İrşad Üslûbu Nasıl Olmalı?
Tasavvufta irşadın içeriği kadar üslubu da önemlidir. Peki irşad üslubu nasıl olmalıdır? Hak dine davet nasıl olur? İnsan ruhu nasıldır? İnsanlara nasıl yaklaşmak gerekir?
Tasavvufta irşâdın muhtevâsı kadar üslûbunun da ehemmiyetini çok iyi bilen mürşid-i kâmiller, bu konuda da nebevî bir yol tâkip ederek nice hidâyetlere vesîle olmuşlardır. Mânevî terbiyede sâliklerin terakkîsi bakımından onlara şefkat ve merhametle yaklaşmayı kendilerine düstûr edinmiş ve böylece semereli netîceler elde etmişlerdir. Allah dostlarının hayatı, bu hususla alâkalı sayısız misâllerle doludur.
DAHA YOLDAYKEN ÎMAN ETTİM
Büyük mutasavvıf İbrahim Hakkı Erzurûmî Hazretleri’nin şu kıssası pek ibretlidir:
Ramazan-ı Şerîf’te va’z u nasîhat için Erzurum’un bir köyüne davet edilen İbrahim Hakkı Hazretleri’ni alıp köye getirmek üzere, ücret karşılığında bu işleri yapan gayr-ı müslim bir hizmetçi ile bir at gönderilmişti. Yola çıkıldı. Fakat binit bir tane olduğundan İbrahim Hakkı Hazretleri, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın Kudüs’e giderken kölesiyle beraber nöbetleşe deveye binmesi hususundaki ahlâk-ı hamîdesini tatbik etti. Gayr-ı müslim hizmetçi buna her ne kadar:
“–Köylüler bu durumu işitirlerse, beni azarlarlar; ücretimi de vermezler!” diye itiraz etti ise de, Hazret:
“–Evlâdım, son nefeste hâlimizin ne olacağı meçhul! Sen köylülerin seni azarlamasından endişe ediyorsun, ben ise Allah huzurunda verilecek olan büyük hesaptan korkuyorum!..” buyurup ata binme işini sıraya koydu.
Hikmet-i ilâhî, tam köye girecekleri esnâda, aynen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın misâlinde olduğu gibi, sıra hizmetçiye geldi. Köylülerden korkan adamcağız, hakkından ferâgat ettiğini belirterek, ata Hazret’in binmesini ısrarla istediyse de İbrahim Hakkı Hazretleri:
“–Sıra senindir!” dedi ve atın önünde yürüyerek köye girdi.
Halk bu hâli görünce, hemen hizmetçinin etrafını sardı ve:
“–Vay densiz! Gençliğine bakmadan ata kurulmuş, şu ak sakallı ihtiyar üstâdı yürütmektesin ha! Bu mu senin sadâkatin! Biz böyle mi tenbih ettik sana!..” şeklinde muhtelif ifâdelerle azarlamaya başladı.
Durum bu minvâldeyken, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin meseleyi îzâh etmesi üzerine azarlamaktan vazgeçtiler. Bu esnâda köylülerden biri, Müslüman olmayan hizmetçiye seslendi:
“–Be adam! Bu kadar fazileti gördün ve yaşadın! Bâri Müslüman ol!”
Hizmetçi, bir-iki dakikalık sükûttan sonra oradakilere şu ibretli cümleyi söyledi:
“–Eğer sizin dîninize davet ediyorsanız, aslâ! Ama şu mübârek zâtın dînine dâvet ediyorsanız, o dîne daha yoldayken îman ettim bile!..”
HİDÂYET VE RAHMET ÜSLÛBU
Engin gönüllü bir Hak dostu tarafından sergilenen bu misâl, bir hidâyet ve rahmet üslûbu ortaya koymaktadır. İnsana, daha ziyade onun özüne bakarak davranmak, bir mânâda yaratılana, Yaratan’ın nazarıyla bakabilmektir. Bunun için sâlih gönüller, insana Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzündeki “halîfe”si olma şerefi bahşedilmiş olduğunun ve ona âyetteki ifâdesiyle Rabbin; “Kendi ruhundan (kudretinden bir sır) üflemiş”[1] bulunduğunun şuurundadırlar. Onlar, günahlarla ne kadar kirlenmiş olursa olsun, kulun özündeki mükemmelliğe bakarak ona sırtlarını dönmezler. İnsandan kolay kolay ümîd kesmez, ayrıca onun da ümidini yitirmemesini sağlarlar. Bu, gerçekten inkâr olunamayacak aklî ve hissî bir sebeptir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de bize en çok “Rahmân ve Rahîm” esmâsını telkîn etmiş ve hattâ merhameti bütün mahlûkâta şâmil mânâsına gelen “er-Rahmân” ism-i şerîfini taşıyan bir sûre inzâl buyurarak ilk âyetini de “er-Rahmân” diye başlatmıştır.
Bu bakımdan insana bu gönül penceresinden, yâni hidâyet ve rahmet üslûbu nokta-i nazarından yaklaşmak, ilâhî rızâya en muvâfık ve netice bakımından da son derece bereketli ve insanda meknûz olan ulvî güzellikleri yeşertici bir husûsiyet ihtivâ eder. Çünkü bu üslûp, hem tatbik edene, hem tatbik edilene, yâni her iki tarafa da ayrı bir letâfet, olgunluk, muhabbet ve Hakk’a rağbet hasletleri kazandırıcı bir vasıftadır. Bu üslûp, Yûnusları Yûnus, Mevlânâları Mevlânâ yapan bir iksîr ve mânen ölmekte olan nice hasta rûhlara da bir âb-ı hayât gibidir.
Onun için tasavvufun gerek muhtevâsı, gerekse de İslâmî teblîğde ona âit üslûbun kullanılması, her zaman büyük bir ehemmiyet arz etmiştir. Târihî bir gerçektir ki, Anadolu’nun ictimâî nizâmının Moğol istilâlarıyla sarsıldığı devirde yetişen Mevlânâ ve Yûnus Emre Hazretleri gibi büyük mutasavvıflar, âdeta birer sulh, sükûn ve huzûr pınarları olmuş, bunalan kitlelere, kanayan yaralara ve yorgun gönüllere şifâ ve tesellî sunmuşlardır. Onlar, nice gâfilleri, kurtarılmayı bekleyen birer hasta olarak telâkkî etmişler ve muâmelelerinde “kin ve nefret”ten dâimâ uzak yaşamışlardır. Yûnus ne güzel söyler:
Ben gelmedim dâvî[2] için
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmaya geldim!
Bu büyük şahsiyetler gönül yapmaya geldiklerinden, insanlara hep gönül penceresinden bakmışlar, etraflarına dâimâ muhabbet ve şefkat tevziinde bulunarak nicelerinin hidâyetine vesîle olmuşlardır. Eğer onlar, bu güzel ve firasetli davranışların aksine hareket etselerdi, neticede, arada uçurum bulunan insanlarla irtibat tamamen kopar ve nihâyet bu gibi kimselere Hakk’ı tebliğ etme imkânı zâyî olurdu. Bu da, ilâhî murada ters düşerdi. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kullarının, içine düştüğü bataklıktan kurtulmasını istemektedir. Bunun için insanlık tarihi boyunca, binlerce peygamber göndermiş ve en güzel üslûpla gönülleri tezkiye etmelerini onlara emir buyurmuştur. Yine aynı gâyeye mâtuf olarak insanlara lutfedilen ehlullâh da, onların mânevî terbiyesinde bu nebevî üslûbu devâm ettirmişlerdir.
HİKMET VE GÜZEL ÖĞÜTLE ÇAĞIR
Şefkat ve merhametin yegâne kaynağı olan Yüce Rabbimiz, kullarının Hak dîne dâvette takip etmeleri gereken tesirli üslûbu şöyle beyân etmektedir:
“(Ey Rasûlüm! İnsanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve (lüzûmu hâlinde) onlarla en güzel bir üslûpla mücâdele et...” (en-Nahl, 125)
“Sâlih ameller işleyip de, ben Allâh’a teslim olanlardanım diyerek insanları Allâh’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim olabilir! İyilik ve kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan ve sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 33-34)
Tavsiye edilen bu ilâhî üslûbun tatbiki neticesinde tarihte nice dikenleşmiş ruhlar güle dönmüş ve zindan gibi sîneler nûra gark olmuştur.
Bu hakîkatten hareketle Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, gerek inançsız, gerek günahkâr insanları doğru yola istikametlendirmenin ehemmiyetini ve bu hususta gerekli olan üslûbu şöyle telkin buyurur:
“Demir, kapkara ve nûrsuz olmakla beraber, silinip cilâlandığı zaman ondaki pas gider! Bir ayna, demirden de olsa, cilâlanınca, yüzü parlar ve güzelleşir; orada şekiller, sûretler görülür.”
“Gönül şehrinin suyunu bulandırma ki, orada ay ve yıldızları dolaşır hâlde göresin! Çünkü insanlar, ırmağın suyuna benzerler; su bulanınca, onda hiçbir şey göremezsin!”
İNSANIN RUHU
Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi insanın rûhu, berrak bir su gibidir. Fakat kötü işler ve günahlarla bulanınca hiçbir şey görünmez olur. Bu durumda maneviyat incilerini ve hakîkat nûrlarını görebilmek için o suyu durultmak lâzımdır. Dolayısıyla tasavvufun gâyesi, bencil ve nefsânî duyguları terbiye edip, fertleri ve netîcede toplumları sulh, sükûn ve huzûra kavuşturmaktır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, insanı incelik, zarâfet ve ulvî derinliklerle tezyîn etmiştir. İnsanın asıl kıymeti de bu meziyetleri kalb âleminde yeşertip geliştirdiği nisbettedir. Rûhâniyet dolu kalbler, güzel ahlâk, amel-i sâlih ve mânevî hâllerin tezâhürüne mazhardır. Bu şekilde kul, en güzel sûrette, yâni “ahsen-i takvîm” olarak yaratılmış olmanın îcâbını gerçekleştirmiş olur.
Bu itibarla küfür, şirk ve günahta ne kadar ileri gitmiş olursa olsun hiçbir insan, hidâyet dâvetine muhâtab olmaktan mahrum bırakılamaz. Bunun asr-ı saâdetteki sayısız misâllerinden biri de şöyledir:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd ederek kendisini derin bir teessüre gark eden Vahşî’yi, İslâm’a dâvet etmesi için ashâbından birini gönderdi. Vahşî ise Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e cevâben:
“–Yâ Muhammed! Sen; «Bir kimseyi öldüren, yâhud Allâh’a şirk koşan veyâ zinâ eden biri, kıyâmet günü iki kat azâba uğrar ve cehennemde hor ve hakîr olarak ebediyyen kalır.» (el-Furkân, 68-69) diye Allâh’ın hükmünü beyân etmiş iken, beni nasıl oluyor da İslâm’a dâvet edebiliyorsun? Ben ki bu çirkinliklerin hepsini yaptım. Benim için nerede bir kurtuluş yolu olacak ki?” dedi.
Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ:
“De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allâh bütün günahları affeder. Muhakkak O, Gafûr ve Rahîm’dir.” (ez-Zümer, 53) âyetini inzâl etti.
Nihâyet Vahşî, âyet-i kerîmedeki müjde ile ferahladı ve:
“–Rahmetin ne kadar da büyük ey Rabbim!” diyerek ve tevbe-i nasûhta bulunarak arkadaşlarıyla birlikte müslüman oldu.
Hazret-i Hamza’yı Uhud’da şehîd eden Vahşî, artık Hazret-i Vahşî -radıyallâhu anh- idi. Ve bu hidâyet ve mağfiretin mânevî hazzı içinde, kendisini affettirebilmek ümîdiyle, Hazret-i Hamza’ya diyet olarak, peygamberlik iddiâsında bulunan Müseylemetü’l-Kezzâb’ı bütün tehlikeleri göze alıp katletti ve böylece bir fitneye son verdi.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanındaki sahâbîler:
“–Yâ Rasûlallâh! Bu af ve merhamet sâdece Vahşî’ye mi mahsustur, yoksa bütün müslümanlara mı?” diye suâl ettiklerinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bütün Müslümanlar içindir.” [3] buyurdular.
Tevbe-i nasûha yönelen gönüller, bu rivâyette de görüldüğü gibi gerçek ve kâmil mânâdaki merhamet ve muhabbetin en tesirli ifadelerini Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den duymuştur. Ezcümle bütün insanlık âlemi, tesellî, şifâ ve ferahlık veren terennümleri, O’nun mübârek dudaklarından işitmiştir. Uçsuz bucaksız af ve kerem denizini ve onun ümit sâhilini yine “Varlık Nûru”nun keremiyle görmüştür. Bütün günahlara rağmen “Ey benim kullarım!” şeklindeki müşfikâne ilâhî hitâba da yine o Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzü suyu hürmetine nâil olmuştur.
Bu bakımdan, Allâh’ın rahmet ve merhametini ön plana çıkararak ümit verici bir üslûp ile telkînde bulunmak, zamanımızda -menfî materyalist tesirlerle- batıdakine benzer bir mânevî buhrân içinde kalan cemiyetimiz için de fevkalâde ehemmiyetlidir. İnsanları akıl kavgalarına sürüklemek değil, hissen kazanmak, daha gerçekçi bir yoldur. Zîrâ birçokları, aklen yanlış bir şekilde şartlandırılmış durumdadırlar. Onun için “cedel ve münâkaşa” ile iknâ edilip kazanılmaları çoğunlukla imkân dâhilinde olmaz. Çünkü menfî şartlanmalar, aklî delilleri kabule mânî olur. Kalblerin hakîkatle ülfet edebilmesi için, evvelâ müsâmaha ile yaklaşılıp içlerdeki yüce temâyüllerin yeşermesine çalışmak, daha çok tesirli olacak bir metoddur.
İSYAN VE GÜNAHLARA BATMIŞ İNSAN
Hatâ, isyân ve günahlara batmış bir insanı, tenkit etmeden, ayıplamadan ve dînî emirleri yerine getirmesini istemeden evvel, onun kalbini kazanmaya öncelik verilmelidir. Bunun için şahsî yakınlık ve telkînin tesir zemînini oluşturacak muhabbetli bir alâka tesisine çalışılmalıdır. Muhâtabın kalbi böylece hazır bir hâle getirildikten sonra hatâlar yavaş yavaş düzeltilebilir. Ayrıca, maddî ve mânevî ikrâm ve iltifatların, muhatapta uyandıracağı rûhî alâkanın bereketli semeresini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu hususta Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in günah dumanlarıyla boğulmuş gönüllere semâvî bir pencere açıp da, taze nefesler sunan bir ikrâm sadedinde buyurduğu:
“Şefaatim özellikle ümmetimden büyük günah işlemiş olanlar içindir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 20) beyânındaki inceliği kavramak lâzımdır.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in günahkârlara karşı bu tavır ve ifâdesini Hazret-i Mevlânâ ne güzel îzâh eder:
“İlaç, iyileştirmek için, hasta ve yaralı kimseler arar. Nerede bir dert varsa, devâ oraya gider. Nerede alçak ve çukur yer varsa, su oraya akar.”
“Sana rahmet ve merhamet suyu gerekliyse, sen de böyle yap!”
Ancak, ilâç ve merhemin tesiri için, öncelikle yaranın mikroplardan arındırılması îcâb eder. Bu da, hasta gönüllerin günah mikrobundan temizlenmesi, yâni tevbe suyuyla yıkanması demektir. İlaç, yâni şefâat, bundan sonra gerçekleşir.
Nitekim diğer bir hadîs-i şerîfteki:
“Günahlarına (nedâmetle) tevbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur!” (İbn-i Mâce, Zühd, 30) beyânı, bir taraftan müjde, diğer taraftan da bu müjdenin şartını ifâde edici bir mâhiyette bir merhamet tezâhürüdür.
Bu ölçü çerçevesinde hidâyet ve rahmet üslûbundaki ulvî inceliğe bütün peygamberler riâyet ettiği gibi, onların izinden giden evliyâullâh da hassasiyetle riâyet etmiştir. Buna binâen îmânın ilk meyvesi merhamet olarak telâkkî edilmiş ve kulluk, kısaca şu iki ölçü çerçevesinde târif edilmiştir:
- “Ta‘zîm li-emrillâh”, yâni Allâh’ın emirlerini ihtiram ile yerine getirmek.
- “Şefkat li-halkillâh”, yâni Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet göstermek.
Allah dostlarından Fudayl bin Iyâz’ın hâli, bu ölçülerle yaşayan mü’min gönlüne ne güzel bir misâldir:
Kendisini ağlarken gördüler:
“–Niçin ağlıyorsun?” dediler.
O da:
“–Bana zulmeden bir zavallı müslümana üzüldüğümden ağlıyorum! Bütün kederim, onun kıyamette rezil olmasındandır...” buyurdu.
Bu kâmil insanları, böylesi bir rahmet ve merhamete sevkeden hususu îzah sadedinde Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
“Rahmet denizleri coşunca, taşlar bile âb-ı hayat içer. Yüz yıllık ölü mezarından çıkar, şeytan ruhlu kara sîmâlar, hûrilerin bile kıskanacakları güzel bir melek olur.”
Nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri, bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da:
“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı, bulaşık olarak bırakırsam, hürmetsizlik olur...” demişti.
Adam ayıldığında ona:
“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem ağzını yıkadı...” dediler.
Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de uyandı ve:
“Öyleyse ben de tevbe ettim...” dedi.
Böyle bir hâle vesîle olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne rüyâsında Hak katından şöyle buyruldu:
“–Sen Biz’im için onun ağzını yıkadın; Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”
AF YOLUNU TUT İYİLİĞİ EMRET
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun şahsında bütün ümmete Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Sen (dâimâ) af yolunu tut, iyiliği emret...” (el-A’râf, 199)
Bu emri tatbik hususunda hiç şüphesiz ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizler için en güzel ve mükemmel bir örnektir. O’nun sergilediği güzel ahlâk, merhamet ve af tezahürleri âdeta melekleri dahî imrendirecek, erişilmez bir yüceliktedir. İşte bunlardan bir tanesi:
Mekke’nin fethi günü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, umûmî bir af ve emân ilân etmişti. Yıllardır zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şahid olmayan Mekke, o gün sergilenen büyük bir af bayramıyla tarifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellîleri yaşıyordu. Ancak Mekkelilerden Fedâle isimli bir şahıs, bu güzelliğe gölge düşürmek istercesine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öldürmek kastıyla mübârek yanlarına sokuldu. Onu ve niyetini fark eden Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir telâş ve kızgınlık göstermeyip yine şefkat ve rahmet kanatlarını açarak Fedâle’ye sükûnetle:
“–Sen Fedâle misin?” diye sordu.
Fedâle:
“–Evet!” dedi.
Ardından O Rahmeten li’l-Âlemîn:
“–Ey Fedâle! Zihninde kurduğun şeyden tevbe ve istiğfâr et!” buyurdu ve mübârek ellerini Fedâle’nin göğsüne koydu.
Böylece daha o anda zihnindeki öldürme düşüncesi giden Fedâle’nin kalbi îman nûru ile doldu ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir anda kendisi için, yaratılanların en sevimlisi hâline geldi.[4]
SENİ ÖLDÜRMEYE GELEN SENDE DİRİLSİN
Hiç şüphesiz ki bu hâl, “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin!” şeklinde ifâde edilen çok üstün bir davranış ve olgunluktur ki, İslâm tarihi, bunun kâbına varılmaz sayısız misâlleriyle doludur. Nitekim başta Hazret-i Ömer ve daha niceleri hep bu güzel üslûbun kıymetli birer meyveleri olmuşlardır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Allâh’ın rahmetinin kemâli ve kerem deryasının dalgalanması neticesinde her çorak yere yağmur yağıyor, her susuz yer suya kavuşuyor!”
“Ey hidâyete çağıran! Bilesin ki, kem gözün ilacı, iyi gözdür! İyi göz ve güzel bakış, kem gözü ayağı altında ezip yok eder. İyi göz ve temiz nazar; Allâh’ın rahmetinin, kahrından daha üstün oluşundandır. Rahmettendir. Kem göz ise, kahırdan, yâni lânetten ileri gelir. Dolayısıyla güzel bakış Hakk’ın rahmetinden olduğu için, kem göze gâlip olur. Bu hâl, hadîs-i kudsîdeki: «Rahmetim gazabımı geçmiştir.» (Buhârî, Tevhîd, 55) beyânının bir tecellîsidir. Hem bilesin ki, Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı çıkan düşmanlarına üstün gelmiştir.”
“Öyleyse belâyı gidermenin çâresi, sitem etmek, zulüm etmek değildir. Onun çâresi affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder»[5] nebevî îkâzı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedavi usûlünü iyi anla!..”
“Ancak şunu da unutma ki, zâlimleri affetmek, mazlumlara zulmetmektir! Hırsızlara ve her türlü kötü insanlara acımak; zayıf insanları dövmek, onlara merhamet etmemektir!”
Bu dengeyi güzel ayarlamak gerekir. Çünkü Allah, “Gafûru’r-Rahîm”, yâni çok bağışlayıcı ve merhamet sahibi olmakla birlikte; “Azîzün Zü’ntikâm”, yâni zulüm ve haksızlık zebûnu hâlindeki insanlara ve hakka mütecâviz olanlara karşı da intikam alıcı bir izzet sahibidir.
Onun için Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde:
“–Kavga eden iki kardeşinizi gördüğünüz zaman zâlime de mazlûma da yardım ediniz.” buyurmuşlar ve sahâbenin:
“–Yâ Rasûlallâh! Mazlûmu anladık. Fakat zâlime nasıl yardım edeceğiz?” suâline mukâbil:
“–Onun da zulmüne mânî olmak sûretiyle...” (Buhârî, İkrâh, 7; Müslim, Birr, 62) cevabını vermişlerdir.
Hâsılı söylemek istediğimiz şudur ki, bugün dünyâ ile birlikte ülkemiz insanları da îmânî ve İslâmî bakımdan birer yaralı kuş gibidirler. Dikkatli ve hassas bir şekilde onların yaralarını sarmak, bunun için de merhamet ve muhabbetle yaklaşmak zarûrîdir. Bu da, elbette ki yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız üslûp ve muhtevâ içerisinde gerçekleşebilecek bir keyfiyettir.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Hicr Sûresi, 29.
[2] Dâvî: Dâvâ, iddiâ.
[3] Bkz. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 214-215.
[4] İbn-i Hişâm, es-Sîre, IV, 46; İbn-i Kesîr, es-Sîre, III, 583.
[5] Bkz. Tirmizî, Zekat, 28; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 108.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları