İslam Evrenseldir
Yegâne hak din olan İslâm ise, cihanşümuldür; bir kavme, bir bölgeye ait değil, bütün cihâna ve bütün insanlığa gelmiştir.
Yeryüzünde; İslâmiyet’ten başka iki muharref din, bazı Uzak Doğu dinleri ve birtakım beşerî dünya görüşleri hâkimdir.
Bunları tek tek ele alırsak;
‒Yahudilik, tahrife uğramış ve muhtevâsı bozulmuştur. Irkî bir din hâline getirilmiştir. Bu yüzden yahudiler, kendilerinden olmayan başka milletleri dinlerine davet dahî etmezler.
Diğer milletleri kendilerine hizmetçi olarak gördüklerinden, Siyonist emellerine hizmet edecek masonluk teşkilâtına revaç vermeye çalışırlar.
Üstün ırk olarak gördükleri yahudilerin muhakkak cennete gideceğine inanırlar. Günahkâr yahudilerin dahî mahdut bir süre ceza gördükten sonra yine cennete gideceğine inanırlar.
Kur’ân onlara şöyle cevap vermiştir:
“Yahudiler ve hıristiyanlar;
«–Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz!» dediler.
De ki:
«–Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?
Doğrusu siz de O’nun yarattığı insanlardansınız.
O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder.
Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allâh’a aittir. Sonunda dönüş de ancak O’nadır.»” (el-Mâide, 18)
İSLAM EVRENSELDİR
Yegâne hak din olan İslâm ise, cihanşümuldür; bir kavme, bir bölgeye ait değil, bütün cihâna ve bütün insanlığa gelmiştir.
Bunun için İslâm, her türlü ırkçılığı reddeder. Hangi milletten olursa olsun bütün mü’minleri kardeş îlân eder. Allah katında yegâne üstünlüğün «takvâ» ile olduğunu beyân eder.
‒Hıristiyanlık da Yahudilik gibi tahrife uğramış, içi boşaltılmıştır.
Roma İmparatorluğu ilk üç asrında Hıristiyanlığı düşman addetmiş, daha sonra hıristiyan olduğunu îlân eden imparator eliyle ve konsiller yoluyla dînin akîdesi değiştirilmiştir. Zamanla bölüne bölüne yüzlerce fırka hâline gelmiştir.
Böylece;
Hıristiyanlık, kulun kalbi ile Rabbi arasında kalan, doğru dürüst bir muâmelâtı ve ibâdet hayatı olmayan, âdetâ bir tabela dîni hâline getirilmiştir;
‒Tevhid gitmiş teslis gelmiş,
‒Namaz gitmiş âyin gelmiş,
‒Oruç gitmiş perhiz gelmiş,
‒Sünnet gitmiş vaftiz gelmiş,
‒Tesettür yalnız râhibelere hasredilmiş,
‒Tevbe gitmiş, para karşılığı papazlar tarafından günah çıkartma gibi akıl dışı uygulamalar gelmiştir…
Bugünkü Hıristiyanlık’ta ne dünya hayatını tanzim etme iddiası vardır, ne de intizamlı bir âhiret telâkkîsi mevcuttur. “Tanrının üç olduğuna inan, kâfî!..” der.
Hazret-i İsa’ya attıkları; “Sezar’ın hakkını Sezar’a bırak!” iftirasıyla, lâik ve seküler bir anlayışın zemini oluşturulmuş, böylece, ilâhî ahkâm, dünya işlerinde devre dışı bırakılmıştır.
Yegâne hak din olan İslâm ise; tevhid inancıyla, ibâdet hayatıyla, muâmelât, muâşeret, ukubât ve güzel ahlâkıyla, hayatın her ânını en güzel şekilde tanzim eden, mükemmel bir din ve dünya görüşüdür.
Her rekâtta okuduğumuz Fâtiha’nın son cümlesinde; Hıristiyanlık ve Yahudiliğin geçirdiği tahrif ve inhirâfa düşmekten Allâh’a sığınmamız emredilmiştir.
Çünkü Peygamberimiz’in tefsiriyle; gazaba uğrayanların yahudiler, dalâlete düşenlerin ise hıristiyanlar olduğu bildirilmiştir.
Bu iki muharref dînin müntesipleri, iki ayrı uçta gösterdikleri ifrat ile bu âkıbete dûçâr olmuşlardır.
İslâmiyet’in fârikası ise zü’l-cenâheyn / iki kanatlı olmaktır.
İslâm medeniyeti; madde ve mânâ, ruh ve beden, dünya ve âhiret olmak üzere her şeyin her iki veçhesini de dikkate alır.
Dünya hayatını, esas hayat olan âhiret yolundaki bir merhale olarak görür. Dünyanın, âhiretin tarlası olduğunu; bu dünyada ekilenlerin, âhirette biçileceğini bildirir.
‒Buna mukabil, meselâ Hint dinlerinde, dünyadan el etek çekip Nirvana’ya ulaşmak hedeftir. Yokluğa, boşluğa ulaşmakla rûhun yolculuğu tamamlanmış addedilir. Reenkarnasyon gibi bâtıl telâkkîlerle, rûhun farklı kalıplarda tekrar tekrar dünyaya geleceğine inanılır. Düzgün bir âhiret telâkkîsinden mahrumdur.
Kast sistemiyle, dünyada yaşanan adâletsizliklerin suçu, ilâhlara yüklenmiş, insanların bu haksızlıkları düzeltmek yerine buna boyun eğmeleri sağlanmıştır.
Dolayısıyla bu dinlerden çıkarılıp modernize edilerek dünyaya pazarlanan; yoga, meditasyon, karma temizliği vb. usûllere bir müslüman asla itibar etmemelidir.
‒Felsefî fikirlerin mahsûlü olan beşerî sistemlere gelince, bunlar da insanlığa saâdet getirebilmekten son derece uzaktır.
İslâm, vahye istinâd eder. Allah ise; yarattığı kulu, onun fert, aile ve toplum bakımından ihtiyaçlarını en iyi bilendir.
Beşerî sistemler sürekli deneme-yanılma ile yol alırlar. Nice insan bu tecrübelerin kobay faresi durumuna düşer.
Beşerî sistemler ifrat ve tefritlere savrulurlar, itidalden uzak kalırlar. Küçük bir hakikat kırıntısını, bütün hakikatlerin üzerine çıkarmak sûretiyle ifrat sergilerken, kör ve sağır kaldıkları ihtiyaçlar bakımından da tefritin nümûnesi olurlar.
Meselâ Karl Marks ve Freud, hayat gerçeklerinin birini esas alarak her şeyi onunla îzâh etme yoluna gider. Biri her şeyi iktisatla, diğeri cinsî insiyakla açıklamaya çalışır. İslâm ise bu gerçeklere, hadd-i lâyığında, yani lâyık olduğu derecede bir ehemmiyet atfeder.
Kapitalistler ve sosyalistler, mülkün kavgasını yaparlar. Biri; «mülk, fertlerindir» der, diğeri ise; «mülk devletindir» der. Pragmatist (menfaatperest) ve oportünist (fırsatçı) bir anlayış hâkimdir. İnsan, ekonomi çarkını döndüren bir dişliden ibaret görülür.
İslâm ise;
“Mülk, ne ferdin, ne de devletindir; «اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ» mülk, Allâh’ındır.” der.
Ferdî mülkiyet hakkını tanımakla beraber, onu ilâhî ve ahlâkî ölçülerle tanzim eder.
Mü’minleri israftan ve cimrilikten sakındırır. Varlıklı mü’minleri zekât gibi mecburî, sadaka gibi gönüllü infaklarla cömertlik ve merhamete sevk eder. İhtiyaç fazlasını muhtaçlarla paylaşmayı telkin eder.
Böylece sosyal adâleti de, içtimâî huzuru da en tabiî ve en güzel sûrette temin eder.
Nitekim; Ömer bin Abdülaziz zamanında zekât verecek fakir bulunamadı.
Osmanlı’ya seyyahlar tarafından «dilencisiz memleket» denildi.
Beşerî sistemler; madde plânına mahkûm olmuş, mâneviyat sahasına kapalı kalmıştır.
Darwin, evrim teorisiyle, güçlü olanın güçsüzü yok etmesini zihinlerde normalleştirmiştir. İnsanı biyolojik varlığından ibaret gördüğü için, onu sadece hayatta kalmaya ve neslini sürdürmeye çalışan bir hayvan saymıştır.
Bu tablonun ruh ve vicdanları tatmin edememesi sebebiyle de; felsefî sistemler çoğu defa, nihilizmin (hiççiliğin) pençesine düşmüştür. Yani insanlığın saâdet ve selâmeti husûsunda bedbin, karamsar ve kötümser olmuştur.
Bunun neticesi saâdeti, sefâlette aramak; yani servet, şöhret, şehvet sahasındaki aşırılıklar, alkolizm, uyuşturucu iptilâları ve sonunda intiharlar olmuştur.
Velhâsıl; muharref dinlerin ve beşerî sistemlerin hiçbiri, insanlığa huzur ve saâdet getirememiştir.
Zira bütün materyalist felsefeler; insanı sadece biyolojik bir varlık olarak telâkkî ettiklerinden, onun gönül âlemini inkâr etmiştir. Böylece milyonlarca insanın rûhî ve içtimâî sefâletine sebep olmuşlardır.
Herhangi bir filozofun, bırakın toplumları, insanlık âleminden bir tek ferdi bile huzura kavuşturdukları görülmemiştir. Sadece başkalarını değil, kendilerini bile kurtaramadıkları; bu filozoflardan kimisinin intihar etmesinden, kimisinin de akıl hastahânesine düşmesinden bellidir.
Ayrıca filozofların, birbirlerinin fikirlerini tenkit eden tezatlı çekişmelerine mukabil; peygamberler ve onların vârisi durumundaki evliyâullah, hep vahiyden feyizlendikleri için, birbirlerini dâimâ te’yîd etmişlerdir.
Dolayısıyla insanlığın dünya ve âhiret saâdeti için; aklın, vahiy terbiyesi altına girerek İslâmî hakikatlerin ışığında yürümesi zarûrîdir.
O hâlde;
Bu muharref ve bâtıl yollardan kendimizi ve evlâtlarımızı koruyabilmek için;
- Ehl-i sünnet ve’l-cemaat akîdesini çok iyi öğrenmeli ve muhafaza etmeliyiz.
- Onu tağyir ve tebdil etmeye yol açacak bid‘at ve hurâfelere asla fırsat ve revaç vermemeliyiz.
Hadîs-i şeriflerde buyurulur:
“Her kim ki şu işimizde (dînî meselelerde) ondan olmayan yeni bir şey ihdâs ederse, o şey reddolunur.” (Buhârî, Sulh, 5)
“Sözün en hayırlısı Allâh’ın Kitâbı’dır.
Yolların en hayırlısı Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yoludur.
İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid‘atlerdir.
Her bid‘at dalâlettir, sapıklıktır.” (Müslim, Cum‘a, 43)
Zamanımızda toplumda maalesef mevcut olan bazı bid‘atleri, hurâfeleri ve bâtıl inançları sayıp bildirerek, nehy-i ani’l-münker vazifemizi edâ edelim:
- Meditasyon, yoga ve benzeri Uzak Doğu usûllerinin, rehabilitasyon ve benzeri maksatlarla kullanılması…
Bunlar yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, Uzak Doğu dinlerinin mahsûlüdür.
Rûhen sükûnete ve itmi’nâna ermenin müslümanca yolu; namazlardır, secdelerdir, zikrullah, murâkabe ve emsâli Kitap ve Sünnet’te karşılığı bulunan hakikatlerdir.
Başka dinlerin merasim ve ibâdetlerini taklit haramdır. Haramda ise şifâ yoktur.
“İyi geliyor.” zannedilmesi nefse verilen rüşvetten hâsıl olan geçici ve aldatıcı bir duygudur. İçki içip efkâr dağıtarak, dertlerini unutmaya çalışanların bahanesine benzer bir şekilde kişinin kendi kendisini kandırmasıdır.
Buna benzer bir başka taklit:
- Nevruz, Yılbaşı gibi başka bayramlar ihdâs etmek…
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Medine’ye geldiğinde Medinelilerin iki (bayram) günleri vardı. O günlerde oynayıp eğlenirlerdi.
“−Bu iki gün(ün mânâ ve ehemmiyeti) nedir?” diye sordu.
Onlar;
“−Biz câhiliyye devrinde bu günlerde eğlenirdik!” dediler.
Fahr-i Kâinât Efendimiz;
“−Allah, bu iki bayramınızı onlardan daha hayırlı diğer iki günle değiştirdi: Kurban bayramı ve Fıtır (Ramazan) bayramı!” buyurdu… (Ebû Dâvûd, Salât, 239; Nesâî, Iydeyn, 1)
Güneş kültüne tapınan Roma putperestliğinden kalma 25 Aralık’ta yapılan kutlamalar, daha sonra muharref Hıristiyanlığa sokulmuş ve Noel diye adlandırılmıştır.
Noel ağacı süslemenin de eski Şamanist kavimlerden geçtiği bilinmektedir.
Yılbaşı da bunu takip eden 31 Aralık gecesi Katolik dünyasında kutlanan bir «Yeni Yıl Arefesi» adı verilen bir yortudur. Zaman içinde lâdînîleşerek, çılgın ve hayâsız eğlencelerle yeni yıl kutlamaları hâlini almıştır. Kökü putperest, ortası muharref hıristiyan, sonu ahlâksız batı kültürü olan bu yılbaşı âdetinin, bir müslümanın takviminde ve hayatında asla yeri olamaz.
Müslümanlar olarak bizler, hicrî yeni yılımızı 1 Muharrem’de idrâk ederiz. Bunu eğlenceye değil, fânî ömrümüzün muhasebesine ve hicret tefekkürüne vesile sayarız.
Anneler Günü, Babalar Günü vs…
Vefâ duygusundan mahrum olan ve aileyi ifsâd eden materyalistler, tamamen tüketim ekonomisine hizmet etsin ve vicdanları rahatlatsın mantığı içinde; «Anneler günü, Babalar günü» gibi günler ihdâs ettiler.
İslâm, anne-babaya her zaman iyilikle muâmeleyi emreder.
Bunu, senenin belli bir gününe hasretmek; diğer günlerde ihmalkâr davranmaya sebep olur.
Her gün anneler günüdür, her gün babalar günüdür.
Lokman Sûresi’nin 14’üncü âyet-i kerîmesinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için);
«–Önce Bana, sonra da ana-babana şükret!» diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana’dır.”
Bütün bunlar; doğu olsun, batı olsun, başka din ve kültürlerin taklidi olduğu için çok tehlikelidir. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
İslâm şahsiyeti, ibâdetlerde dahî önceki dinlere muhalefet etmeyi gerekli görmüştür.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Eylül, Sayı: 223
YORUMLAR