarâdan sorumlu tutarken, rızkını ancak kendine yetecek seviyede tuttuğu kişiye bunu sormayacaktır.
Zenginlikten verdiğimiz misâli, bedenî kuvvet, ilim ve tahsil, makam ve salâhiyet sahalarına da tatbik edebiliriz. Meselâ Allah sana ilim verdi. Fakat bulunduğun yerde insanlar Fatiha’yı bile bilmiyor, abdestten, namazdan habersiz. Böyle bir durumda sen de onlara öğretmekten mes’ûlsün. Öğretmediğin takdirde, vebâl altındasın demektir. Bu sebeple, “Allah tâkatin üstünü istemez, fakat tâkati ister.” hakîkatini lâyıkıyla idrâk etmek lâzım gelir. Bunun için de, mü’minin irâdesini sonuna kadar kullanması ve tâkatinin hudutlarını zorlaması gerekir.
Velhâsıl; namazın ve orucun vakitlerini biliriz. Zekâtın şartları, nisâbı ve nisbetleri mâlumdur. Fakat İslâm’a hizmet, cihad ve tebliğ gibi vazifelerde ise “ucu açık” bir emir mevzubahistir. Mânevî nîmet ve imkânların nisâbı belli değildir.
Sahâbe-i kirâm, bunun endişesi içinde yaşadı. İslâm’ın telkin ettiği fedakârlık ve diğergâmlık şuuruyla kendilerini dünyanın gidişâtından, toplumun akışından mes’ûl addettiler. Îman nîmetinin şükrünü îfâ edebilmek için Allah yolundaki en büyük vazifelere de en küçük mes’ûliyetlere de büyük bir iştiyakla gayret hâlinde oldular, âdeta can attılar. Bu şuurla kimisi Çin’e kadar gitti, kimisi Semerkand’a, kimi Afrika’ya, kimi Endülüs’e (İspanya’ya), kimi İstanbul önlerine kadar ilerledi.
Beşerî İrâde Üzerindeki Muhtemel Müessirler
İnsan irâdesi üzerinde;
- Biyolojik verâset (soyundan aldığı genetik husûsiyetler),
- Sosyolojik verâset (maddî-mânevî aile terbiyesi, çevresinden aldığı tesirler),
- Yaşadığı coğrafya ve iklim,
- Yediği gıdalar,
- Beraberinde bulunduğu arkadaşlar ve
- Aldığı eğitimin tesiri vardır.
Bunlardan, kendi irâdesi dışında olanları -yukarıda izah ettiğimiz üzere- kaderî bir hâdise olarak görmek ve ilâhî adâletin, bu tesirlerdeki dezavantajları, uhrevî hesapta kulun lehine değerlendirmeye katacağını bilmek gerekir. Ancak, kişinin kendi irâdesi içerisinde bulunan hususlarda, mes’ûliyeti vardır. Yani kişi, aldığı gıdaların, arkadaşlık ettiği şahısların ve bulunduğu mekânların tesirlerini, bizzat kendisi kontrol altına almalıdır. Yani helâl yemeli, şüpheli ve haramdan kaçınmalıdır. Sâlih ve sâdık arkadaşlarla beraber olmalı, fâsıklardan, gaflet mekânlarından, küfür ve isyan çevrelerinden uzak durmalıdır. Zira; gıda, arkadaş ve çevrenin, insan üzerinde -tıpkı radyasyon gibi- gözle görülmeyen fakat neticesi muhakkak olan bir tesiri vardır.
Kader Sırrı
Kişinin kendi irâdesi dışında olduğu hâlde, irâdesine tesir eden hususlar, kaderin sahasına girer. Bunlar irâdeyi hayra yönlendiren, müsbet tesirler ise; kişi bunları nîmet olarak görmeli ve Allâh’a şükretmelidir. Meselâ mü’min ve müttakî bir ailede, sâlih bir çevrede dünyaya gelmek, güzel bir İslâmî eğitim imkânına sahip olmak, Cenâb-ı Hakk’ın lûtuf ve ihsânıdır. Menfî tesire gelince:
Kişi bu hususlarda Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine rızâ ve teslîmiyet göstermelidir. Bunları şerre gitmenin mâzereti olarak görmemelidir. Çünkü hiçbir çevre şartı, bir kulun inkâr ve isyanına doğrudan ve zarurî sebep teşkil edemez. Zira Cenâb-ı Hak, enfüs ve âfakta, yani her insanın iç dünyasında ve dış âlemde Yüce Zât’ının varlığına ve birliğine işaret eden sayısız delil halketmiştir. Cenâb-ı Hak, ayrıca kullarının doğru yolu bulabilmeleri için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir.
Kulların gidişâtında çevre şartlarının tamamen tesir edemeyeceğini, insan irâdesi üzerinde zorlayıcı olmadığını unutmamak gerekir. Cenâb-ı Hak bunu îzah ve ispat için, peygamberlerini çok farklı şartlarda dünyaya göndermiştir:
–Kimisini Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- gibi zengin kılmış,
–Kimisini Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- gibi çok ağır hastalık ve kayıplarla imtihan etmiştir. Fakat Süleyman -aleyhisselâm- kalbini korumasını bilmiş; sahip olduğu muazzam servet ve saltanat, onu gurur, kibir ve şımarıklığa sevk edememiştir. Eyyûb -aleyhisselâm- da mâruz kaldığı ağır belâ, musibet ve hastalıklar karşısında sabretmiş, Rabbine karşı hamd, şükür ve rızâ hâlini korumuştur. Yani her ikisi de, birbirine zıt imtihan şartlarında muvaffak olmuşlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak onlar için; “نِعْمَ الْعَبْدُ : o ne güzel bir kul” buyurmuştur.[6]
–Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, olabilecek en kötü mekânlardan birinde, yani Firavun’un sarayında yetişmiş, fakat aslâ zulme meyletmemiştir. Daha sonra da Medyen çöllerinde yokluk ve açlık içinde kalmış, yine hâl ve istikâmetinde bir değişme olmamıştır.
–Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın yaşadığı toplumda ise, ona tevhîdi öğretebilecek hiçbir kimse yoktu. Fakat o, bu menfî şartlara rağmen tevhid mücadelesinden vazgeçmedi.
–Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-, fısk u fücûra dalmak için çok müsâit bir hayatın içinde, evlât edinilmiş bir köle vaziyetinde bulunmak mecburiyetinde kaldı. Fakat Allâh’a sığınarak iffet ve ahlâkını korumayı bildi. Bu mübârek zâtlar, çevre şartlarının menfî tesirlerinden Allâh’ın izniyle muhafaza olmuşlardır. Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla kulun irâdesi, en menfî görünen imtihan şartlarına dahî gâlip gelebilir. Dolayısıyla bir mü’min; hayatın med-cezirlerini ve acı-tatlı sürprizlerini, kullukta kusur ve ihmallere bahane etmemeli, Hakk’a kulluk hususunda hiçbir mâzeretin ardına saklanmamalıdır. Şunu unutmamak gerekir ki, imtihan şartlarının zorluğu ve ağırlığı, muvaffakıyetin ecrini daha da artıracaktır. Nitekim bir zaferin değeri, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler nisbetinde büyüktür.
Diğer taraftan, kimi filozoflar, bazı insanların biyolojik olarak, fıtraten/yaratılıştan suçlu doğduklarını iddia ederler. Genler, beyin yapısı ve benzeri sebeplerle, bu kişilerin irâdelerini terbiye etmelerinin ve kendilerini suçtan alıkoymalarının mümkün olmadığını iddia ederler. Bu doğru değildir. Nitekim yanlış yoldan dönen, hatasından pişman olup hâlini ıslah eden pek çok insan mevcuttur.
Nitekim câhiliye devrinde kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, zulüm ve haksızlıkta birbiriyle yarışan yarı vahşî insanlar, hidâyetle şereflendikten sonra, günahlarının nedâmet yükü altında ezilerek âdeta iki büklüm olan, gözü yaşlı, gönlü rikkat ve merhamet dolu, derviş ruhlu yıldız şahsiyetler hâline gelmişlerdir. İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle buyurur:
“İnsan bal mumu gibidir. Terbiye ile ona -müsbet veya menfî- istenilen şekil verilebilir.” Şayet insandaki birtakım menfî husûsiyetlerin değişebilmesi mümkün olmasaydı lügatlerde “terbiye” diye bir kelime olmazdı. Eğer beyinde akıl hastalığı, şizofreni gibi kişiyi mükellef olmaktan çıkaracak derecede fizyolojik bir hasar varsa, elbette böyle kişiler, ilâhî imtihanın dışında olacaklardır. Fakat bu nâdirdir. Bazı filozofların iddia ettiği ise, toplum nazarında veya dînen suçlu/günahkâr addolunan kişilerin, fizyolojik sebeplerle suç/günah işledikleridir.[7]
Bu da doğru bir düşünce değildir. Şu hadîs-i şerîfler ışığında mevzuyu yeniden düşünelim:
“Sıdk (doğruluk), insanı iyiliğe, iyilik de Cennet’e götürür. Kişi, doğru söylemeye devam ettikçe, sonunda sıddîklardan olur. Yalan, kişiyi fücûra (günah ve ahlâksızlığa), fücûr da Cehennem’e götürür. Kişi yalan söylemeye devam ettikçe, sonunda Allah indinde yalancılardan yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69) Demek ki, kullara fücur ve takvâ ilham edilmiştir. Kul doğruluk ve yalancılık, iffet ve hayâsızlıktan birini seçmektedir.
Seçtiği istikamet yanlışsa, tevbe kapısı açıktır. Fakat ısrarla devam ederse, artık kalbi mühürlü, yani hidâyetten ebediyyen mahrum bir bedbaht hâline gelebilir. Lâkin bu da onun kendi tercihlerinin neticesidir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam ettikçe, kalbine siyah bir nokta vurulur. Sonra bu nokta büyür ve kalbin tamamı simsiyah kesilir. Bu kimse nihâyet Allah katında «yalancılar» arasına kaydedilir.” (Muvatta, Kelâm, 18)
Âyet-i kerîmelerde, kalp katılaşması, kalp mühürlenmesi, kalp paslanması ve ölü kalp tâbirleriyle ifade edilen de bu hakîkattir. Çeşitli suçları işleyip de hapse düşenler; “Kader mahkûmuyuz.” gibi sözler sarf ederler. Bu sözler kısmen tesellî ifade etse de, tam mânâsıyla doğru değildir. Rabbimiz ise Cehennem ehlinin hakîkati îtiraf ederek, şöyle söyleyeceklerini beyan buyurmuştur:
“Derler ki: «–Şayet (vahye) kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli Cehennem’in mahkûmları arasında olmazdık!»” (el-Mülk, 10)
Kader ve Hâle Rızâ
Tasavvuf; bilhassa rızâya ermektir. Şikâyeti unutma sanatıdır. Hayatın med-cezirlerine takılmamak, vesveselere kapılmamak ve değişen şartlar altında Allâh’ın takdîrinden râzı olabilme sanatıdır.
Günümüzde hâle rızâ çok ehemmiyet arz etmektedir. Çünkü devrimizde, maalesef egoizm ve dünyevîleşme, insanı dâimâ “arz-ı endâm”a sevk ediyor. Nefsânî düşüncelerle, servet, şöhret ve şehvetlere meylettiriyor. Kişi, o meylettiği hususların kendisinin aleyhine olabileceğini düşünmüyor. Herkes zengin olmak, meşhur olmak veya yüksek makamlara gelmek istiyor. Fakat o nîmetlerle imtihanda başarılı olup olamayacağını, onların uhrevî mes’ûliyetinden doğan ağırlığı kaldırıp kaldıramayacağını hesaba katmıyor.
Hâlbuki bir mü’min için hedef; zengin olmak, makam-mevki sahibi olmak değil, hangi durumda olursa olsun Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı güzel bir kul olabilmektir. Şu hadîs-i kudsî, sâlih kulların tefekkürü için ne kadar ehemmiyetlidir:
“Bazı mü’min kullarımı ancak zenginlik sağlam (bir müslüman) eyler (onun îmânını korur); onu fakir etsem, bu durum onu ifsâd eder. Bazı mü’min kullarımı da fakirlik sağlam tutar (îmânını korur); ona rızkı bol versem bu durum onu ifsâd eder. Bazı mü’min kullarım, kullukta bir derece ister. Fakat Ben, ucba girmesin, böylece kendini beğenmesi onu ifsâd etmesin diye, bu isteğini ona vermem. Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak sıhhat sağlam tutar; onu hasta etsem bu durum onu ifsâd eder. (Râvî der ki: Zannediyorum şunu da söyledi:)
Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak hastalık korur; onu sıhhatli etsem bu durum onu ifsâd eder. Ben kullarımın işlerini, kalplerine dâir ilmimle tedbir ederim; Ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olanım.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)
Düşünmeliyiz ki kullarının işlerini kalplerine göre Cenâb-ı Hakk’ın tedbir etmesi, gönül âlemindeki takvâ veya şekvâ durumuna göre hükmünü tecellî ettirmesidir. Meselâ namaz, sâlih bir ameldir. Ancak onun sâlihliği ve makbûliyeti, kalbin takvâsına göre takdir olunur. Eğer kalp bozuksa, amel güzel görünse de mânen bozuk sayılır. Eğer kalp düzgünse, amel kusurlu da olsa Cenâb-ı Hakk’ın af ve merhameti ümîd edilir.
Ayrıca Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de “kişiyle kalbi arasına girdiğini” beyan buyuruyor.[8] Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bir kalbî kıvama sahip olan kullara, nice ilâhî lûtuf ve ihsanlar nasîb olur.
Nitekim, bıçak keskin olduğu hâlde, Hazret-i İsmail’in boynunu kesmemiştir. Ateş yakıcı olduğu hâlde Hazret-i İbrahim’e serin ve selâmet bir gülistan olmuştur. Yani takvâ sahibi bir kul, beşeriyet muktezâsı tamamen âciz kaldığı hususlarda, Cenâb-ı Hak ona kudretiyle müstesnâ lûtuflarda bulunur. Bedir Harbi’nde tecellî eden ilâhî nusretin hikmet ve hakîkati işte budur. Çanakkale destanındaki sır da budur.
Hâsılı; kalbin samimiyet, niyet ve mânevî keyfiyetine göre mahrûmiyetler veya mazhariyetler gerçekleşir. Kehf Sûresi’nde bildirildiği üzere; sâlih ve sâliha bir anne-babanın hiçbir haberi olmadığı hâlde Cenâb-ı Hak, onların, eğer yaşarsa gelecekte fâsık olacak evlâdını, böyle olmaması için çocukken alarak hem kendilerine hem de yavrucağızlarına ebedî bir lûtufta bulunmuştur.
Hayatın med-cezirleri içinde kulluk vazifelerini yüksek bir kalbî keyfiyetle îfâ etmenin Allâh’ın fazl u ihsânına nasıl vesîle olduğunu, şu kıssa ne güzel ifade eder:
Allah Teâlâ peygamberlerinden birine vahyederek şöyle buyurdu:
“‒Ben, filân kulumun, ömrünün yarısını fakirlik, yarısını da zenginlikle geçirmesine hükmettim. Hangisini evvel isterse onu vereceğim. Kendisine sor, arzusunu beyân etsin.”
O peygamber, bu adamı çağırdı ve gelen vahyi haber verdi. Adam, sâliha bir hanım olan zevcesiyle istişâre etmek istediğini söyledi. İstişâresi üzerine de hanımı:
“–Zenginliğin evvel olmasını tercih et!” dedi. Adam:
“‒Zenginlikten sonra fakirlik zordur. Fakirlikten sonra zenginlik ise pek tatlıdır.” dediyse de hanımı:
“–Sen bu hususta benim dediğime bak!” karşılığını verdi. Adam, o peygambere gidip, evvelâ zenginliği tercih ettiğini bildirdi. Allah Teâlâ ona bütün zenginlik kapılarını açtı, adam büyük bir bolluk ve berekete kavuştu. O firâsetli hanım, kocasına dedi ki:
“–Eğer bu nîmetin, ömrünün sonuna kadar devam etmesini istiyorsan, Allâh’ın kullarına karşı cömert ol. Kendine bir elbise aldığın zaman, muhakkak bir fakire de elbise al...” Adamın ömrünün ilk yarısı böyle bolluk içinde ve şükür ile geçince, Allah Teâlâ o peygamberine şöyle vahyetti:
“–Ben o kulumun ömrünün yarısını zenginlikle, yarısını da yoksullukla geçirmesini takdir etmiştim. Fakat o kulum bütün nîmetlerime şükretti. Şükür ise nîmetin ziyâde ve devamlı olmasını gerekli kılar. O sâlih kuluma, ömrünün geri kalan kısmını da zenginlikle geçirmesini takdir ettiğimi müjdele!”[9]
Buna benzer misaller çoktur. Hikmet gözüyle bakabilene ve idrâk edebilene ne mutlu!.. Yine tefekkür etmeliyiz ki:
Herkesin zengin, herkesin âmir, herkesin yüksek mevkide olması; aklen ve mantıken de mümkün değildir. Zira bir toplumda, her kademeden insana ihtiyaç vardır. Kimi âmir, kimi memur olacak; kimi tüccar, kimi çiftçi olacak. Kimisi iş yeri kuracak, kimisi de onun yanında çalışacak. Bu vazifeler de toplumda; kâbiliyetler, imkânlar, tahsiller ve benzeri şartlara göre taksim edilir. Fakat bu, işin zâhirî tarafıdır. Aslında sır ve hikmetlerle dolu ilâhî bir istihdam, bütün kâinatta cârîdir. Zaten tefekkür edersek anlarız ki; o istîdat ve kâbiliyetleri de yaratıp takdir ve taksim eden, Allah Teâlâ’dır.
Kıyâmet gününde herkesin mes’ûliyet hesabı, şartlarına göre tahakkuk edecektir. Bu itibarla Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mes’ûliyet korkusundan hayatını dâimâ riyâzat hâlinde devam ettirdi. Kızı Hafsa Vâlidemiz’in, birazcık maîşetini genişletmesi teklifine karşı;
“‒Kızım! Yüküm hafif, hesabım kolay olsun!” dedi. Sonra ekledi:
“‒İki dost (Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Hazret-i Ebû Bekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Ebû Bekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”[10]
Bu misallerin ışığında, gönül gözüyle ve ibret nazarıyla bakıldığında görülür ki bu cihan; Allâh’ın esmâsının tecellîlerinden ibarettir. Bu dünyada kimisi el-Kābıd ve el-Mâni‘ gibi esmânın tecellîsiyle fakir olacak, kimisi el-Vehhâb ve el-Latîf gibi esmânın tecellîsiyle zengin olacak. Bazısı sıhhatli, bazısı hasta, bazısı sağlam ve güçlü, bazısı zayıf ve âciz olacak. Her insan, bu tecellîler içinde kendisine nasîb olan imkân ve şartlarla imtihana tâbîdir.
Allah Katında Kıymet
Burada şu hususa dikkat edilmelidir ki; bir kimsenin zengin olması, Allah Teâlâ’nın ona kıymet verdiği mânâsına gelmez. Aynı şekilde bir kimsenin fakir olması da, aslâ onun Allah katında değersiz olduğunu ifade etmez. Her şeyi dünyalıkla ölçen maddeci zihniyetin içine düştüğü bu gaflet, âyet-i kerîmelerde şöyle beyan buyrulmaktadır:
“İnsan, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde der ki:
«–Rabbim bana ikrâm etti (beni değerli kıldı).» Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise der ki:
«–Rabbim beni önemsemedi.»” (el-Fecr, 15-16)
İşte bu hâlet-i rûhiye, dünyanın bir imtihan âlemi olduğu gerçeğinden gafletin bir neticesidir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, nîmetleri de mahrumiyetleri de kullarını imtihan için verdiğini bildirmektedir. Bir başka âyet-i kerîmede; insanların doğup yaşadıkları toplum ve coğrafyanın, farklı husûsiyetlere sahip olduğu bildirilir. Devamında ise bu farklılıklar içerisinde Hak katındaki yegâne kıymet ölçüsünün “takvâ” olduğu şöyle beyan buyrulur:
“Ey insanlar! Doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır...” (el-Hucurât, 13)
Bu âyet-i kerîme, Medîne pazarında satılan bir köle hakkında nâzil olmuştur:
Herkesin talip olduğu bu güçlü-kuvvetli köle, hizmetinde bulunacağı kişiden tek bir şey istiyordu:
“Namazlarını Allah Rasûlü ile birlikte, cemaatle kılmasına müsâade edilmesi.” Nitekim bu şartı kabul edilerek satın alınan köle, beş vakit namazını büyük bir vecd ve şevk ile Peygamber Efendimiz’in ardında kılmaya başladı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de; bu sâlih mü’mine çok alâka gösterir, mescide geldiğinde mutlaka gözleri onu arardı. Öyle ki bu hizmetkâr hastalandığında, ashâbıyla ziyaretine gitti. Vefât ettiğinde ise, defnine kadar her şeyiyle alâkadar oldu. Muhâcir ve Ensâr, bu köleye gösterilen iltifat ve ihtimâma hayret ettiler ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, s. 411-412) Demek ki Allah katında da, Rasûlullah Efendimiz nezdinde de bir kulun en kıymetli husûsiyeti;
İslâm cemaati içinde, gönül vecdiyle Cenâb-ı Hakk’a secdeler ederek, Allah ve Rasûl’ü ile beraberlik iştiyâkı duymaktır. Bunun için de hayatın her safhasını Rasûlullah Efendimiz’in ölçüleriyle tanzim ederek, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bir takvâ hayatı yaşayabilmektir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“(Rasûlüm!) Sana; odaların ötesinden (kabaca ve nezâketsizce) seslenenlerin çoğu, akletmeyen (câhil) kimselerdir.” (el-Hucurât, 4) Demek ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıymetini takdir edememek, O’nu tanımamak, O’ndan mahrum kalmak, en büyük cehâlet ve nâdanlıktır. Diğer taraftan, insanın dünya hayatında; servet, evlât, güç ve kuvvet gibi şeylere istekli olması, nefsin bir husûsiyetidir. Yani bunlar, imtihan gereği konulmuş nefsânî câzibelerdir.
Mü’min; bu hususta dünya hayatına aldanmamalı, mahrum kaldığı dünya nîmetleri için üzülmemeli, her hâlükârda şükretmeli, Allah katındaki kıymeti, takvâ ve ukbâ ölçüsüyle değerlendirmelidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; insanın başka hayat ve kaderlere özenme duygusunu, şu hadîs-i şerîfleriyle hayra yönlendirmiştir:
“Hayat şartları sizinkinden daha aşağıda olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız! Bu, Allâhʼın, üzerinizdeki nîmetini küçük görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)
“...Kim dîni hususunda kendisinden üstün olana bakıp ona tâbî olur, dünyası hususunda da kendinden aşağıda olana bakıp Allâh’ın kendisine vermiş olduğu üstünlüğe hamd ederse, Allah o kişiyi şükredici ve sabredici olarak yazar...” (Tirmizî, Kıyâmet, 58/2512) Diğer taraftan, herkesin mes’ûliyeti ayrıdır. Çünkü her ferdin mes’ûliyetinin hudutları, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetler ve imkânlar ölçüsündedir.
Sahâbe-i kirâm; İslâm nîmeti ve sahâbe olma lûtfunun bedelini ödeyebilmek için, dünyanın her tarafına tebliğe koştu. Büyük bir mes’ûliyet şuuru içinde, yılmadan, üşenmeden fedakârca gayret gösterdi. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:
“Sonra o gün (kıyâmet günü), nîmetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?” (et-Tekâsür, 8) Peygamberler dahî bu mes’ûliyetten âzâde değildir. Rabbimiz buyurur:
“Elbette kendilerine peygamber gönderilen toplumları da sorguya çekeceğiz, gönderilen peygamberleri de mutlaka hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu sebeple, Vedâ Hutbesi’nin sonunda üç sefer;
“–Tebliğ ettim mi?” diye ashâbına sormuş, onlar da;
“–Evet yâ Rasûlâllah! Tebliğ ettin!” diye cevap verince, yine üç sefer;
“–Şâhid ol yâ Rab!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Meğâzî, 77) Demek ki asıl meselemiz; dünyada daha fazla nîmete kavuşmak değil, nâil olduğumuz nîmetlerin şükrünü edâ edebilme gayreti içinde olmaktır.
Boş Vesveseler
Gâfil insan; içinde bulunduğu hâlin kıymetini idrâk edemez, perverde olduğu nîmetlere şükretmek ve onlarla Allâh’ın rızâsını tahsil etmek yerine, boş ve faydasız vesveselere kapılır. Ulaşamadığı nîmetlerin peşinde bir ömür boyu koşturup durmaktan, elindeki nîmetler için doğru düzgün şükretmeye vakit bulamaz. Üstelik nefis ve şeytan, zaman zaman sûret-i haktan görünerek telkinlerde bulunur. Meselâ bu telkinlere îtibar eden fakir biri;
“–Keşke zengin olsaydım, şöyle şöyle yardımlar yapardım!” lâkırdısıyla meşgul olur. Bedenen zayıf veya hasta ise;
“–Keşke sağlam ve güçlü olsaydım. Şöyle gayret ederdim!” diye kendini avutur. Nefsânî arzularına, şeytanın süslediği kılıflar bulur. Allâh’ın kendisine verdiği imkânlardan gâfil kalır da, imtihan îcâbı vermediği hususların peşinde nefes tüketir. Bu başka hayatlara özenmeler yüzünden, kendi hayatında yapabileceği gerçek kulluk ve gayretlerin farkına varamaz. Ömrünü boş heves ve temennîlerle israf eder.
Hâlbuki sahâbe-i kirâm efendilerimiz, infâk edebilmek için zengin olmayı beklememiş, fakirken de infâk ehli olabilmeyi başarmışlardır. Bir hurması varsa yarısını paylaşarak, hattâ kimi zaman kendi muhtaç olduğu nîmeti bir başka muhtaç kardeşine devrederek cömertliğin zirvesi olan “îsâr” ahlâkını sergilemişlerdir. Yani “Keşke zengin olsam da infâk etsem.” diyerek kendilerini avutmamış, ellerinde ne varsa onunla Allâh’ın rızâsını talep ederek hayırda yarışmışlardır. Yine onlar, hiçbir zaman takdîre rızâsızlık ve başkalarının elindekine hased etme gafletine düşmemişler, dâimâ Allâh’ın lûtfettiği istîdat ve imkânları terakkî ettirmeye gayret göstermişlerdir. Hulâsa; ömür sermâyelerini boş temennîlerle değil, dolu dolu gayretlerle değerlendirmişlerdir.
Tasavvufta; mâzî tahassürleri ve istikbâl kaygıları, insanı, içinde bulunduğu zamanı lâyıkıyla değerlendirmekten alıkoyan ve asıl menziline varmasına mânî olan ağır yükler ve engeller olarak görülmüştür. Bu sebeple; “İbnü’l-vakt / vaktin çocuğu” olmak, yani yaşanan ânı en iyi şekilde değerlendirme şuuruna sahip olmak teşvik edilmiştir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Eğer başına bir iş gelirse;
«–Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.» deme!
«–Allâh’ın takdîri böyleymiş; O dilediğini yaptı.» de. Zira; «Keşke şöyle yapsaydım.» sözü, şeytanın vesvesesine yol açar.” (Müslim, Kader, 34)
Burada bahsettiğimiz mâzî tahassürleri, daha ziyade dünyevî değerlendirmelerdir. Elbette kul, geçmişte işlediği günahlarının muhasebesini yapacak ve; “Keşke yapmasaydım!” diye nedâmet duyacak, tevbe ve istiğfâr edecektir. Fakat; “Keşke paramı şuraya yatırsaydım, keşke şöyle bir evlilik yapsaydım, keşke şu mesleği seçseydim, keşke şuradan bir arsa alsaydım...” gibi dünyevî değerlendirmeler, zihni ve gönlü lüzumsuz yere yorup yıpratan ve rızâsızlığa sevk eden evhamlardır.
Vazifen Nedir?
Mü’min düşünmelidir:
Zenginse vazifesi nedir? Sahip olduğu serveti;
- Allâh’ın emâneti olarak görmek.
- Riyâzat içinde yaşayıp fazlasını Allah yolunda infâk etmek. İsraf ve pintilikten uzak durmak.
- Allâh’ın verdiği imkânları, Allah yoluna sarf etmek.
- Kendine zimmetli kardeşlerine sahip çıkmak.
- Velhâsıl “ağniyâ-i şâkirîn”den / şükreden zenginlerden olabilmek. Nitekim Cenâb-ı Hak, zenginliğin vazifelerini yerine getiren Süleyman -aleyhisselâm- hakkında; “O ne güzel bir kul!” buyurmuştur. (Bkz. Sâd, 30)
Fakirse vazifesi nedir?
- Sabır ve hâle rızâ içinde, kendi imkânlarıyla kulluk ve gayretlere devam etmek.
- Mahrumiyetleri, hatâ ve isyanlara mazeret kılmamak.
- “Niçin, neden?” dememek, şikâyeti unutmak.Nitekim Peygamber Efendimiz’in de açlıktan karnına taş bağladığı zamanlar oldu. Fakat aslâ hâlinden şikâyet etmedi, dâimâ hamd, şükür ve rızâ hâlinde yaşadı.
İşte bu hâl, “fukarâ-i sâbirîn”den / sabreden fakirlerden olmaktır ki; onların rızâ-yı ilâhîye nâiliyet bakımından şükür ehli zenginlerle aynı durumda bulundukları, hattâ Cennet’e onlardan daha erken girecekleri bildirilmiştir.
Hayatın bütün sıkletlerine tahammül gösteren Eyyûb -aleyhisselâm- hakkında da Cenâb-ı Hak; “O ne güzel bir kul!” buyurmuştur. (Bkz. Sâd, 44)
Hasta ise vazifesi nedir? Hasta, engelli ve benzeri durumda olan kişi;
- Hayatındaki sıkıntıların, kendisi için günahlara keffâret, terfî-i derecât ve bir ecir kaynağı olduğunu unutmamalıdır.
- Mahrum olduğu her nîmetin, mes’ûliyet ve hesabından kurtulduğu için sevinmelidir.
- Eğer sabredebilirse, nâil olacağı ecirleri tefekkür ederek huzur bulmalıdır.
- Muhtelif hastalıklarla imtihan edilen peygamberleri kendisine örnek almalıdır.
- Bir âmâ belki de kıyâmet günü, dünyada âmâ olarak yaşadığına şükredecek; “–Fânî hayatta gözlerim görseydi, kendimi bazı menfî hâllerden koruyamayacaktım. Gördüklerim sebebiyle belki pek çok günaha sürüklenecek ve şimdi onların hesabını veremeyecektim.” diye sevinecek.
- Hastalara hizmet eden yakınları da; “–Bu hasta bana zimmetlidir.” diye düşünmeli, onu kendisi için bir ecir vesîlesi olarak görmeli, ona hizmet ederek hayır duâlarını almaya gayret göstermelidir.
Güçlü-kuvvetli ise vazifesi nedir? Cenâb-ı Hak âhirette bütün kullarına;
- “–Sana verdiğim gücü-kuvveti nerede kullandın?” diye soracaktır. Bu sebeple mü’min; bütün imkânlarını, tıpkı sahâbe-i kirâm gibi, Allah yolunda seferber etmelidir. Güçsüzlerin kendisine zimmetli olduğunun idrâki içinde yaşamalıdır.
- Çünkü Allah yolunda hem bedenimizle, hem vaktimiz ve gücümüzle, hem de maddî imkânlarımızla gayret ve hizmet etmemiz gerekmektedir.
Gençse vazifesi nedir?
- Gençliğin kıymetini bilmelidir.
- Heyecan ve enerjisini Allah yolunda kullanmalıdır.
- İlkbahar mevsiminde tabiatın nasıl coştuğuna ibretle bakıp kendine örnek almalıdır. Bu mevsimi değerlendirme hususunda idrâki; ağustos böceği gibi vız vız etmek değil, karıncalar gibi gayret etmek olmalıdır. Unutmamak îcâb eder ki gençlik, hayatta bir seferdir. Verilen fırsatların tamamı bir defaya mahsustur. Bu bakımdan gençliği, ashâb-ı kirâmın gençlerini örnek alarak ihyâ etmek elzemdir. Onların, gencecik yaşta nefsâniyetin değil rûhâniyetin hazzı içinde yaşayıp Allah Rasûlü’nün etrafında nasıl pervâne olduklarını hatırdan çıkarmamak gerekir.
Yaşlıysa vazifesi nedir?
- Ömrünün sonuna kadar ibadet şuuruyla, yeni nesillere güzel bir örneklik içinde, şefkat ve merhametli bir insan olmaya gayret etmelidir.
Sonbaharın sararan yapraklarından ve kuruyan ağaçlarından ibret alıp, bu manzara içinde kendi hâlini, yani ömrünün resmini görmelidir. Çünkü insan, hayatının başında tıpkı ilkbaharda muazzam bir canlılık, yeşerme ve verimlilik yaşarken, yaşlılık vaktinde de sonbahar gibi bunun tersini yaşar. Görür ki artık selviler el sallamaya başlamış. Bu bakımdan kerâhat vakti içinde olduğunu iş işten geçmeden idrâk etmeli ve âhiret hazırlığını artırmalıdır.
İdareciyse vazifesi nedir?
- Emri altındakileri adâlet ve hakkâniyetle idare etmeli, mes’ûliyetini hiçbir zaman unutmamalıdır.
- Makam ve mevkînin getirebileceği enâniyet, gurur ve kibir gibi zehirli duyguları kalbinden temizleme gayretinde olmalıdır.
- Bütün muvaffakıyetleri Allah’tan bilip, kusurları nefsine izâfe etmelidir...
Başkasının emri altındaysa vazifesi nedir?
- Kazancını helâl ettirme gayreti içinde, dürüstçe çalışmalıdır.
- İnsanlara faydalı olmalıdır.
- Yaptığı işi; en güzel şekilde ve olması gerektiği gibi yapmalıdır...
Anne-baba ise vazifesi nedir?
- Evlâtları ilâhî bir emânet olarak görmelidir.
- Onlara İslâm şahsiyet ve karakterini miras bırakmalıdır.
- Kur’ân tahsilini ve ahlâkını kazandırmalıdır.
- Onlara mutlaka helâl lokma yedirmelidir.
- Sâlih ve sâliha bir ebeveyn olarak, onlara güzel bir örneklik sergilemelidir.
Faydalı Tesellîler
Hâle rızâ için, şu telkinlere ihtiyaç vardır:
Meselâ yoksul bir kişi, kalbine şunu söylemelidir:
“Allâh’ın benim için takdir ettiği hâl, benim için en iyisidir. Zengin olsam belki de; Kārun’un durumuna dûçâr olup ömrümü ziyan edecektim. İsraf ve dalâlete düşecek, hesabını veremeyecektim…” Nitekim Ömer bin Abdülaziz kendisine;
“–Neyi seversin?” diye soranlara;
“–Ben yalnızca mukadderâtımı severim. (Yani Allah Teâlâ’nın benim hakkımdaki hükmünü severim.)” derdi. Meselâ çocuğu olmayan biri, şöyle bir tefekkürle huzur ve tesellî bulabilir:
“Hazret-i Âişe’nin de çocuğu olmadı ve hiç şikâyet etmedi.
Kehf Sûresi’nde bildirilen Hızır -aleyhisselâm- kıssasında olduğu gibi, belki de evlâdım olsa, hakkımda hayırlı olmayacaktı. Mahrûmiyete teslîmiyetle sabretmem ise, benim için elbette daha büyük bir ecir kaynağıdır.”
Devrimizde artan psikolojik rahatsızlıklar; ekseriyâ, hâle rızâsızlıktan, iç dünyadaki ihtilâç ve şikâyetlerden kaynaklanmaktadır. Bizler; Rabbimizʼin bizim hakkımızdaki takdîrine râzı olacağız ki, Cenâb-ı Hak da bizden râzı olsun.
Hâle rızâ öyle kıymetli bir kulluk edebidir ki Rabbimiz, Cennet’e davet ettiği kullarının; “رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” yani; “Allah’tan râzı (ve bu sayede) Allah da ondan râzı”[11] olarak oraya gireceklerini müjdelemektedir.
“Hâle rızâ” bahsinde şu hususa bilhassa dikkat edilmelidir ki; miskinlik, tembellik ve yapılması gerekenleri ihmâl etmek, hâle rızâ değildir.
İnsan, vazifelerini muhakkak yerine getirmelidir. Dünyası ve âhireti için îcâb eden ve üzerine düşen gayreti göstermelidir. Kimseye el açmadan rızkını elde etmeye çalışmalıdır. Hastaysa şifâ aramalıdır. Kimseye bâr olmamalı, bilâkis herkese yâr olmalıdır. Fakat kulun gayretlerinin netice verip vermemesi, yine ilâhî takdîre bağlıdır. İşte gerçek rızâ ve teslîmiyet, o netice ne olursa olsun, kulun Rabbine olan hüsn-i zannını, muhabbet ve rızâ hâlini kaybetmemesi, kalbin dâimâ Cenâb-ı Hakk’a râm olmasıdır.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tâif’e tebliğe gitmiş, ebedî kurtuluşları için çırpındığı insanlar tarafından alay ve hakaretlerle taşlanarak çok ağır bir karşılık görmüştü. O mahzun hâldeyken bile Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine rızâsını şu ifadelerle beyan etmişti:
“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!..
İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum...” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)
Cenâb-ı Hak, her hâlükârda kadere rızâ gösteren sâlih kullarından râzı olmaktadır. İşte bu rızâ hâli, tasavvufta nefs mertebelerinin en yüksek seviyelerini ifade eder. Rabbimiz buyuruyor:
“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, o bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.” (el-Hadîd, 22) Hadîs-i şerîfte de:
“Kadere îmân etmek, her türlü keder ve hüznü giderir.” buyrulmaktadır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 107)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler neticesinde Şam’a gitmekten vazgeçmişti. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer’e:
“–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:
“–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde!” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
“–Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz.
Ne dersin, senin develerin olsa da, bir tarafı verimli diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?” (Buhârî, Tıb, 30)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yıkılabilecek bir duvarın altından geçerken, yürüyüşünü hızlandırdı. Bunun sebebi sorulunca şöyle buyurdu:
“–Ben ansızın gelen ölümden hoşlanmıyorum.” (Ahmed, II, 356) Yani tedbir almak, kadere rızâsızlık değildir. Yine bir bedevî geldi ve sordu:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Devemi bağlayıp da mı Allâh’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim?” Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Önce onu bağla, sonra Allâh’a tevekkül et!” buyurdu. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 60)
İRÂDE VE KUVVELER
İnsanın suç veya günahı işlerken, vücudundaki birtakım hormonların yahut beyin fonksiyonlarının devreye girmesi de, irâdenin terbiyesine ışık tutan hakîkatlerdir. Zira insan, üç temel kuvve ile hareket eder:
- Kuvve-i Akliyye
- Kuvve-i Gadabiyye
- Kuvve-i Şeheviyye
İmâm-ı Gazâlî, bu üç kuvvenin ifrat ve tefritten kurtarılarak, îtidâl noktasına getirilmesinin ehemmiyetini bildirir. Kuvve-i Akliyyede İfrat:
En öz ifadesiyle; akla aşırı güvenmek, ona haddinden fazla değer atfetmek ve taşkınlıktır. Onu gerçek sınırları ve kâbiliyetleri içerisinde değerlendirmeyip putlaştırmaktır. Her şeyi akla ve aklın gücüne bağlamaya kalkışmaktır. Oysa akıl, bir âlettir. İki uçlu bıçak gibidir. Hayra da şerre de kullanılır. Her iki yöne de vasıtadır.
Dolayısıyla nefsâniyete râm olmuş bir akla dayanarak hareket etmek; insanı şerrin, isyanın ve mâsivânın kucağına bırakıverir. En olmadık iddiaların peşinde helâk eder. Firavunlar, Nemrutlar ve Ebû Cehiller, bu gerçeğin en bâriz ve ibretli misalleridir.
Onlar gibi kendi burnunun doğrultusunda giden her akıl, bir bakıma dalâlet ve isyan çukurlarında geziyor demektir. Bu itibarla şair Fuzûlî, aklın bu ifrat zaafına dikkat çekerek der ki:
Ben aklımdan isterim delâlet,
Aklım bana gösterir dalâlet!
“Ben aklımdan bana doğruya rehberlik etmesini isterim. Aklım da tam tersine beni dalâlete/sapkınlığa ve bâtıla yönlendirir.”
Şunu ifade etmeliyiz ki; vahyin rehberliğinden mahrum akıllar, -filozofların aklı da olsa- kendilerini bile irşâd edebilmekten âciz kalmışlardır. Çünkü onlar, Allâh’ın verdiği aklı nerede ve nereye kadar kullanacaklarını idrâk edememişlerdir. “Akıllıyız” derken dünyanın en ahmakça işlerini yapabilmişler ve milyonlarca insanı hakîkatten uzaklaştırmışlardır.
Meselâ meşhur Aristo; ahlâk felsefesinin birtakım kanun ve kâidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, ilâhî vahyin rehberliğinden uzak olduğu için, onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saadete kavuşmuş bir fert veya toplum göremeyiz. Çünkü filozofların kalpleri tasfiye, nefisleri tezkiye görmemiş; fikir ve fiilleri, vahyin müstesnâ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır. Bu sebeple, sistemleri de konferans salonlarından veya kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır. İşte onların ve ârif kulların hâline bir misal:
Güve ile Pervane:
Büyük şair ve mütefekkir Muhammed İkbal’in temsîlî olarak dile getirdiği şu hakîkat ne kadar mânidardır:
Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervaneye şöyle dediğini duydum:
“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin «faziletler şehri» mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın...”
Güvenin bu feryadına mukâbil, pervane; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:
“–Bak!” dedi; “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:
“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..” Yani pervane, yanık kanatlarını güveye göstererek hâl lisanı ile:
“Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi. Çünkü hayattaki ilâhî tecellîleri kavramak, başka türlü mümkün değildir. Nitekim yaratıldığından beri insanoğlunun idrâkini zorlayan muammâların başında gelen;
Dört ilâhî tecellî vardır:
- Zâhiri de bâtını da hayır,
- Zâhiri de bâtını da kahır,
- Zâhiri hayır, bâtını kahır,
- Zâhiri kahır, bâtını hayır.
Zâhiri de bâtını da hayır:
Allah yolunda kullanılan güç-kuvvet, sıhhat, ilim, helâl mal gibi bütün imkânlar, anne-babasına hayru’l-halef ve sadaka-i câriye olan göz nûru bir nesil…
Zâhiri de bâtını da kahır:
Kişiyi isyâna ve uhrevî felâkete götüren dünyevî sıkıntılar; hastalık, iflâs vb. musibetler…
Zâhiri hayır, bâtını kahır:
Doğduğunda göz aydınlığı ve gönül sürûru olan bir evlâdın, ileride fısk u fücûra veya küfre dûçâr olarak ana-babasına ağır bir musîbet hâline gelmesi; sahibini şımartıp azdıran zenginlik, gurur ve kibre götüren ilim, makam-mevkî vs…
Zâhiri kahır, bâtını hayır:
Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhisselâm- kıssasındaki sâlih gemicilerin gemisini zâlim kralın gasbından kurtarmak için Hızır -aleyhisselâm-’ın gemiyi delmesi, yine Hızır -aleyhisselâm-’ın ileride dalâlete düşecek çocuğu öldürmesi, Allah yolunda çilelere katlanmak, şehid olmak vs…
Hiç şüphesiz ki hayat, bu dört ilâhî tecellî etrafında devam edip gitmektedir. Mühim olan, onlardaki sırrı kavrayabilmektir. Ancak o zaman insanın aklî ve kalbî dengesi yerini bulur.
Bilir ki, meselâ bir tüccar iflâs edebilir. Dıştan bakıldığında bu bir kahır hâlidir. Ancak meselenin iç yüzünde, yani hâdisenin bâtınında, bu işin büyük bir hayra vesîle olması muhtemeldir. Çünkü bu sayede insan; bir yandan acziyetini kavrayacak, bir yandan çevresini tanıyacak, bir yandan tecrübe kazanacak, bir yandan da sabır ocağında pişerek olgunlaşacaktır. Öyle ki, bazen böyle bir durum, kimisi için ahlâkını muhafaza etmeye ve îmânını kurtarmaya vesîle olacaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“...Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Unutmamalı ki aklın, hem derin hakîkatleri idrâk etmekte hem de mâkul davranışlar sergilemekte noksanlığı pek çoktur. Çünkü hapishanelerdeki yığınla mahkûmun hiçbiri akılsız değildir, hattâ kimisi pek zeki kimselerdir. Fakat akıllı ve zekî olmaları, kendilerine bir fayda temin etmemiş, onları taşkınlık ve yanlışlıklardan koruyamamıştır.
Dolayısıyla bütün kıymetine rağmen tek başına akıl, her zaman noksan ve kifâyetsiz kalmaktadır. Mantık ilmi de felsefe de, aklın bu noksanlık ve kifâyetsizliğini gidermeye muktedir olamamıştır.
Akıl, ilâhî vahyin rehberliği altında hakîkati idrâk etme yolundaysa değerlidir. Aksi hâlde kendi başına hareket eden bir akıl; ya ifrata sürüklenip rûhâniyeti idlâl eder, muvâzeneyi bozar, yahut da tefrite düşerek sefilleşir.
Kuvve-i Akliyyede Tefrit:
Akılda tefrit, hamâkattir/ahmaklıktır. Böyle bir akıl; anlama kıtlığı içerisinde olan, alık, şaşkın ve bön bir akıldır. Tefrite düşmüş en zeki insan da, aslında en ahmak insan demektir.
Şu fânî hayattaki en büyük hamâkat, dünyayı âhirete tercih etmektir. Yani âhireti bir tarafa bırakmış olan akıl, dünyada ne kadar zekice işler yapsa da esâsında ahmaklık içindedir. Onun bu fânî âlemde hangi dalâlet girdabında boğulacağı belli değildir.
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, bir kimseyle arkadaş olmuştu. Bir gün yolda giderken bir kemik yığınına rastladılar. O şahıs hemen:
“–Yâ Îsâ, ne olur bana İsm-i Âzam’ı öğret de ben bu kemikleri dirilteyim.” dedi. Hazret-i Îsâ îkaz etti:
“–Sen gücünü aşan işlere kalkışma, haddini bil! Böyle taleplerden vazgeç!” Bu sefer adam:
“–Yâ Îsâ, o zaman sen oku da bâri dirildiğini göreyim.” dedi.
Hazret-i Îsâ, ufak çocukların oyun oynamalarına benzeyen bu istek ve kendisindeki yüce mûcizeyle bağdaşmayan bu rastgele ve yersiz ısrardaki ahmaklığa hayret ederek şöyle mırıldandı:
“–Yâ Rabbi, bu nasıl iş ki; kendisi (kalben) ölü olduğu hâlde kemikleri diriltmeye kalkıyor?!..”
Kuvve-i akliyyede tefrite sürüklenen ahmak kimselere, öğüt, nasihat, îkaz ve hatırlatmaların umûmiyetle bir faydası olmaz. Bu sebeple istifâde edecek kimseler dururken onlarla vakit kaybetmek de yanlıştır. Bunun içindir ki Hazret-i Mevlânâ g:
“Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!” îkâzında bulunur. Yine bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde koşuyordu. Adamın biri, merakla ardından yetişerek niçin koştuğunu sordu. Îsâ -aleyhisselâm-:
“–Ahmaktan kaçıyorum!..” deyince bu sefer adam:
“–Sen, nefesi ile körlerin ve sağırların şifa bulduğu, duâsıyla ölülerin dirildiği «Mesih» değil misin? İstediğin her şeyi yapabildiğin hâlde ahmaktan niçin kaçıyorsun?” diye sordu. Îsâ -aleyhisselâm-:
“–Yemin ederim ki İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum, onlar iyileşti; bir ölüye okudum, dirildi; bir fakire okudum, zengin oldu. Fakat o duâyı bir ahmağın kalbine binlerce defa okuduğum hâlde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi de ahmaklığından vazgeçmedi!” dedi. Hayreti daha da artan adam, Hazret-i Îsâ’ya tekrar sordu:
“‒İsm-i Âzam duâsı, her hastanın şifâ bulmasına vesîle olduğu hâlde niçin ahmaklığa tesir etmiyor? Bunun hikmeti nedir?” Îsâ -aleyhisselâm- cevap verdi:
“‒Ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise kahr-ı ilâhî’ye uğramayan iptilâlardır. İptilâ da bir hastalıktır; ancak sadece müptelâsına acınır. Ahmaklığa gelince, o da bir hastalıktır, lâkin ekseriyâ başkasını yaralar ve zarar verir.”
Kuvve-i Akliyyede Îtidâl:
Aklın her türlü ifrat ve tefritten, aşırılık ve gevşeklikten sâlim şekilde ilâhî bir denge içerisinde olmasıdır. Yani vahyin rehberliğine râm olarak makbul bir kıvam kazanabilmesidir. Kur’ân ve kâinatta sergilenen ilâhî sır ve hikmetlere vâkıf olabilmesidir.
İşte bunun için aklı vahyin belirlediği hudutlar içinde kullanmak şarttır. Nasıl ki gözün görme, kulağın da işitme mesafesi varsa, aklın da hiç şüphesiz ki bir idrâk mesafesi vardır. Akıl, o mesafenin dışına taştığı anda hiçbir işe yaramaz. Tıpkı atmosfer olmayan yerde insanın nefes alamayacağı gibi, akıl da kendi alanının dışında aynı durumdadır. Aklın her şeyi kavrayabileceğini düşünmek, küçük bir terazinin dağları tartabileceğini düşünmekten farksızdır. Hazret-i Mevlânâ’nın şu tespiti ne kadar mânidardır:
“Akıl insan için zarûrî ve gereklidir; ama insanda, aklın sınırlı olduğunu anlayacak kadar bir akıl olmalıdır.” Filozofların düştüğü aklın cinnetinden, her mü’min kendini muhafaza etmelidir. Dolayısıyla aklı, peygamberlerin irşâdı ile vahyin içinde kullanmak gerekir. Çünkü Hazret-i Mevlânâ’nın da dediği gibi:
“Hayvan, nasıl kâbiliyeti ile değer kazanırsa; insan da aklını, (vahyin rehberliğinde) kullanmasıyla değer kazanır.” Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e birisi medhedildiğinde, bu gerçeği kastederek;
“Aklı nasıldır?” diye sorardı. (Gazâlî, İhyâ, I, 211) Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da:
“İnsanlara (kendi aklınızın erdiği kadar değil), onların akıllarının kavrayacağı derecede söz söyleyin!” buyurmuştur. (Buhârî, İlim, 49) Çünkü akılların seviyeleri, yani bulundukları noktaya göre idrâk gerçekleşir. Tefrit hâlindeki bir akla bir gerçeği anlatmanın yolu ayrı, ifrat hâlindeki akla ayrı, îtidâl hâlindeki akla tamamen ayrıdır. Bunun içindir ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir bedevî gelerek:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben ne yaparsam Cennet’e girebilirim?” diye sorardı. Efendimiz de ebedî kurtuluş için lüzumlu olan en temel İslâmî vazifeleri hatırlatarak; “Sen şunları şunları yap, kâfî!” buyururdu. Fakat Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- gibi, idrâk kâbiliyeti yüksek bir sahâbî geldiğinde:
“–Bunları yapman kâfî değil, şunları şunları da yapmalısın.” şeklinde, onun seviyesine uygun telkinlerde bulunurdu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna girdim. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile tevhîd-i ilâhî hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiçbir şey anlayamadım. Hazret-i Ebû Bekir’e:
“–Bu hâl neyin nesidir? Siz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile hep böyle mi sohbet edersiniz?” diye sordum. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet, bazen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile başbaşa iken böyle sohbet ederiz.” buyurdu. (Bkz. Ahmed bin Abdullah et-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 52) Bir hadîs-i şerîfte de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Biz (peygamberler cemaati), insanların akıllarının alacağı tarzda konuşmakla emrolunduk.” buyurmuştur. (Deylemî, Müsned, c. I, s. 398, nmr. 1611) Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Ne kadar bilirsen bil; söylediklerin, muhataplarının anlayabileceği kadardır.”
“Okuyan, aklı miktarınca anlar.”
Bu dengeyi kavramak, akılları eğitme yolunda mühim bir düsturdur. Maksat, ifrat ve tefritten kurtarılmış ideal bir akıl ve idrâke ulaşabilmektir. Bunu da Hazret-i Mevlânâ şöyle tarif eder:
“(İdeal) akıl, sonradan ah çekmek için değil; düşünüp tedbir almak içindir.” Sonradan ah çekmemeye bağlı olarak Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da, ideal aklı takvâya göre değerlendirir:
“Akıllı kimse takvâ sahibi olan, akılsız da zâlim (nefsinin esiri) olandır.”
Aklın Sınırında
Filozoflar, akılla gidiyorlar, netice idlâle çıkıyor.
Kelâmcılar, vahyin içinde akılla gidiyorlar, fakat onlar da bir noktada kalıyorlar.
İşte bu sebeple tasavvuf ehli, aklın gücünün bittiği yerde teslîmiyetle kulluğun kemâline eriyor. Zira İslâm, teslîmiyet ile müsemmâdır. Bu açıdan ehl-i tasavvuf, Allâh’a, Peygamber’e ve Kitabullâh’a teslîmiyet göstererek yola devam ettiğinden, Allah ile cidâle girmiyor.
Allah ile ilk cidâle, kibri sebebiyle kuvve-i akliyyede ifrata sürüklenen şeytan cür’et etti ve mânen helâk oldu, ebedî hayatını mahvetti. O, aklının kifâyetsizliğini idrâk edemeyip Allâh’ın emrine karşı çıktı:
“–Ben, Âdem’den üstünüm.” dedi. Hâlbuki Allah ona:
“–Sen mi üstünsün, Âdem mi?” diye sormadı. Sadece; “İtaat et!” buyurdu.
Bugün de aynı şekilde Allâh’ın emirlerinden taviz vererek:
“–Bu zamanda başka türlü olmaz. Bana göre böyle olması lâzım. Bugün peygamber gelseydi, o da benim düşündüğüm gibi yapardı.” demek, ucu küfre varan akıl tutulmalarıdır.
Kuvve-i Gadabiyyede İfrat:
Kontrolsüzce kızmaktır ki, bunun adı hiddettir. Aklın âfetidir. Çünkü hiddet gelince akıl baştan gider. Bu itibarla müsbet ve ideal aklı zaafa uğratan en müthiş müessir, öfkedir. Nitekim cinayet ve zulümlerin büyük çoğunluğu bir anlık öfke neticesinde meydana gelmiştir. Nitekim şöyle denilmiştir:
“Öfke gelir göz kararır, öfke gider yüz kızarır.”
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Bana Cennet’e girmek hususunda bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinat Efendimiz:
“–Öfkelenme!” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aşırı öfkeye kapılan kimselere, abdest almalarını, ayaktaysa oturmalarını, oturuyorsa yatmalarını, yani bulundukları durumu değiştirmelerini tavsiye buyurmuştur.
Kuvve-i Gadabiyyede Tefrit:
Korkaklıktır. Korkaklığın en çirkin ve iğrenci, düşman ve zâlim karşısındaki korkaklıktır. Korkaklığın bertaraf edilmesi için de Allah’tan korkmak îcâb eder. Allah’tan korku arttıkça, fânîlerin korkusu azalmaya başlar ve nihayet hükmünü kaybeder.
Meselâ Fahr-i Kâinat Efendimiz, muhtelif krallara İslâm’a davet mektubu gönderirdi.
“–Bu mektubu kim götürecek?” diye sorduğu zaman birçok genç kalkar:
“–Yâ Rasûlâllah, bu şeref bana âit olsun!” derlerdi.
“Şu çölleri nasıl aşacağım, kralların göz işaretine bakan cellâtların karşısında bu mektubu nasıl okuyacağım?!.” diye düşünmezlerdi. Büyük bir îman celâdetiyle yola koyulurlardı. Kralların huzûruna dimdik vaziyette çıkarlar ve cellâtların hunhar bakışlarından hiçbir ürperti duymazlardı. Canları pahasına da olsa, Efendimiz’in hidâyete davet mektubunu İslâm şahsiyetine yaraşır bir vakar ile okurlardı.
Çünkü Allah ve Rasûl’ünün muhabbeti, onlarda fânîlere olan korkuyu sıfırlamıştı.
Kuvve-i Gadabiyyede Îtidâl:
Şecaattir. Yüksek bir irâde ile, gücü yerli yerinde ve gerektiği ölçüde kullanmaktır. Cezâlandırmada aşırılığa kaçmamaktır. Öfkeye kapılarak nefse mağlûp olma zaafını bertaraf etmektir.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Güçlü ve kuvvetli pehlivan, herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)
Kuvve-i Şeheviyye
Şehvet; ilâhî yasak ve haramların cazibesine kapılan bütün nefsânî isteklerin genel ifadesidir. Gerçekten de haramlarda ayrı bir cazibe vardır ki, insana azâb-ı ilâhîyi bile unutturacak ve hattâ umursatmayacak derecede onu tesiri altına alır. Yoksa peşinden gelecek onca azap karşısında haramlara kim talip olurdu ki? Hiç kimse. Eğer haramlardaki cazibe olmasaydı, imtihan sırrı da olmazdı. Çünkü cezbedici olmayan bir şeye kimse yaklaşmaz. Hiç iştahla toprak yemeye kalkan akıllı bir insan var mı? Hiç zevkle odun kemiren akıllı bir insan olabilir mi?
İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, insanoğlunu imtihan etmek üzere haramların ve yasakların içine ayrı bir câzibe koymuş ve insana kuvve-i şeheviyye denen bir özellik vermiştir. Bu özelliğin yoğunlaştığı ve insanların en çok cazibesine kapıldığı hususlar ise ekseriyetle şu üç nokta etrafında toplanır:
- Servet
- Şöhret
- Şehvet
Bu üç husus, nefsâniyetin insanlığa kolaylıkla galebe çalabildiği üç imtihan vesîlesidir. İnsanlar için ebedî kayıpların da kazançların da anahtarı bunlar olmuştur. Îmandan kaynaklanan güçlü bir irâde ile bunlara aldanmayıp istikâmetini koruyanlar kazanırken, nefsine yenik düşerek haram yollara sapanlar da dâimâ hüsrana uğramışlardır. Zayıf irâdeleri eriterek kendine râm etmesi sebebiyle niceleri, bir mücadelede karşı tarafa galebe çalabilmek için “servet, şöhret ve şehvet”i birer tuzak olarak kullanmışlardır.
Kuvve-i Şeheviyyede İfrat:
Fücur, yani günahlara dalmaktır. Cenâb-ı Hak, insanoğlunu imtihan için onun yapısına fücûru da takvâyı da ilham ettiğini beyan buyurmaktadır.[12] Bu demektir ki, fücûrun tedavisi takvâdır. Takvâ, Allâh’ın rızâ ve muhabbetini kaybetme korku ve endişesiyle O’nun sevmediği hâl ve davranışlardan titizlikle sakınmaktır. Yine Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu hâl ve davranışlara sımsıkı sarılmaktır. Bu sayede nefsâniyeti bertaraf edip rûhâniyeti inkişâf ettirmektir.
İnsan ancak takvâ hayatı içerisinde yaşadığı takdirde, kuvve-i şeheviyye hususunda ifratlardan kendisini muhafaza edebilir, günahlara sürüklenmekten kurtulabilir. Gafleten bir günaha düşmüşse, hemen tevbe eşiğine baş koyar. Müttakî bir kulun bütün hazzı; helâle, sevâba ve ecr-i ilâhîye yönelik olur. Velhâsıl insanlık haysiyetini zedeleyen şehvetin; edepsizlik, hayâsızlık ve iffetsizlik gibi âfetlerinden korunmak için, takvâ kıvamında bir kulluk hayatı yaşamak zarurîdir.
Zira takvâdan uzak bir gönül, nefs-i emmârenin girdaplarında mânen intihar ederek ebedî hayatını mahvetmiş olur. Allâh’ın rızâsına uygun düşmeyen bir hayat yaşar da ömür boyu çöllerdeki seraplara aldanır. Aldandıkça haktan, hayırdan ve ebedî kurtuluş yolundan ayrı düşer. Şayet biraz tefekkür edip düzelmeye niyet etse bile, küçük bir şeytanî tahrikte yine tevbesini bozar. Günahlardan bir türlü el çekemez.
Dolayısıyla takvâ, ebedî kurtuluş için yegâne çıkar yol ve mutlak bir mecburiyettir. Yoksa insan, kuvve-i şeheviyyede dengeyi kuramaz. İfrattan kaçayım derken tefrite düşer.
Kuvve-i Şeheviyyede Tefrit:
Cümûd, yani donukluktur. Beşerî hayatta cansızlık, hareketsizlik ve pasiflik demektir ki, bu da aslâ makbul değildir. Bir yanlıştan diğer bir yanlışa kapılmaktır. Hristiyanlıktaki evlenmeyi yasaklayan ruhban hayatının birtakım çirkin fiillere sebebiyet vermesi gibi. Bütün bunlar, insanın ilâhî ölçü ve denge içerisinde eğitilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Kuvve-i Şeheviyyede Îtidâl:
İffet, hayâ ve edep ölçüleriyle helâl dairesi içinde yaşamaktır. Bu ölçüler, kuvve-i şeheviyyenin insana veriliş gâyesi olan neslin devamı ve imtihân-ı ilâhîde kalbin kıvamı hususunda İslâm ahlâkının en temel şartıdır. Öyle ki tasavvuf büyükleri:
“Yolumuzun başı da sonu da edeptir.” buyurmuşlardır. Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle ifade eder:
“«Îman nedir?» diye aklıma sordum. O da kalbimin kulağına eğilip; «Îman edepten ibarettir...» diye fısıldadı.” Velhâsıl ifrat ve tefritlerden kurtulup îtidâli bulmak, ancak mânevî terbiye neticesinde hâsıl olur. İşte bu terbiyenin adı “tasavvuf”tur.
TASAVVUF VE İRÂDE EĞİTİMİ
Tasavvuf, irâde eğitimidir. İrâdenin merkezi olan, kalp ve nefsin tasfiye ve tezkiyesidir. Bunun için seherler gibi belirli zaman dilimlerinde Cenâb-ı Hakk’a secde, tevbe, istiğfar ve zikre devam edilir. Zikir ve seyr u sülûk, tedricî olarak terakkî ettirilir.
Sâlik, fâsıklarla beraberlikten muhafaza edilerek, takvâya alıştırılır. Bu yolda kalbin korunması elzemdir. Nasıl bir mücevher ortalık yerde bırakılmaz, bir pamuğun içinde, zarif bir kutuya konulur ve hırsız çalmasın diye kasalarda saklanırsa, kalbi de koruyup çaldırmamak gerekir. Çünkü kalbin hırsızları vardır. Bunlar fâsıklardır, nefsânî câzibelerdir, şeytanî vitrinler veya ekranlardır. Yine sâlik, sohbet ve sâlihlerle beraberlik sayesinde, mâneviyâta adım adım ısındırılır. Hizmet ve gayretlerle, güzel ahlâk aşılanır.
Tasavvufî terbiyede, günahkâra bir gönül doktoru merhametiyle yaklaşılır. Öfke ve hiddet gösterilerek uzaklaştırılmaz. İnsan, irâde zaafına düşerek, bin kere de hata etse ve tevbesini bozsa, tasavvufî irşad ve ıslahın ümit kapısı yine de açıktır. Rivâyete göre birbiriyle yakın dost olan iki dervişin biri istikâmetini kaybettiği için, diğerine:
“–Artık bu kardeşinden vazgeç!” derler. O ise:
“–Ne münâsebet! Bilâkis o, asıl şimdi bana muhtaç oldu. Böyle bir zamanda onu terk etmek doğru olur mu hiç?! Ben şimdi ona öğüt vereceğim ve hâlini ıslah etmesi için Allâh’a duâ edeceğim.” der.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesi de, düştüğü bir zaaf neticesinde son derece mahcup olup dergâhtan kaçar. Bir müddet sonra, gönlü harâbeye dönmüş bu talebe, dostlarıyla çarşıdan geçmekte olan Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin gözüne ilişiverir. Talebe, hocasını fark edip utancı sebebiyle derhal uzaklaşır. Durumu sezen Cüneyd-i Bağdâdî g, yanındakilere:
“–Siz dönün, benim yuvamdan bir kuşum kaçmış!” deyip talebesinin ardınca gider. Geri dönüp bakan talebe, hocasının kendisini takip ettiğini görünce heyecana kapılarak adımlarını sıklaştırır. Girdiği bir çıkmaz sokakta mahcûbiyetin verdiği telâşla, gayr-i ihtiyârî başını duvara çarpar. Hocasını karşısında gördüğünde ise renkten renge girip başını önüne eğer. Hazret müşfik sesiyle:
“–Evlâdım! Nereye gidiyorsun, kimden kaçıyorsun?! Bir hocanın talebesine yardım ve himmeti asıl böyle zor günlerde ve müşkül zamanlarda olur.” der ve onu gönül sarayına alıp dergâhına götürür.[13]
İşte tasavvufî hayatta, mahlûkâta Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakılır. Bir insan ne kadar günaha batmış olursa olsun, onun özündeki mükemmelliğe îtibâr edilir. Ona sırt çevrilmez. Onun tevbeye yönelmesi arzu edilir. Ebedî hayatını kurtaracak bir can simidi olmaya gayret edilir. Şu misal, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:
Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet yahut zikir esnâsında, sarhoşun biri çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Hazret-i Mevlânâ, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben;
“–Şarabı o içmiş, fakat âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” îkâzında bulunur. Zira mahlûkâta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakabilmek; günaha olan nefreti günahkâra taşırmamayı gerektirir. Günahkâra öfkelenmek yerine, bilâkis onu yaralı bir kuş gibi şefkat ve tedaviye muhtaç görüp ona acımayı îcâb ettirir. Îman nîmetinden mahrumlara veya irâde zaafına uğrayıp nefsine uyanlara, yılanların soğuk ve zehir saçan diliyle değil, rahmet lisânıyla yaklaşarak evvelâ gönüllerini fethetmek gerekir.
Mevlânâ Hazretleri’nin gönül ufkundaki şefkat ve merhameti gösteren şu duâ ne kadar mânidardır:
“Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sâlih kullarının ümid etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?
Ey Yüce Allâh’ım! Eğer Sen, yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yalvarsınlar?.. (Muhakkak ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)”
Tasavvuf Tarifleri
Tasavvuf, kalben safâya ermektir. Zâhir ve bâtını, iç ve dış âlemi Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hâline benzetebilme gayretidir. Zira hadîs-i şerîfte buyrulmuştur:
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraberlik için de O’nunla hâl, amel, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde bulunmak elzemdir. Tasavvuf, Allah Rasûlü’nün kalbî hayatını, kalbimize nakşedebilmenin, O’nun gönül dokusundan hisseler alabilmenin eğitimidir. Tasavvuf, hayatı baştan sona, Peygamber Efendimiz’in yaşadığı gibi îtidâl üzere yaşayabilmektir. Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beşeriyete rehber ve âlemlere rahmet olarak gönderildi.
Yeri geldi, bir insanın başından geçebilecek en ağır imtihanlardan geçti. Lâkin tevekkül ve teslîmiyetini bir an dahî kaybetmedi. Yeri geldi, taşlandı. Kendisine bu zulmü revâ görenlere bedduâ etmedi. Bilâkis nesillerinden İslâm’a hâdim neferler çıkarması için Rabbine ilticâ etti. Yeri geldi, binbir çile çemberinden geçirildi. Fakat sabır ve şükürde zirve bir örnek oldu. Yeri geldi, putperest kavmi tarafından en ağır hakaret ve zulme mâruz kaldı. Fakat dâvâsından aslâ vazgeçmeyip dâimâ Rabbine sığındı ve O’na teslim oldu. Hiçbir zaman kibirlenmedi. Hayatının hiçbir ânında “benlik, enâniyet, gurur ve ucub” olmadı. Bilâkis dâimâ tevâzuun zirvesinde yaşadı. Nâil olduğu nîmet ve muvaffakıyetleri aslâ nefsine mâl etmedi. Dâimâ:
“–Sen lûtfettin yâ Rabbi! Sen’in ihsânın, Sen’in ikrâmındır...” dedi. Bütün mahlûkâta karşı kalp âlemi, pamuktan daha yumuşaktı. Dâimâ merhamet ummânı oldu. Kendisi ihtiyaç içerisinde olsa dahî infak hâlinde idi. Her zaman kendinden önce ümmetini düşündü. Elindeki bütün imkânlarla bir “cömertlik âbidesi” hâlinde yaşadı. Dâimâ gayret ve cesaretin zirvesinde idi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur:
“Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken, biz bazen Peygamber Efendimiz’in arkasına sığınıyorduk. Hepimizin en cesuru O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.” (Ahmed, I, 86) Beşerî hayatta incelik ve zarâfet, tabiat-i asliyesi idi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, son derece rakik ve hassas bir kalbe sahipti. Bir gün mescidin kıble duvarında bir tükrük gördü ve o kadar müteessir oldu ki mübârek yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Ensar’dan bir kadın hemen kalkarak tükrüğü kazıdı ve oraya güzel bir koku sürdü. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz rahatlayıp; “Ne güzel oldu.” buyurdu. (Nesâî, Mesâcid, 35; Bkz. Müslim, Mesâcid, 13)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- etrafına servet dağıtmadı. O’nun tevzî ettiği, İslâm’ın muhteşem şahsiyet ve karakteriydi. İlk tebliğinde dahî, evvelâ şahsiyetini tescil ettirdi, sonra insanları ebedî kurtuluşa davet etti. Bir mü’minin de, mü’minlerden “hüsn-i şehâdet” alabilmesi çok mühimdir. Bütün evliyâullah, Hak yolundaki kahramanlar ve cihangirler dâimâ müslümanlar tarafından hayırla yâd edilmişlerdir. Onlara yapılan duâlar; “عَلَيْهِ الرَّحْمَةُ وَالْغُفْرَانُ” yani “Allâh’ın rahmet ve mağfireti üzerlerine olsun” sözleriyle devam etmektedir. Cenâb-ı Hak bizden de böyle bir şahsiyet arzu ediyor.
Tasavvufun gâyesi, kalp âlemini Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı selîm bir hâle getirmektir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönül ikliminden hissedâr olabilmenin gayreti içinde bulunmaktır. Yani gönlü, “muhabbetullah” ve “mârifetullah”ta merhaleler katedecek bir kıvama ulaştırabilmektir.
Tasavvuf: Takvâ üzere yaşama sanatıdır. Tasavvuf: Hayatın med-cezirlerine ve acı-tatlı sürprizlerine takılmama sanatıdır. Tasavvuf: Değişen şartlar altında şikâyeti unutma, muvâzeneyi koruma ve dâimâ Allâh’ın takdîrine râzı olma sanatıdır. Tasavvuf: Güzel ahlâka kavuşabilme sanatıdır. Tasavvuf: Mukaddes bir eğitimdir. Tasavvuf: Zâhiren ve bâtınen kendini ikmâl eden mü’minin mahlûkâta yönelerek onların eksiğini-noksanını telâfi gayretine girmesidir. Tasavvuf: Kulu kalben Allâh’a vâsıl ederek huzura kavuşturan yoldur. Tasavvuf: Kitap ve Sünnet’i kalbî derinlikle hissedip vecd içinde yaşamaktır. Tasavvuf: Ömrü ebedî saâdet müjdeleriyle gelen bir son nefese hazırlamaktır. Tasavvuf: Hayatı ihsan duygusu içerisinde, yani ilâhî kameraların gözetimi altında olduğumuzun şuur ve idrâkiyle geçirebilmektir. Tasavvuf: Süflî duyguların temizlenmesi ve ulvî duyguların inkişâfı neticesinde, ilâhî azamet tecellîleri ve kudret nakışlarının hayranlığı içerisinde, büyük bir aşk, vecd ve istiğrâk ile yaşayabilmektir. Böyle bir kalbî kıvamın mektebi olan tasavvuf, diğer adı ile takvâ, ihsân ve zühd; muhabbetullah ve mârifetullah bahsinde, gönüllerden mîrâca doğru açılmış mânevî bir pencere mahiyetindedir. Tasavvufta verilen irâde eğitimiyle, nefsin mertebeleri terakkî ettirilir.
Nefs Mertebeleri
Nefs-i Emmâre: Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrik eden, en süflî durumdaki isyankâr nefistir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir. Bu mertebedeki nefs, Kur’ân-ı Kerîm’de “katılaşmış kalp” olarak ifade edilen bir nevi “canlı cenâze” durumundadır.
Nefs-i emmâre, kâfirlerin ve münâfıkların “gaflet”e dûçâr olmuş kalbidir. Gaflet ise şu çirkin ahvâldir: Gaflet; kalp gözünün önüne perde çekilmesidir. Gözün önüne iki parmak konulunca hiçbir manzaranın görülmemesi gibi, gâfil kimse de hakkın ve hayrın dâvetine sağır, hikmet ve hakîkatin nûruna âmâdır. Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, dünyaya geliş ve gidiş niye, bu akış nereye?.. Farkında değil! Cenâb-ı Hak gâfilin hâlini şöyle tasvîr eder:
“Şüphesiz ki yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (el-Enfâl, 22) Sağırlar, vahyin sesini duymayanlar; dilsizler de ağzında hiçbir Hak kelâmı olmayanlardır. Gaflet; fıtrattaki meziyetlerin körelmesidir. Gaflet; günün ortasında Güneş’i kaybetmeye benzer. Gaflete dûçâr olan insan, okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemiden farksızdır. Gaflet; yaratılış sebebini unutmak, dünya hayatına aldanmak ve âhiretten bîgâne kalmaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Huzûrumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına râzı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gâfil olanlar yok mu?!” (Yûnus, 7) Lâkin mahşer yerinde “gaflet” bir mazeret olarak kabul görmeyecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Onlar orada (Cehennem’de);
«‒Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki (dünyada iken) yaptığımız amellerin yerine sâlih ameller işleyelim!» diye feryâd ederler. (Cenâb-ı Hak da onlara iki soru sorar:)
«‒Size düşünecek kimsenin düşünüp (öğüt alabileceği) kadar bir ömür vermedik mi? Size îkaz edici (bir peygamber) gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?)» Şimdi tadın (azâbı)! Zâlimlerin yardımcısı yoktur.” (Fâtır, 37)
İnsanı gaflete dûçâr eden sebeplerden biri, dünya hayatında elde ettiği imkânlarla, kendini Rabbinden müstağnî görmesidir. Her derdine çare bulan insanın nefsi kabarık olur. Çaresizliği tanımayan ham bir nefs, azgınlaşır ve artık “Yâ Rabbi!” demeyi unutur. Firavun gibi kendini “sorumsuz” addetmeye, hevâ ve heveslerini putlaştırmaya başlar. Niçin dünyaya geldiğinin, kimin mülkünde yaşadığının, bu dünyaya geliş ve gidişteki sır ve hikmetin farkında olmayan biri, gafletin pençesinde bir nâdan demektir. Nefsânî arzuları kabaran insan, başına gelecek tehlikeleri fark edemez. Hazret-i Mevlânâ ve emsâli Hak dostları, gâfilin hâlini şu teşbihlerle ifade ederler:
- Balığın olta üzerine gitmesi;
“Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulup kendini helâk etmiştir.” (Mesnevî) Hırs ve tamah, kulu mânen helâk eden büyük iptilâlardır.
- Kuzunun kurda sevdâlanması;
“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır…” (Mesnevî) Şeytanın insana, ilk yaratıldığı zamandan beri haset ve kini vardır. Bu nefret yüzünden, bütün hayatını insana düşmanlık etmeye harcamış bir müflistir. Buna rağmen, insanın şeytana mağlup ve meclûb olması ne büyük bir gaflettir!
- Geminin su alması;
“Su, geminin içine girerse gemiyi batırır; geminin altındaki su ise gemiye istinâd olur, onu istediği menzile kavuşturur.” (Mesnevî) Burada su, dünya imkânlarıdır. Mü’min o imkânları âhiret için malzeme olarak kullanırsa, onu maksadına ulaştırır. Fakat vâsıtayı gâye hâline getirip kalbini âdeta dünyalıkların kasası yaparsa ebedî hayatını mahveder.
- Timsahın hilesi;
“Timsah, ağzını açar; dişlerinin arasında uzun uzun kurtlar vardır! Küçük kuşlar; timsahın dişleri arasındaki kurtları görürler, onları yiyerek karınlarını doyurmak için oraya girerler. Ağzı kuşlarla dolan timsah da, birdenbire ağzını kapatır, onları yutuverir! Sen; ekmekle, yiyecek hoş şeylerle dolu olan dünyayı da, bir timsahın ağzı bil! Ey yiyecek peşinde koşan, yiyecek için çırpınıp duran kişi; lokma peşinde koşarken zaman timsahından emin olma!” (Mesnevî)
- İnsanın sefâletini saâdet zannederek kaybolmaya mahkûm gölgelere râm olması;
“Dünyaya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.” (Mesnevî)
Esas hayat, âhiret hayatıdır. Dünya, âhiretin ancak gölgesi mesâbesindedir. Deryayı bırakıp damlaya, hakîkati bırakıp gölgeye aldanmak; hakîkaten büyük bir gaflet ve hamâkattir. Gâfiller, farkına varmadan nasıl Cehennem’e sürüklendiklerini, Müddessir Sûresi’nde beyân edildiği üzere, şöyle anlatacaklardır:
“–Biz namaz kılanlardan değildik,
–Yoksulu yedirmezdik (fukarâya infâk etmezdik),
–Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık,
–Cezâ gününü de yalanlardık.
–O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.” (el-Müddessir, 43-47)
Nefs-i Levvâme: Yaptığı kötülüklerden, Allâh’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmal ve kusurlardan dolayı pişmanlık duyarak vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefistir. Levvâme, unutkan kalbe tekābül eder. Günahkâr müslümanların kalbidir. Ancak nasuh bir tevbeyle huzur bulur. Nitekim Hazret-i Âdem’in yasak ağaca yaklaşması hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“…Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim (kararlılık) da bulmadık.” (Tâhâ, 115)
“Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” (Tâhâ, 122)
Levvâme seviyesindeki, zikzak çizen, davranışlarıyla tutarsızlık sergileyen, istikrarsız pişmanlığı; dâimî, samimî, kararlı ve kalıcı bir tevbe ve istiğfâra dönüştürmek elzemdir. Cenâb-ı Hak, istiğfârın en feyizli vaktini de şöyle ifade buyurur:
“…Seherlerde istiğfâr ederler.” (Âl-i İmrân, 17) Levvâme seviyesinde, mü’min kulu nisyâna düşüren husus;
“Nasıl olsa sonra tevbe ederim, Allah Ğafur’dur, Rahîm’dir, affeder.” şeklindeki aldanıştır. Hazret-i Yusuf’un kardeşleri de;
“Yusuf’tan kurtulalım, sonra sâlih kişiler oluruz!” demişlerdi. Âyet-i kerîmede bu telkini insana şeytanın fısıldadığı, dolayısıyla ondan sakınmak gerektiği şöyle beyan edilmektedir:
“…Şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Lokmân, 33)
Mü’min, bu aldanış ve nisyandan kurtulabilmek için, esmâ-i ilâhiyyenin tamamını tefekkür etmelidir. Cenâb-ı Hakk’ın; “bağışlayıcı, merhamet edici, affedici...” sıfatlarının yanında, “suçluları kahredici, azap edici...” sıfatları da bulunduğunu unutmamalıdır. Levvâme; kulun, hayatın bazı safhalarında Allâh’ın tâlimatlarını unutmasıdır. Hesaba çekileceğini düşünmeden yanlış yollara gitmesidir. Bu sebeple, yaptığı -kendine göre- güzel işler bile hep boşa gider. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Çalışmış; fakat boşuna yorulmuştur.” (el-Ğâşiye, 3) Bir başka âyet-i kerîmede;
“…İpliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (ahmak kadın) gibi olmayın!..” (en-Nahl, 92) buyrulur.
Levvâmedeki kişi; hayatın aile, ticaret, muâşeret ve benzeri safhalarında İslâm’ın bazı kâidelerine riâyeti ihmal eder. Eğer bu hâli düzeltebilirse, “mülheme”ye geçer. Bu unutkan kalbin şifâsı, şunlara devam etmesindedir:
- Helâl gıda
- Kul ve hayvan haklarına riâyet
- İnfak
- Kur’ân ile ülfeti artırmak
- İbadetleri rûhânî bir kıvamda îfâ edebilmek için seherlerin ihyâsı
- Tefekkür-i mevt / ölümü düşünmek
Bütün bunların neticesinde;
- Ahlâk-ı Muhammedî ile ahlâklanabilmek.
Nefs-i Mülheme: Allâh’ın lûtfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırt edebilme ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirâyetine kavuşmuş nefis seviyesidir. Nefs-i mülheme, ibadetlere karşı şevk dolu bir kalbe tekābül eder. İtaatkâr mü’minin kalbidir. Böyle kalpler, Allâh’ı anmakla huzur bulur:
“Bunlar, îman edenler ve gönülleri Allâh’ın zikriyle sükûnete erenlerdir...” (er-Ra‘d, 28)
Nefs-i mülhemede kötülüklerden sakınma ve ibadetlere sarılma duygusu kuvvetlenmiştir. Fakat nefsâniyetten tamamen kurtulma hâsıl olmamıştır. Bu sebeple, mutmainne seviyesine doğru mesafe katedilmez ise, yerinde sayma ve geriye gitme tehlikesi vardır.
Nefs-i Mutmainne: Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup men ettiklerinden titizlikle sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, hakikî ve kuvvetli bir îman ile de huzur, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefistir. Nefs-i mutmainne, Rabbânî kalbe tekābül eder. Peygamberler ve seçkin velîlerin kalpleridir. Bu kalp de Allâh’ın sıfatlarıyla huzur bulur. Nitekim İbrahim -aleyhisselâm- bu mânâda;
“…Kalbimin mutmain olması için (ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istedim)…” (el-Bakara, 260) buyurmuştur.
“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
Cenâb-ı Hak, Fecr Sûresi’nin son âyetinde “nefs-i mutmainne”ye hitâb ederek; “Cennetime gir!” müjdesini vermiştir. Buradan hareketle, mutmainne mertebesinden önceki seviyelerin, ebedî kurtuluşa kâfî gelmediği mânâsı çıkarılmıştır.
Nefs-i mutmainneye ermiş olanlar, şer’î hükümlerin zâhiriyle beraber bâtınına da vâkıf olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u keremiyle, hakîkat, sekînet ve yakîne kavuşarak keder ve endişelerden kurtulmuş, bazı keşif ve ilhamlara da nâil olmuşlardır. Muhammed Mâsum Hazretleri şöyle der:
“Nefs-i mutmainne makamına gelinceye kadar insan İslâm’ın ancak sûretini yaşayabilir. Meselâ namaz kıldığında ve oruç tuttuğunda, ancak bunların zâhirlerini ve sûretlerini yapmış olur. Nefs-i mutmainne seviyesine geldiğinde ise, (taklitten tahkike geçerek) dînin hakîkatine yükselir; îman, namaz, oruç, hac, zekât ve diğer emirlerin hakîkatini yaşamaya başlar.” Bu seviyede kul, Allah katında “kerem/değer” kazanır. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri de “el-Kerîm”dir. Rabbimiz kulunun da “kerîm” olmasını arzu etmekte ve bunun yolunu şöyle haber vermektedir:
“…Allah katında en keremliniz, en çok müttakî olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) Bu mertebede yüksek ahlâktan nasipler tecellî etmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ve Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i terbiye eden Cenâb-ı Hak’tır. Rabbimiz, kullarının da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesine girmelerini arzu etmektedir.
Nefs-i mutmainne mertebesinde kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlâka terk etmiştir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkil eden ve bütün insanlığa örnek şahsiyet olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek ahlâkı, tarifsiz bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Böyle kimselerin gönülleri dâimâ Hakk’ın zikriyle meşguldür. Bu mertebede gönül ufukları açılır, kâinâtı “Yaratan Rabbin adıyla okumak” husûsiyeti tezâhür eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O (akıl sahipleri) ki ayakta dururken, otururken ve (hattâ dinlenmek için) yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin (akıllara durgunluk veren o muhteşem) yaratılışın(daki hikmeti) tefekkür eder ve Allâh’a şöyle niyâz ederler:
«Ey Rabbimiz! Sen bunları hikmetsiz yaratmış olamazsın. (Çünkü Sen, abesle iştigal etmekten berîsin. Her türlü eksik ve yanlıştan münezzehsin.) Sen’i tesbîh ederiz. (Hikmet ve adâletinin gereği olarak Cennet de haktır, Cehennem de haktır.) O hâlde, bizi Cehennem azâbından koru!»” (Âl-i İmrân, 191) İnsan, Hâlık’ına yakınlaştıkça, her varlık hâl lisânıyla onunla konuşur. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin Hak katından mânen işittiği nakledilen;
“Ben insanın sırrıyım, insan da Ben’im sırrımdır.”[14] hikmeti tecellî eder. Bu mertebeden nasîb alan gönül ile; yağmur konuşur, gül konuşur, dağ konuşur, arı konuşur. Velhâsıl insan, kâinat kitabının sayfalarını çevirip kevnî âyetleri okumaya başlar.
Nefs-i Râdıye: Dâimâ Hakk’a yönelmek sûretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hükmüne râm olarak Rabbinin her türlü takdîrinden râzı ve hoşnud hâle gelmiş olan nefistir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi irâdesinden vazgeçip Hakk’ın irâdesinde fânî olmuştur. Bu rızâ hâli, Hak’tan gelen bütün çileli imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu hususta O’nun irâdesini cân u gönülden kabullenmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155) Bu makamın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zira insan mânen yükseldikçe iptilâlar artar. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:
“İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan, dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mâruz kalır.” (Tirmizî, Zühd, 57)
Nefs-i Merdıyye: Allâh’ın da kendisinden râzı olduğu kimselerin makamıdır. Bu mertebeye nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hakka’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. Allâh’ın izniyle bazı ledünnî sırlara vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle böyle kullarının -âdeta- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli... olur.[15] Onların hâline, kāline ve güzel ahlâkına tesir kuvveti ihsân eder. Bu makama erişen kul;
“...Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4) âyetinde beyan edilen maiyyet-i ilâhiyyeyi idrâk hâlinde olur. Yaptığı her işi Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunduğunun şuuru içerisinde îfâ eder. Hattâ;
“...Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) âyetinde ifade edildiği üzere Cenâb-ı Hakk’ı, kendi canından daha yakın bilir. Peygamberlerin ve Hak dostlarının yüce ahlâkından bu kalbî kıvâma dâir birkaç misal şöyledir:
Hazret-i Yâkub -aleyhisselâm- üst üste gelen musîbetler sebebiyle hâlini, “…Bana düşen ancak sabr-ı cemîldir…”[16] diyerek beyân eder. Dayanılmaz hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb -aleyhisselâm-, hanımının:
“–Rabbine duâ et de bu muzdarip hâlin son bulsun.” şeklindeki talebine:
“–Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Henüz o kadar hastalık çekmemişken sıhhat istemekten hayâ ederim.” mukâbelesinde bulunmuştur. (Süyûtî, Dürru’l-Mensûr, Enbiyâ, 83) Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- da ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:
“–Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok!” buyurmuştur. (Süyûtî, Dürru’l-Mensûr, Enbiyâ, 68-70) Habîb-i Neccar, kavmi tarafından şehid edilirken hâlinden şikâyet etmedi. Kavmine bedduâ etmedi. Aksine;
“Keşke kavmim, Rabbimin bana ne tür ikramlarda bulunduğunu bilselerdi. Böylece onlar da hidâyet nîmetinden mahrum kalmasalardı. Onlar da Allah yolunda canlarını seve seve vermeye can atsalardı.” dedi.[17] Firavun’un sihirbazları, elleri ve ayakları çaprazlama kesilip şehid edilirlerken:
“…Rabbimiz üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman olarak vefat ettir.”[18] diye duâ ederek Allah’tan râzı ve mutmain bir hâlde îmanlarının derdine düşmüşler, son nefeslerini îmanla verebilmekten başka bir şey düşünmemişlerdir. Meselâ Firavun’a bedduâ etmek bile akıllarına gelmemiştir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbı, Kur’ân’ı gökten inen bir sofra olarak telâkkî eder ve ondan kâmil mânâda istifade etmek için gayret gösterirlerdi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Ensâr’dan bir komşum ile beraber Medîne’nin yüksek taraflarında kalan Ümeyye ibni Zeyd oğulları yurdunda oturuyorduk. İlim öğrenmek için Rasûlullâh’ın yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman, o gün vahiy veya başka ne duyarsam haberini komşuma getirirdim; o da indiği zaman böyle yapardı...” (Buhârî, Kitâbü’l-İlm, 27)
Arınmış bir ruh, dâimâ Allâh’ın rızâsını celbedecek bir hizmet arar. Bahâüddin Nakşibend Hazretleri yedi sene hastalarla ilgilenmiş, sahipsiz hayvanlara sahip çıkmış ve insanların geçeceği yolları temizlemiştir. Nâil olduğu ilâhî azamet tecellîleri karşısında ise hiçliğe bürünerek şöyle demiştir:
Âlem buğday ben saman,
Âlem yahşi ben yaman!
Nefs-i Kâmile: Nefs-i kâmile, tezkiye neticesinde arınmış, saf, berrak, ulvî ve olgun nefistir. Bütün mârifet sırlarının tahsil edildiği ve ancak Cenâb-ı Hak tarafından vehbî olarak lûtfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edilmez. Kader sırrına mebnî, ilâhî bir ihsandır.
Cüz’î İrâde ve Teslîmiyet
19. asrın meşhur mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin “beşerî/cüz’î irâde”yi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Şeyh Efendi’nin “huzur dersi”ne çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını emir buyurur. Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî davet edilir. Huzur dersine iştirâk eden Şeyh Efendi, kendisine meselenin keyfiyeti suâl olunduğunda şu cevâbı verir:
“–Kulda cüz’î bir irâde elbette mevcuttur. Mes’ûliyetin kaynağı da budur. Ancak herkeste ve her zaman değil. Meselâ ben, elbette cüz’î bir irâdeye sahibim. Lâkin buraya pâdişahın emriyle geldim. Buradan kalkıp gitmek ise benim elimde değildir. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrâdemizi, bizi kuşatan pâdişah irâdesine rağmen, istediğimiz gibi kullanmamız mümkün değildir. Demek ki burada benim irâdem -belli bir hususta- yok hükmündedir. Oysa bir de dışarıdaki gâfillere ve diğer mahlûkâta bakın; gâyet serbest ve irâdelerinde hürdürler. Aynı şekilde bizler pâdişahın huzûrunda bulunduğumuzdan dolayı, yapabileceğimiz hareketler de sınırlıdır. Bazı kimseler de aynen bu misalde olduğu gibi, dâimî bir sûrette Rab’lerinin huzûrunda bulunduklarının idrâki içinde ömür sürerler.
Allah her yerde hâzır ve nâzır olduğu hâlde, pek çok kimse, kendilerini sadece namazda huzûr-i ilâhîde kabûl ederler. Hâlbuki belli bir mânevî mertebeye yükselmiş olanlar, her an huzûr-i ilâhîde bulunduklarının idrâki içinde yaşarlar. Böyle kimselerde cüz’î irâdenin var sayılıp-sayılmayacağını ise, varın siz takdîr edin.”
Aldığı bu cevaptan son derece hoşnud olan pâdişah, Şeyh Efendi’ye ikram, ihsan ve iltifatlarda bulunur. İşte Hak dostları, ilâhî irâdeye öyle râm olurlar ki artık kendi nefislerine âit bir irâdeleri kalmaz. “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” sırrına mazhar olurlar. Cenâb-ı Hakk’a yakınlıkları arttıkça, gönül âlemlerinde öyle mârifetullah ufukları açılır ki, onlar umum insanlığın farkında olmadığı nice sır, hikmet ve hakîkatlere âşinâ olurlar.
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-En‘âm, 59. [2] Bkz. el-A‘râf, 172. [3] Pragmatist: Kıymeti, fayda ile ölçen; faydacı, menfaatçi. [4] Oportünist: Günlük ve şahsî menfaatler peşinde koşan, bunun için her türlü fırsattan istifâde etmekten kaçınmayan, menfaatini elde etmek için her yolu mubah sayan, köklü değil geçici çözümlerle idâre-i maslahat eden, günü kurtarmaya çalışan, eyyamcı. [5] Bu hususta geniş mâlumat için kitabımızın 332. sayfasında bulunan “Misyonerlik ve Benzeri Dinamik Yapılar” bahsine bakınız. [6] Bkz. Sâd, 30, 44. [7] 19. yüzyıl Avrupa’sında Pozitivist Kriminoloji ekolü, zemininde Darwin ve onun meşhur “evrim teorisi” olan “biyolojik pozitivizm” adlı bir görüş geliştirmişlerdir. Buna göre; suçluluğun temelinde, fâildeki bir anormallik vardır ve bu gibi kimseler biyolojik olarak normal insanlardan daha aşağı bir seviyededir. Fizikî olarak geri kalmış bu tür kişiler büyük bir ihtimalle suç işleyecektir. (Bkz. Ali Emrah BOZBAYINDIR, Kriminoloji. T.C. Anadolu Üniv. Yay. Eskişehir 2017; Füsun Sokullu AKINCI, Kriminoloji, Beta Yay. İst. 2017) Yine, evrim teorisini esas alan İtalyan Kriminolog Lombrosso’ya göre, suçluların çoğu, irsî olarak evrim aşamalarının önceki safhalarında kalmış insan tipleridir. (Bkz. Tülin Günşen İÇLİ, Kriminoloji, Seçkin Yay. 2013) Lombrosso’ya göre bir suçluyu dış görünüşünden ayırt etmek mümkündür. Yani suçlular, suç işlemeyen normal insanlara nazaran daha vahşidir ve bu tarif (evrim teorisinden mülhem) maymunumsu bir görünüme uymaktadır. Bir kişi doğuştan suçlu olma özelliklerine sahipse, artık bu kişinin değişmesini beklemek anlamsızdır. Dolayısıyla bu kişilerin toplumdan ayıklanmaları gerektiği düşüncesi, biyolojik pozitivizmin tabiî bir sonucudur. (Bkz. BOZBAYINDIR, Kriminoloji, sf. 36) [8] Bkz. el-Enfâl, 24. [9] Bkz. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, el-Bakara, 3; Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 33-34. [10] Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125; Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367. [11] Bkz. el-Fecr, 28. [12] Bkz. eş-Şems, 8. [13] Bkz. Tezkiretü’l-Evliyâ, 469. [14] Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48. [15] Bkz. Buhârî, Rikāk, 38. [16] Yûsuf 18, 83. [17] Bkz. Yâsîn, 26-27. [18] el-A‘râf, 126.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları