İslam Dünyasında Neler Oluyor?
Altınoluk Dergisi yazarı Beytullah Demircioğlu Şubat [2015] ayı "Dünya Gündemi"ni değerlendiriyor.
Doğu’suyla Batı’sıyla dünya siyaset sahnesi oldukça hareketli günler geçiriyor. Ortadoğu’da DAİŞ etrafında şekillenen gelişmeler dünya gündeminin ana konusu olmayı sürdürüyor. Uluslararası koalisyonun DAİŞ’e yönelik kapsamlı bir kara harekâtı hazırlığı içerisinde olduğu haberlerinin yayıldığı bir dönemde örgüt Irak ve Suriye haricinde Libya’da da etkili bir biçimde görünür olmaya başladı.
Ürdün yönetimi, pilotlarının vahşice öldürülmesine karşı Irak’taki DAİŞ hedeflerine yoğun hava saldırıyla cevap vererek DAİŞ’e yönelik küresel savaşın önemli bir parçası haline geldi. Aynı şekilde Mısır’daki cunta yönetimi Libya DAİŞ’i tarafından öldürülen 21 Kıpti vatandaşının intikamı için Libya’daki DAİŞ hedeflerine hava saldırısı düzenledi. Cunta yönetimi de böylece hem içeride hem dışarıda DAİŞ ile savaşa tutuşan bir başka Ortadoğu ülkesi oldu.
ŞAH FIRAT İLE BOŞA ÇIKAN SENARYOLAR
İşte Ortadoğu’da ülkelerin örgütler üzerinden tuzağa çekildiği böylesi bir konjonktürde Türkiye’nin kendi sınırları dışında sahip olduğu tek toprak parçası olan Süleyman Şah Türbesi’nin nakli ve Süleyman Şah Saygı Karakolu’nun tahliyesi için gerçekleştirdiği ‘Şah Fırat’ operasyonu geçen ayın gündeminin en önemli gelişmesiydi denebilir.
Türk Silahlı Kuvvetleri ve MİT mensuplarından oluşan 175 kişilik tim, IŞİD tehdidinin artması üzerine Süleyman Şah Saygı Türbesi’ne gece yarısı operasyon düzenledi. 9 saat süren operasyonla Süleyman Şah’ın na’şı ile karakoldaki 38 askerimiz tahliye edilerek yurda getirildi. Operasyon sırasında bir askerimiz kaza ile şehit oldu.
Türkiye’yi bölgedeki bataklığa çekebilmek için sürdürülen uluslararası yoğun çabaların sarf edildiği bir süreçte bu operasyonun başarılı bir şekildi gerçekleşmesi oldukça önemliydi.
Suriye’deki çatışma ortamının ve DAİŞ’in türbeye yönelik tehditlerinin son zamanlarda artması, karakoldaki askerlerin uzun zamandır değiştirilemiyor olması operasyonun önemli gerekçeleri olarak dillendirildi.
Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah ve 2 askerinin mezarlarının yer aldığı Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu 8 bin 797 metrekare alan içerisindeki Saygı Karakolu’nda görevli askerler, bir süredir bölgede IŞİD ve YPG güçleri arasındaki çatışmaların yoğunlaşması ile iki ateş arasında kalıyordu.
Ürdünlü pilot ve Libya’da Mısırlı 21 Kıpti’nin vahşice katledilmelerinin ortaya çıkardığı psikolojik durumu operasyonu hızlandıran gerekçeler arasında saymak mümkün.
DAİŞ ve PYD güçlerinin arasında kalan askerlerimizin bir şekilde zarar görmeleri halinde Türkiye’nin Suriye’deki savaşın bir parçası haline gelmesi kaçınılmaz olabilirdi. Özellikle gerek Kobani’nin düşmemesinde en hayati rolü oynayan gerekse eğit-donat anlaşması ile dikkatleri üzerine çeken Türkiye’nin DAİŞ’in boy hedefi haline geldiği bir dönemde bu operasyonun başarılı bir şekilde gerçekleşmesinin ne derece hayati olduğu görülüyor.
Türbenin daha önce iki kez yerinin değiştirilmiş olmasına, türbenin yeni yerinin yine Suriye topraklarında yer almasına, dış dünyada ve yabancı basında “başarılı bir operasyon” şeklinde yorumlanmasına rağmen operasyon muhalefet ve malum çevre tarafından yine suiistimal edilmeye çalışıldı. Türbe bir yerden başka bir yere taşınmış olmasına rağmen sanki toprak kaybedilmiş gibi hamasi bir söylemle operasyonu itibarsızlaştırma gayretleri dikkat çekiciydi. Daha dün “askerlerimiz ölüme terk ediliyor” diyenler operasyon sonrası ise bu sefer “topraklarımızı terk ettiniz” gibi garabet bir söylemle hamaset yapmaya çalıştılar.
HAREKETLİ VE SICAK BİR BAHAR BİZİ BEKLİYOR
Operasyonun dikkat çeken bir başka yönü ise Süleyman Şah Saygı Karakolu’ndaki askerlerin güvenli şekilde Türkiye’ye ulaştırılması için Suriye içerisinde etkin olan ve güzergâhın büyük bölümünü kontrolü altında tutan PYD ile temasa geçilmesi olmuştur.
Operasyona ilişkin en çok altı çizilmesi gereken hususlardan bir tanesi de ABD’nin fiyaskoyla sonuçlanan operasyonlarının ardından Türkiye’nin böylesine kapsamlı askeri operasyonu hiçbir merciden ne izin ne yardım talep etmeksizin gerçekleştirme kabiliyetini göstermesidir. Bu başarının dışarıda meydana getirdiği algı oldukça önemlidir. Nitekim operasyonun uluslararası medyaya yansıyış biçimi bu tespiti doğrulamaktadır.
Arap Baharı’nın ardından başta Libya olmak üzere bir çok sıkıntılı noktalarda mahsur kalan vatandaşlarını, DAİŞ’in elindeki 49 rehineyi büyük ustalıkla kurtaran Türkiye, kendi menfaatlerini korumak ve kollamak adına Şah Fırat operasyonu ile toprakları dışındaki askeri operasyonel kabiliyetini de dosta düşman göstermiştir.
Özetlenecek olursa amiyane ifadeyle tere yağından kıl çeker gibi gerçekleştirilen son derece başarılı bir operasyon ile hem orada risk altındaki askerlerimiz güvenli bir şekilde tahliye edilmiştir. Hem de ülkemizi bu kirli savaşın bir parçası haline getirmek isteyen çevrelerin Türkiye aleyhine oynamak istedikleri senaryolar boşa çıkartılmıştır. Tüm bunların yanı sıra herhangi bir toprak parçasını kaybetmeden tarihi sembollerimiz ve emanetleri korunmuştur.
Bundan sonraki süreçte Türkiye’nin DAİŞ ile mücadelede etkin bir rol üsteneceği yönündeki kanaatler daha ön plana çıkmaktadır. Türkiye’nin bu anlamda elinin daha rahatlaması bu yöndeki kanaatleri güçlendirmektedir.
Nitekim Irak ve Kürt ordusundan 25 bin kişilik bir ordunun DAİŞ’i Musul’dan çıkarmak için nisan ya da mayıs ayında saldırı hazırlığı planladığı haberleri gelmeye başlamıştır. Bu büyük operasyonun nasıl bir sonuç vereceği gerçekten merak konusu. Genel beklenti, gerileme sürecine giren örgütün daha da geriletileceği yönünde. Ama örgütün tamamen tasfiyesinin yakın bir gelecekte mümkün görülmediğinin altını çizelim. Velhasıl bölgeyi hareketli ve sıcak bir bahar bekliyor diyebiliriz.
TÜRBENİN YENİ YERİ
Türbenin yeni yeri Şanlıurfa’nın Birecik ilçesinin sınır bölgesindeki Eşme köyünün tam karşısında yer alıyor. Türkiye tarafından gözle görülebilecek bir mesafede, Suriye topraklarının 200 metre kadar içinde. Türbe bundan önce iki defa, 1939 ve 1975 yıllarında taşınmıştı. ‘Türk Mezarı’ olarak bilinen türbe 1975’e kadar sınıra 100 kilometre uzaklıktaki Caber Kalesi’nin eteklerinde yer alıyordu. Birinci yer değişikliği 1939 yılında kale içinde gerçekleştirilmişti. Tamirinin imkânsız hale gelmesi ve güvenlik zaaflarının oluşması sonucu türbe, kale içinde kurulan karakolun yanında eski özelliklerine uygun olarak inşa edilmiş ve yeni yerine nakledilmişti. 1975 yılındaki ikinci nakilde ise türbe, Caber Kalesi’nden uzak bir noktaya, Karakozak bölgesine taşınmıştı. Nakil, 1968’de Suriye tarafından yapımına başlanan Tabka Barajı’nın Caber Kalesi’ni tamamen sular altında bırakması riskine karşı gerçekleştirilmişti. Nakil kararı 1973’te alınmış; türbe, Caber Kalesinden 63 kilometre kuzeyde, sınırın ise 37 km güneyindeki yeni yerine nakledilmişti.
MISIR'IN LİBYA'YA MÜDAHALE ÇAĞRISI
DAİŞ eksenli gelişmelerin önemli bir parçası da Libya’da yaşanıyor. Örgüt Irak ve Suriye içerisinde geriliyor gibi görünse de Ortadoğu’nun diğer coğrafyalarında sansasyonel eylemleriyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. Libya bu anlamda en çok konuşulan ülkelerin başında geliyor.
Hakikaten Libya, Kaddafi’nin devirilmesinin ardından bir türlü gün yüzü görmedi. Kaddafi sonrası yaşanmaya başlayan iç savaş ülkeyi iki hükümetli, iki meclisli ve onlarca örgütün bir birleriyle kıyasıya mücadele ettiği bir yere dönüştürdü. Libya’da Tobruk ve Trablus merkezli iki ayrı parlamento ve hükümet bulunuyor. Tobruk hükümeti Libya’da darbe girişiminde bulunan emekli General Halife Hafter tarafından destekleniyor.
Ülkedeki ‘İslamcı gruplara’ karşı savaş ilan ettiğini duyuran Hafter’e Mısır’daki Sisi yönetimi uzun süredir destek veriyor.
Alt yapısıyla, adaletiyle velhasıl her şeyiyle çökmüş bir Libya’nın bugünlere gelmesinde muhakkak pek çok etken var. Ancak bunlar arasında devrimler sonrası rejim bakiyesi ve statükocu çevrelerin başlattıkları karşı devrim süreci ve bu noktada da tüm Ortadoğu’da başlatılan Müslüman Kardeşleri şeytanlaştırma operasyonları Libya’yı içinden çıkılması zor bugünlere getirdi.
Mısır’daki askeri darbenin bir benzerini Libya’da gerçekleştirmek isteyen çevreler ki bunların başında İhvanfobik Körfez ülkeleri geliyor. Libya’nın bu günlere gelmesinde çok önemli katkı sağladılar. Söz konusu çevreler Libya’nın Sisi’si General Halife Haftar’ın darbesinin başarılı olması için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Ama Mısır’da başardıklarını Libya’da başaramadılar. Libya’da başardıkları şey Libya’nın daha çok bataklığa saplanması oldu.
"İSRAİL TERÖRÜNÜN KURBANLARI İNSAN DEĞİL MİYDİ?"
Libya’daki dengeleri statüko lehine dönüştürmek isteyen Sisi yönetimi de 21 Kıpti’nin öldürülmesini gerekçe göstererek Libya’ya saldırdı. Ardından da uluslararası toplum Libya’ya müdahalede bulunması için çağırıda bulundu. Bu arada darbe karşıtı pozisyonları yüzünden Türkiye ve Katar yönetimlerine yönelik suçlamalarını sürdürdü. Daha öncesinde de Libya’yı bombalayan kendi uçakları değilmişçesine Türkiye ve Katar’ı Libya’nın iç işlerine karışmak ve terörü desteklemekle suçlamaya devam etti.
Evet, 21 Mısırlı Kıpti’nin Libya DAİŞ’i tarafından vahşice katledilmeleri geçen ayın en çok konuşulan konularından biriydi. Cuntanın saldırılarında DAİŞ militanlarından daha çok aralarında çocukların da olduğu sivilleri ölmesi tepkileri de beraberinde getirdi. Mısır’daki cunta yönetimi bununla da sınırlı kalmadı. Libya’ya uluslararası toplumun müdahalesinin yolunu açmak için BM Güvenlik Konseyi’ne çağrıda bulundu. Bu Arap kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Kendi ülkesindeki savaşı Libya’ya taşımakla suçlanan darbe yönetimi Arap medyasında yoğun bir biçimde eleştirildi. Rey’ul Yevm gazetesinin baş yazısında bakın Sisi nasıl eleştiriliyor: “Düne kadar Arap ülkeleri BM Güvenlik Konseyi’ne İsrail’in saldırganlığının kınanması ya da işgalci İsrail’in Araplara yönelik hukuk dışılığının önüne geçilmesi için giderlerdi. Şimdilerde devir de dengeler de değişti. Şimdi aynı Araplar aynı Güvenlik Konseyi’ne terörle mücadele gerekçesi adı altında bir başka Arap ülkesinin işgalinin önünün açılması için gidiyorlar. Oysa ki çok değil birkaç ay önce İsrail, havadan, karadan, denizden Gazze’yi bombalayıp, üçte birini çocukların oluşturduğu 2200 kişiyi katledip, on binlercesini yaralar, binlerce evi dümdüz ederken bunan adı terör olmuyor muydu? İsrail terörünün kurbanları insan değil miydi? Kardeşleriniz değil miydi? Yoksa İsrail’in terörü iyi huylu terör müydü de BM Güvenlik Konseyi’nin kapısını çalmadınız ey vicdan sahipleri?”
İSLAMAFOBİ VE BATI'NIN ŞAŞIRTMAYAN YAKLAŞIMI
ABD’nin Kuzey Caroline eyaletinde Filistin kökenli üç Müslüman gencin beyaz bir Amerikalı tarafından öldürülmesi, cinayetin uluslararası medyada işleniş biçimi belki daha doğru ifadeyle neredeyse hiç görülmeyişi geçen ayın manidar gelişmelerinden biriydi.
CNN, Reuters, Fox, ve BBC başta olmak üzere büyük medya organları bu cinayeti ya görmedi ya da ölenlerin kimliğini gizleyerek adi bir vaka gibi göstermeye çalıştılar.
Açıkçası Batı basınının bu yaklaşımı çok da şaşırtıcı gelmedi çoklarımız için. Tetiği çeken Müslüman olmadığı sürece bir katliamın Batı medyası için haber değeri taşımadığı gerçeğini daha önceden çokça tecrübe etmiştik. Chapel Hill’de üç Müslüman gencin öldürülmesine Batı medyasının yaklaşımı bunun son misali oldu. Müslümanların vurulduklarında değil ancak tetiği çektiklerinde haber olduğunu ve islamofobinin nasıl işlediğini bir kez daha müşahede ettik.
IRAK'TA 1 MİLYON KADIN DUL
2003/2011 yılları arasındaki ABD işgali ve geçtiğimiz yazdan bu yana devam eden DAİŞ terörüyle birlikte ağır bir yıkım yaşayan Irak’ta en büyük bedeli kadınlar ödüyor. Irak Kadın İşleri Bakanlığı’na göre son çatışmalarla birlikte Irak’taki dul kadın sayısının bir milyona yükseldiği belirtiliyor. Bu kadınların psikolojisi ve insani şartlarının çok kötü olduğu belirtiliyor.
BİR CEMAAT-İ İSLAMİ LİDERİNE DAHA İDAM CEZASI
Bangladeş’te Cemaat-i İslami Partisi liderlerinden Abdüssübhan, 1971’deki bağımsızlık savaşı sırasında insanlık suç işlemekten idama mahkum edildi. Lider kadrosuna yönelik yargılamaların ve mahkeme kararlarının siyasi olduğunu vurgulayan Cemaat-i İslami ise kararı temyiz edeceklerini duyurdu. Parti yetkilileri, hükümetin muhalifleri bastırmak için kitlesel cinayetler, keyfi tutuklamalar, yargısız infaz ve işkence gibi suçlar işlediğini savunuyor.
RUSYA'DA YILDA 14 BİN KADIN ÖLDÜRÜLÜYOR
Türkiye’de son günlerin tartışma konusu olan kadına şiddetin en çok yaşandığı ülkelerden birinin de Rusya olduğu belirtiliyor. Rusya’da her yıl yaklaşık 14 bin kadının erkekler tarafından öldürüldüğü ifade ediliyor. Doçent Viktoriya Sakaviç’in 2013 yılında yaptığı araştırmaya göre, Rus kadınların dörtte üçü hayatları boyunca sözlü tacize uğramış. Doğrudan şiddet görenlerin oranı ise yüzde 20. Bir diğer araştırmaya göre ise, Rusya’da eşi, erkek arkadaşı ya da yakını tarafından her yıl 14 bin kadın öldürülüyor. Ülkede işlenen ve “ağır suç” kapsamına giren suçların yüzde 40’ı aile içinde yaşanıyor.
Kaynak: Altınoluk Dergisi, Beytullah Demircioğlu, Mart 2015, 349. Sayı