İslam Ahlakında Muhtacı Reddetmek Yoktur

İslam ahlakında muhtacı reddetmek yoktur. Müslüman her işini rızayı ilahi için yapar ve kardeşini gözetir. Bir müslüman olarak yapmamız gerekenleri Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...

Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nin sonunda:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir, O çok raûf ve rahîmdir.” (et-Tevbe, 128)

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir peygambere bu “raûf ve rahîm” sıfatını bildirmiyor. Yalnız Efendimiz’e bildiriyor. Yani merhamet ve şefkatin zirvesi.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Biz Medîne’de diyor, yaşarken diyor, ganimetler gelirdi diyor, beşte bir. Hediyeler gelirdi diyor. Allah Rasûlü onları tevzî etmeden bir huzur bulamazdı diyor. Üç gün sıcak yemek pişmezdi evimizde diyor. Fakat Allah Rasûlü onu diyor, dağıtırken doyardı diyor. Bir mü’mini sevindirirken diyor, Allah Rasûlü açlığını unuturdu.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)

İşte:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

İşte O gönle yaklaşabilmek. O gönle benzeyebilmek.

Yine bu, yetim hususunda Efendimiz’in çok şeyleri var. Tabi bugün hakîkaten bu yetimlere eğilmek… Suriyeli yetimlere vesâirelere, garip kalmışlara…

Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Ben âhirete sizden önce gideceğim. Sizin için hazırlık yapacağım. Sizin Allah yolundaki hizmetlerinize şahitlik edeceğim. (Bu çok mühim;) Sizin âhiret yolundaki hizmetlerinize şahitlik edeceğim. Buluşma yerimiz, Kevser Havzı’nın yanındadır. Ben şu bulunduğum yerden Kevser Havuzu’nu görmekteyim...

Ben sizin Allâh’a şirk koşmanızdan korkmuyorum. Ama dünya hırsıyla birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.” (Buhârî, Megâzî 17; Müslim, Fezâil 31. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 68-70; Nesâî, Cenâiz 61)

وَلَا تَفَرَّقُوا (Bkz. Âl-i İmrân, 103)

Yani bir kardeşliğin kaybolması…

Biz de ümmet-i Muhammed olmanın şükrü içinde olacağız. O’nun izinden gideceğiz. O’nu Mahşer’de mahcup etmeyeceğiz -inşâallah-.

“Sakın (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Şimdi kendimize soralım:

Bugün ülkemize sığınan Suriyeli dul, yetim, öksüz, bîçârelerin mes’ûliyetini hissetmekte, gereğini yapmakta Peygamber Efendimiz’e ümmet olmanın îcâbını yerine getirebiliyor muyuz?

Tabi bugün imkân yok oraya gitmeye, meselâ Yemen’de bugün açlık, kıran kırana gidiyor, ot yiyorlar. Tabi bugün Yemen’e ulaşmak mümkün değil. Fakat her mahallede bu, bir hicret; bir Suriye’den, o bombalar altından kaçıp gelen dul kadınlar, yetimler var. Onların -inşâallah- gönüllerini alalım.

Rasûlullah Efendimiz ne gelirse dağıtırdı. Elinde bir şey kalmazdı. Bir garip gelir, önünde şöyle mahzun mahzun dururdu. Efendimiz bir şey veremediğinden utanırdı. Biraz kendi şöyle öbür tarafa dönerdi. Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresi’nde:

“Onlara bir şey veremiyorsan, « قَوْلًا مَيْسُورًا» hiç yoksa onlara tatlı birkaç söz söyle.” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Demek ki bir müslümanda daima çıkmaz sokak göstermek yok! Hiçbir şey veremiyorsan, tesellî edeceksin onu. Onun yanıbaşında olacaksın.

Nasıl, ne güzel bir dînimiz var!.. Yani diğergâm insan istiyor, hodgâm insan istemiyor.

Sâdî-i Şîrâzî, Allah dostlarından, o ibretli bir nasihatte bulunuyor:

“Kapına bir garip gelirse sakın eli boş gönderme diyor. Allah göstermesin bir gün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın.”

Suriyeliler işte… Onların malı vardı, mülkü vardı, her şeyi vardı.

“Gönlü yaralı olanların hatırlarını sor, onlara bak. Belki bir gün sen de o vaziyete düşersin. Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun. Buna şükrâne olarak, teşekkür olarak kapına gelen yoksulu kovma! Ona surat asma, onu tebessümle karşıla.” buyuruyor.

Mudar Kabilesi diye bir kabile geldi Medîne’ye. Perişan bir kabile; üstte-altta doğru-dürüst bir şey yok. Efendimiz o kabileyi bir seyretti o insanları, rengi kireç gibi oldu, bembeyaz oldu.

“–Bilâl dedi, ezan oku.” dedi, -radıyallâhu anh-.

Ezan okudu Bilâl -radıyallâhu anh-. Efendimiz mihraba geçti, iki rekât namaz kıldırdı.

“–Herkes neyi varsa getirsin.” dedi.

Kimi bir torbaya doldurdu, sürükleye sürükleye getirdi. Kimi elinde bir avuç arpa getirdi, buğday getirdi. Bir avuç hurma getirdi. Efendimiz ümmetinin bu gayretini gördüğü zaman, o kireçleşen benzi pembeleşmeye başladı ve sevindi ve tebessüm etmeye başladı. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Biz de -inşâallah- yaptığımız hayırlar, İslâm yolundaki gayretler, müslümanın derdiyle dertlenme…

“Bana diyor, amelleriniz gelir (buyuruyor Rasûlullah Efendimiz) kabrimde…” diyor. (Heysemî, IX, 24)

O’nu hem bu dünyada hoşnut etmek sağlığımızda, hem de -inşâallah- kıyamet günü O’nun civarında olabilmek, hedefimiz olmalı.

Allâh’ın bir lûtfu bize… Yani bizim Allah Rasûlü’nü tanıyabilmemiz, tabi bizim idrak ötesidir. Yani bir karınca ne kadar bir deryadan su alabilir? Beşer idrâkinin aczi sebebiyle Cenâb-ı Hak bizzat O’nu tekrim ediyor:

“Allah ve melekler salât eder...” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak O’nu “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) olarak gönderdi. Melekler dua ediyor O’na. Salevât-ı şerîfe getiriyor.

“…Ey mü’minler siz de O’na salevat getirin, tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyruluyor.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh- buyuruyor:

Rasûlullâh’a ihlâs ile salevât-ı şerîfe getirmek, (ihlâsla; o salevat dilde kalmayacak, kalbe inecek, tatbikâta geçecek) günahları, suyun ateşi söndürmesinden daha çabuk yok eder.” buyuruyor.

Yine buyuruyor:

“O’na muhabbetle selâm göndermek, (tabi yaşayarak) pek çok köle âzâd etmekten daha faziletlidir.”

Çünkü Efendimiz’in değeri zirve, Cenâb-ı Hakk’ın yanında…

Bu da ibretli bir hâdise:

Muaz bin Cebel diyor ki;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e vali olarak gönderirken, uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar teşrif etti. Ben binek üzerinde idim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:

“–Ey Muaz dedi, bu seneden sonra beni bir daha göremezsin dedi. İhtimal ki şu mescidimde kabrime uğrarsın.” dedi.

Bu sözleri duyunca Allah Rasûlü’nden ayrılmanın hüznü ile ağlamaya başladı Muaz. Muaz’a Efendimiz buyurdu ki:

“–Ağlama Muaz dedi, ağlama!” dedi.

Sonra yüzünü Medîne’ye doğru çevirerek;

“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Hep yakınlık ölçüleri…

Yine hadiste;

“Şüphesiz benim dostlarım müttakîlerdir.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242)

Malzeme muhabbet, neticesi, Allah Rasûlü’nün edep ve hâliyle ahlâklanabilmek.

İbn-i Abbas diyor -radıyallâhu anh-:

“Allah Teâlâ, kendi katında Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den daha kıymetli bir insan yaratmamıştır (peygamberler dahil). Zira Cenâb-ı Hak O’ndan başka birisinin hayatına yemin etmedi.”

Fakat “لَعَمْرُك” “Hayatın üzerine yemin olsun…” (el-Hicr, 72) diyerek Efendimiz’in hayatına yemin etti.

O’nun ömrüne “لَعَمْرُك”…

Asrına “وَالْعَصْرِ” (el-Asr, 1)

Beldesine “لَا اُقْسِمُ بِهٰذَا الْبَلَدِ” (“Beldene yemin olsun.” [el-Beled, 1])

Velhâsıl Yâsîn’de de:

“Hikmet dolu Kur’ân hakkı için Sen şüphesiz peygamberlerdensin ve sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 2-4) buyurdu.

Velhâsıl izinden gidenler için de Cenâb-ı Hak… Çok zor zamanlarımız olacak. Son nefes zor bir zamandır. Bütün bedeni terk ettiği an rûhun. Kıyâmette kalkış, öyle bir zor zamandır. İşte Efendimiz’in izinden gidenler, Cenâb-ı Hak’la dost oluyor. Dost olduğu zaman;

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

İnsanoğlu kardeşliği Efendimiz’den öğrendi.

Efendimiz, din kardeşlerinden birini üç gün görmese, sorardı. Uzaktaysa, seyahatteyse duâ ederdi, evindeyse ziyaret ederdi, hastaysa şifâ dilerdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)

Yine sık sık, ümmetinin ecir almasını isterdi, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmasını isterdi. Ümmetine;

“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

Bugün bir aç doyurdunuz mu?

Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

Bugün bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” buyururdu. (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Efendimiz’i, Câbir Hendek’te davet etti. Baktı; Efendimiz bir taraftan hendek kazıyor, karnı içine geçmiş açlıktan. Câbir geldi davet etti, gitmedi. Bütün ümmetini aldı, ümmetiyle beraber gitti. Nasıl bir…

İşte bir mü’minde de böyle, kardeşlerine âit böyle bir muhabbet olacak. Sohbetler, bunu güçlendirecek.

Gerçek hak ve adâleti insanlık Efendimiz’den öğrendi.

Bakî Kabristanı’nı ziyaret etti, sonra Ravza’ya geldi, ashâb-ı kirâmı topladı. Onlara;

“Nihayet ben de bir insanım buyurdu. Aranızda bazı kişilerin hakları bana geçmiş olur.” buyurdu. Ridâyı attı şöyle arkasına:

“Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun buyurdu. Kimin malını bilmeden almışsam, işte malım, gelsin alsın.” buyurdu. (Ahmed, III, 400)

Efendimiz daima kendini toplumdan mes’ûl olarak görüyordu. Nezâket, zarâfet bakımından bambaşka bir güzellik arz ediyordu. Muhataplarında gördüğü hatalar, kusurlar karşısında;

“Sen şöyle yaptın, ben böyle yaptım…” filân demiyordu. Hatâyı kendine izâfe ediyordu galat-ı ru’yeti; “Bana ne oluyor ki, ben şöyle, şöyle, şöyle görüyorum.” buyuruyordu. Nasıl bir nezâket!..

Bir deve eti yenildi. Tam namaza duracaklar, cemaatten biri gayr-i ihtiyârî olarak abdesti bozuldu, yellendi. Efendimiz; “Yellenen gidip abdest alsın.” buyurmadı.

“Deve eti yiyenler abdest alsın.” buyurdu.

Yani bir kişiyi mahcup etmemek için o cemaate yeniden abdest aldırdı Allah Rasûlü.

Yine bu hizmetin ehemmiyeti:

Mescidi temizleyen siyahî bir kadın vardı. Yani kumları aktarıyor, temizliyor, kumları yıkıyor, kumları aktarıyordu. Efendimiz onu bir ara göremedi o kadını. Sordu merak ederek.

“–Vefat etti.” dediler. Efendimiz, vefâ âbidesi:

“–Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” dedi. Sonra:

“–Bana kabrini gösterin.” buyurdu. Onun kabrine gidip cenaze namazı kıldı ve ona dua etti. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 67)

Yine Efendimiz’in ayrı bir vefâsı. Bir kere Rasûlullâh’ı ziyaret maksadıyla yaşlı bir kadın geldi, ihtiyar bir kadın geldi. Aralarında çok sıcak ve samimî bir sohbet geçti Efendimiz’le. Kadın, yaşlı kadın ayrıldıktan sonra:

“–Yâ Rasûlâllah! Bu kadına çok fazla alâka gösterdiniz, kim olduğunu merak ettim.” diye sordu (Âişe Vâlidemiz).

Buyurdu ki:

“–Hatice (-radıyallâhu anhâ- annemiz) hayattayken bize gelir giderdi. Vefakârlık îmandandır.” buyurdu. (Hâkim, I, 62/40. Ayrıca bkz. Buhârî, Edeb, 23)

Efendimiz; köle-efendi şeklinde olan şeyi, kast sistemini, sınıf farkını kaldırdı.

Bir gün Medîne-i Münevvere çarşısında bir köle satılıyordu. Köle müslüman olmuştu. Köle satılırken -güçlü, kuvvetli, babayiğit bir köleydi-:

“–Ben dedi, iki şey istiyorum ücret olarak dedi. İstediğiniz hizmeti yaparım dedi. Bir ücretim dedi; ezan okunduğu zaman ben gidip Allah Rasûlü’nün yanında namaz kılacağım.” dedi.

Yani o kölenin hedefi; Allah Rasûlü’yle beraber olmak, Allah Rasûlü ile beraber Cenâb-ı Hakk’a secde etmekti.

Efendimiz -cezb ve incizab kanunu- hep mescide geldiği zaman o köleyi arardı, gözü-gönlü arardı. Bir gün göremedi:

“–Efendi, kölen nerede?” dedi. Yani bir iş mi verdin, ondan mı gelmedi?..

“–Yok Yâ Rasûlâllah dedi, hasta dedi, gelemedi.” dedi.

Cemaate:

“–Haydi dedi, gidip köleyi ziyaret edeceğiz.” dedi.

O zaman öyle bir şey yoktu. Köleyi ziyaret ettiler. Yine bir müddet sonra tekrar köleyi göremedi. Tekrar:

“–Efendi dedi, köleni göremiyorum, nerede?” dedi. Yani iş mi verdin, ondan mı?..

“–Yok yâ Rasûlâllah! Sekerât hâlinde.” dedi.

“–Haydi dedi, gidip tekrar ziyaret edeceğiz.” dedi.

Köle, Efendimiz’in huzûrunda vefat etti. Efendimiz ayrılmadı. Namazını kıldırdı, defin yapıldı.

Mekkeliler dediler ki kendi aralarında:

“–Biz dediler, canımızı-malımızı, hepsini Mekke’de bezlettik. Allah Rasûlü bu köleye daha fazla alâka gösterdi.”

Medîneliler dediler ki:

“–Biz her inen âyete « سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا(işittik ve itaat ettik)» dedik. İttibâ hâlinde olduk. Fakat Rasûlullah bu köleye bizden daha çok alâka gösterdi.”

Onun üzerine:

“…İçinizde (Hucurat Sûresi’nde) en keremliniz, Allâh’a karşı en çok müttakî olanınızdır...” (el-Hucurât, 13) buyruldu.

Yani demek ki burada iki şeyi görüyoruz:

Bir; Allâh’a secde. Bu secdenin çok seviyede olmasını istiyor ki “Ben Allah Rasûlü ile beraber secde edeyim.” diyor.

İkincisi; Allah Rasûlü’ne bir râbıtası… “Ben dedi, beş vakitte O’nunla beraber, O’nun arkasında ben Allâh’a secde edeceğim.” dedi.

Demek ki secdenin ehemmiyeti, Allah Rasûlü ile beraber olmanın ehemmiyeti…

OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.