İslam Nasıl Huzur Verir?
İslam huzur ve kurtuluş dinidir. Peki İslam nedir, nasıl huzur verir? İslam’da huzur bulan dört varlık...
“İslâm” kelimesi, selâmet, kurtuluş, barış, huzur, emniyet, teslim olup rahata ermek gibi mânâlara gelir. Bu da İslâm dîninin her yönüyle bütün âleme tam bir selâmet, kurtuluş ve huzur bahşettiğini gösterir. Yani İslâm sadece insanlara değil, hayvanlara, bitkilere ve hatta cansız varlıklara bile rahat ve huzur bahşeder. Nitekim Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in 23 senelik nübüvvet hayatı terörün her çeşidi ile mücâdele ederek geçmiş ve nihayetinde bu âleme ebedî bir huzur ve emniyet kaynağı olan bir hak din lûtfedilmiştir.
1. İNSANLAR HUZUR BULUR
İslâm, insanı her türlü zulüm, haksızlık ve şekàvetten selâmete çıkarır. İslâm âlimleri, dînin gâyesinin “zarûrât-ı dîniyye” denilen şu beş temel esası yerleştirmek ve muhafaza etmek olduğunu ifade ederler:
a) Dînin muhafazası,
b) Canın muhafazası,
c) Aklın muhafazası,
d) Nâmus ve haysiyetin, dolayısıyla neslin muhafazası,
e) Malın muhafazası.
Bu beş esas muhafaza edildiğinde, insan tam bir huzur ve emniyete kavuşur.
İslâm, bu esasların her birini muhafaza için çok sağlam kâideler koymuş, haramlar ve helâller tâyin etmiştir. İslâm’ın muâmelât kısmı, daha çok bunlarla ilgili ahkâmı inceler.
İslâm gelmeden önce insanlık îtikad, ibadet, muâmelât ve günlük yaşayış itibârıyla acınacak bir hâldeydi. Can, mal, nâmus emniyeti olmadığı gibi, insanı yüceltecek bir inanç, ibadet ve ahlâk da yoktu. İnsanlar helvadan yaptıkları putlara tapar, acıktıklarında onları yerlerdi. Kölelerine ağaçtan ve taştan putlar yaptırır, sonra da onlardan himmet beklerlerdi. Yolcular bir yerde konakladığında dört tane taş alır, üçünü tencerenin altına ocak yapar, birine de ilâh diye taparlardı.
Ebû Recâ el-Utâridî bu hususta şöyle der:
“Biz bir taşa ibadet ederdik. Ondan daha güzelini bulduğumuzda elimizdekini atar diğerini alırdık. Taş bulamadığımız zaman, bir miktar toprak yığar, bir koyun getirip üzerine süt sağar ve onu tavaf ederdik.” (Buhârî, Meğâzî, 70)
İslâm, insânî haysiyeti ayaklar altına alan bu ve benzeri yanlış inançları kaldırdı. İnsanın şeref ve haysiyetini yücelten ulvî inançlar, ibadetler ve ahlâkî duygular getirdi. Beşerî hayatın her alanını en güzel şekilde tanzim etti. İslâm’ın bahşettiği ulvî duyguları tadan müslümanlar, diğer insanların da bu büyük nîmetten istifâde etmesi için çok büyük fedâkârlıklarda bulundular. Buna dâir güzel bir misâl şöyledir:
Daha evvel müslüman olan Ümmü Süleym -radıyallahu anh- kendisiyle evlenmeyi çok isteyen Ebû Talha’ya, putları terk ederek İslâm’a girmesini şart koştu. Ona:
“–Taptığın şu taşları bir düşün! Sana ne fayda verebilirler ne de zarar! Bir de ağaçtan yaptığınız putları düşün! Bir marangoz gelip sizin için ağacı kesip biçiyor, siz de ilâh diye ona tapıyorsunuz. Ateşe atsanız yanıp kül olur. Yerden biten ve Habeşî bir kölenin yonttuğu odunlara tapmaya utanmıyor musunuz? Eğer şehâdet getirir, Peygamber Efendimiz’e tâbî olursan, hiçbir şey istemeden seninle evlenirim!” dedi.
Defâlarca işittiği bu sözler, nihâyet Ebû Talha’ya tesir etti ve îmanla şereflenmesine vesîle oldu. Buna çok sevinen Ümmü Süleym c, istediği kadar dünyalık alabilme imkânı varken, Kelime-i Şehâdet’i mihir olarak kabul etti ve hiçbir şey taleb etmeden Ebû Talha -radıyallâhu anh- ile evlendi. Yani onun mihri “İslâm” oldu.[1]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün insanlığın emniyet ve huzûrunu sağlayacak olan esâsı, gâyet veciz bir şekilde şöyle ifade buyurmuştur:
“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de istemedikçe, gerçek mânâda îmân etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71-72)
Hakîkaten insanlar bu hadîs-i şerifte buyrulan diğergâmlığı tatbik ettiklerinde toplumda problemler asgarîye inecek, haksızlıklar son bulacaktır.
- İslam Hak ve Adalet Dinidir
Cenâb-ı Hakk’ın şu emr-i ilâhîsi, insanlar arasındaki huzursuzluğun en büyük kaynağına şifâ bahşetmektedir:
“Mallarınızı aranızda bâtıl sebeplerle yemeyin! İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, onları hâkimlere rüşvet olarak vermeyin!” (el-Bakara, 188)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâbına:
“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar:
“–Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” şeklinde cevap verdiler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyâmet günü namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerden hâsıl olan sevaplarla gelir. Fakat şuna kötü söz söylediği, buna zinâ isnad ve iftirâsında bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve netîcede Cehennem’e atılır.” (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)
İslâm’a gönülden teslim olan bir insan, bu nevî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifleri düşünerek elbette hiç kimseye en ufak bir zarar vermeyi düşünemez.
İslâm’ın getirdiği “adâlet” anlayışı da her türlü tasavvurun üzerindedir. Buna dâir bir misâl şöyledir:
Bedir Harbi’nde çarpışma başlamadan evvel Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, elindeki ok ile mücâhidleri; “Beri gel, geri git!” gibi tâlimatlarla hizâya getirdi ve saydırdı. Bu esnâda saftan ileri çıkmış bulunan Sevâd bin Gaziyye’nin karnına dokunup:
“–Ey Sevâd! Hizâya gel!” buyurdu. Sevâd -radıyallâhu anh- ise:
“–Yâ Rasûlâllah, canımı acıttın! Allah seni hak ile gönderdi. Kısas isterim!” dedi. Peygamber Efendimiz gömleğini açtı ve:
“–Haydi, kısas yap!” buyurdu. Ensâr endişelenerek:
“–Ey Sevâd! O Allâh’ın Rasûlü’dür!” diye onu kendine getirmeye çalıştılar. Sevâd -radıyallâhu anh-:
“–Adâlette hiçbir beşerin diğerine karşı üstünlüğü yoktur!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tekrar:
“–Haydi, kısas yap!” buyurdu. Sevâd, Peygamber Efendimiz’in mübârek bedenini öptü. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Sevâd! Niçin böyle yaptın?” diye sordu. Sevâd -radıyallâhu anh-:
“–Görüyorsunuz ki savaşa hazırlanmış bulunuyoruz. İstedim ki, benim en son ânım, Sana dokunduğum ân olsun!” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona hayır duâda bulundu.[2]
Hayâtı boyunca bütün mahlûkâtın hakkına, fevkalâde îtinâ gösteren Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vefâtı esnâsında bile kul hakkını gündeminde tutmuş ve mecâlsiz olduğu hâlde minbere çıkarak:
“Ashâbım, kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına sehven (bilmeyerek) vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!..” buyurmuştur.[3]
- İslâm İncelik ve Nezâket Dînidir
İslâm, müslümanlara hesap gününü düşünerek yaşamayı ve kimsenin hakkına tecâvüz etmemeyi öğretir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kâmil bir mü’mini şu veciz ifadelerle târif etmiştir:
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir...” (Buhârî, Îmân, 4-5)
Hakîkaten bir müslüman, İslâmî eğitimi ve ibadetleri boyunca devamlı “zararsızlık” tâlîmi görür. Sonunda o hâle gelir ki hiç kimse ondan bir zarar geleceğini düşünmez. Böyle bir mü’min etrâfına dâimâ huzur ve güven telkin eder.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Mü’min bal arısına benzer. Arı; dâimâ temiz olan şeyleri yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve nâzik davrandığı için konduğu yere zarar vermez, orayı kırıp bozmaz. Düştüğünde ise kırılmaz, bozulmaz.”[4]
Bal arısı, son derece mâhir, hâzık, akıllı, faydalı, mütevâzı bir varlıktır. Geceleri bile çalışır. Hep temiz ve güzel şeyler yer. Gıdâsını çiçeklerin üzerinden toplar. Başlarındaki beye, yani idarecilerine itaat eder. Eziyeti, zahmeti ve zararı, oldukça azdır. Pis şeylerden uzak durur, başkasının kazancını yemez.
İşte mü’min de aynen bal arısı gibi helâl mal kazanır, helâl yiyecekler yer ve nezih mekânlarda bulunur. Bulunduğu her yerde gönlünden rahmet tevzî eder. Kimseyi incitmez ve kimseden incinmez. Bir hata yaptığında hemen doğruyu görüp kendini düzeltir, dâimâ şahsiyetini ve vakârını muhâfaza eder. Tevâzû sahibi olup herkesin iyiliği için çalışır. Zulümden, gafletten, fitneden, haramlardan, nefsin hevâ ve heveslerinden uzak durur.
Fertleri bal arısı gibi olan bir toplum, elbette ki huzur ve emniyetin zirvesine çıkacaktır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu daha İslâm’ın ilk yıllarında müjdelemiştir:
Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına vardık. Kâbe’nin gölgesinde, hırkasını başının altına yastık yapmış dinleniyordu. Müşriklerden gördüğümüz işkencelerden şikâyette bulunarak:
“–Bizim için yardım dilemeyecek misiniz? Allâh’a bizim için duâ etmeyecek misiniz?” dedik.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- biraz üzüldü, yüzü kızarmış bir vaziyette yerinden doğruldu ve şöyle buyurdu:
“–Önceki ümmetler içinde bir mü’min tutuklanır, kazılan bir çukura konulurdu. Sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye biçilir, eti-kemiği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat bütün bu yapılanlar onu dîninden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlakâ bu dîni hâkim kılacaktır. Öylesine ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından başka hiç bir şeyden endişe etmeksizin San‘a’dan Hadramut’a kadar emniyetle gidecektir. Ancak siz acele ediyorsunuz!” (Buhârî, Menâkıb 25, İsti’zân 35, Menâkıbu’l-Ensâr 29; Ebû Dâvûd, Cihâd, 97/2649)
Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslüman olmakta tereddüd eden Adiy bin Hâtim’e:
“–Ben, senin İslâm’a girmene mânî olan sebebi biliyorum. Sen: «O’na zayıflar, Arapların değer vermediği güçsüz kimseler tâbî oluyor.» diye düşünüyorsun. Sen Hîre’yi bilir misin?” buyurmuştu. O da:
“–Görmedim ama duydum.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Rûhumu kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, Allah bu dâvâyı tamamlayacak! Öyle ki tek başına bir kadın Hîre’den çıkarak gelip Allâh’ın evini tavâf edecek. Sonra Kisrâ bin Hürmüz’ün hazineleri fethedilecek!” buyurdu. Adiy bin Hâtim:
“–Kisrâ bin Hürmüz’ün mü?” diye sordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet Kisrâ bin Hürmüz’ün!” buyurdu. Sonra da:
“–Çok sürmez, mal o kadar bollaşacak ki, kimse tenezzül etmeyecek, malın zekâtını alacak kimse bulunamayacak!” buyurdu.
Daha sonraları bu hâdiseyi anlatan Adiy -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Vallâhi bir kadının Hîre’den devesinin üzerinde, hiçbir şeyden korkmadan yola çıkıp şu Beytullâh’ı haccettiğini gördüm! Vallâhî Kisrâ’nın hazinelerini fethedenler arasında ben de bulundum. Rûhumu elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, üçüncüsü de elbette tahakkuk edecektir. Çünkü onu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- söyledi.”[5]
Evet, İslâm’ın hedefi, insanların, Allah’tan başka kimseden korkmadıkları mûtenâ bir huzur ortamında yaşamalarını temin etmektir. Bunun neticesinde maddî refah da gelir. Nitekim Ömer bin Abdülaziz devrinde müslümanlar zekât verecek fakir bulamadıkları için halifeye mürâcaat ederek zekâtlarını ne yapacaklarını sormuşlardır.[6]
- İslâm Müsâmaha Dînidir
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek çok insana yazılı emân vermiştir. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Hazret-i Peygamber’in Diplomatik Mektupları isimli eserinde, muhtelif ülkelerde Efendimiz’e âit pek çok “emannâme” nüshası gördüğünü ifade eder. Bunlardan birine âit olan şu hâtıra ne muhteşemdir:
İstanbul fethedildiğinde civardaki hükümdarlardan tebrik için heyetler gelmektedir. Bunlar arasında Kudüs Rum Patriği Atnasyos da vardır. Fâtih’in huzûruna çıkan patrik, Peygamber Efendimiz’in parmak basarak imzaladığı emannâmeyi ve Hazret-i Ömer zamanından kalma kûfî hatla yazılı belgeleri gösterir. Kudüs’teki ibadet mekânlarının eskiden olduğu gibi kalmasını ricâ eder. Efendimiz’in verdiği hakları aynen tasdik eden Fâtih, bir ferman yazar ve “Her kim bu hatt-ı humâyûn’u feshederse Allâh’ın lânetine uğrasın!” kaydını düşer. Bu ferman şu anda Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Kilise Defteri, no: 8’de bulunmaktadır.[7]
İslâmî esaslar sâyesinde müslüman toplum o hâle gelmişti ki, idareleri altında yaşayan insanlar -ister hristiyan olsun ister yahûdi- gâyet refah içindeydiler ve hayatlarından memnun idiler. Hattâ kendi dindaşlarının idaresini istemiyor, kendilerini adâletle idâre etmek üzere müslümanları memleketlerine davet ediyorlardı.
Bernard Lewis şöyle der:
“Osmanlı insanı, hristiyanları âdeta büyülüyordu. Osmanlı’nın hoşgörüsü ve devletindeki imkânlar, huzûra kavuşmak isteyen birçok insanı bu memlekete çekmiştir. Mağdur köylüler, efendilerinin düşmanlarından medet umuyorlardı. Luther bile 1541’de yayımladığı bir eserinde hristiyanları şöyle uyarmıştır: «Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresi altında yaşamaktansa Türklerin idaresi altında yaşamak fakirlere daha hayırlı gelebilir…»”[8]
- İslâm Merhamet Dînidir
İslâm bir merhamet dînidir. Merhamet, İslâm dîninin en mühim esaslarındandır. Öyle ki, Kitâbullâh’ın serlevhası olan “Besmele”de Cenâb-ı Hak, lâfza-i celâlinin yanında engin merhametini ifâde eden Rahmân ve Rahîm isimlerini zikretmiştir. Ardından ilk sûre olan Fâtiha-i Şerîfe’nin ikinci âyetinde de aynı isimleri tekrar etmiştir. Daha sonra bir başka sûrenin ilk kelimesi olarak Rahmân sıfatını vahyetmiş ve bu ilâhî sıfat, o sûreye isim olmuştur. Böylece orada:
“Rahmân, Kur’ân’ı öğretti!” buyrularak Kur’ân-ı Kerîm’in beşeriyete bir merhamet-i ilâhiyye îcâbı takdîm edildiğine işaret edilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in bir rahmet ve şifâ olduğu, İsrâ Sûresi’nde de açıkça beyan edilmektedir. (el-İsrâ, 82)
Kur’ân-ı Kerîm’in diğer sûrelerinde de şefkat ve merhamet, yüzlerce defa hatırlatılır ve tavsiye edilir.
Diğer taraftan Allah Teâlâ’nın peygamberlerine verdiği en yüce hasletlerden biri de merhamet olmuştur. Bilhassa:
“Ey Rasûlüm! Biz Sen’i âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik!”[9] beyânı vechile, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de bu vasıf, hiç kimsenin ulaşamayacağı bir zirve teşkil eder. O’nun emsalsiz merhametinin bir misâli şöyledir:
Bedir Gazvesi’nde ordular karşı karşıya gelmiş, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müşriklere, sulh için elçiler gönderiyordu. Bu esnâda düşman ordusunda su kıtlığı baş gösterdi. Aralarında Hakîm bin Hizâm’ın da bulunduğu bir kısım müşrikler, müslümanların havuzundan su içmeye geldiler. Müslümanlar onlara mânî olmak isteyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bırakınız içsinler!” buyurdu. Onlar da gelip içtiler. (İbn-i Hişâm, II, 261)
Diyebiliriz ki, İslâm’da îmânın ilk meyvesi, merhametten ibarettir. Bu istikâmet üzere yaşayan Hak dostları, kulluğu kısaca şu iki hususla ifade etmişlerdir:
a) Tâzîm li-emrillâh, yani Allâh’ın emirlerini hürmetle yerine getirmek,
b) Şefkat alâ halkillâh, yani yaratılanlara Yaratan’dan ötürü şefkat ve merhamet göstermek.
İslâm bir rahmet dînidir. Nice günah ve gaflet çukurlarına yuvarlanan beşeriyet, yaptıklarının karşılığı olarak helâk ve hüsrâna müstahak olmuşken Cenâb-ı Hak dâimâ rahmet ve af kanatlarını açarak onları saâdet iklîmine çekmeyi murâd eder. O’nun:
“Rahmetim, gazabımı geçmiştir!”[10] beyânı da bunun bir nişânesidir.
Hâsılı, şunu söyleyebiliriz ki İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir cemiyet, huzur toplumu hâline gelir. İnsanlar orada hem dünyalarından emin olarak yaşarlar hem de âhiretlerine ümitle bakarlar. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Müslüman olan, kendisine yeterli rızık verilen ve Allâh’ın lûtfettiği nîmetlere kanaat eden kimse kurtuluşa ermiştir.” (Müslim, Zekât, 125. Ayrıca bkz. Tirmizî, Zühd, 35/2348)
2. HAYVANLAR HUZUR BULUR
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gönderilmeden önce, zayıf insanlara ve kadınlara bile değer verilmiyordu. Böyle bir toplumda hayvanların hiç dikkate alınmayacağı âşikârdır. Zavallı hayvanlar hem insanlara hizmet ediyor hem de bin bir çile ve ıztırap içinde yaşıyorlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelince onlar da zulümden kurtulup rahata erdiler.
Ebû Vâkıd -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye geldiği zaman, Medîneliler, diri olan devenin hörgücünü kesiyor, koyunların da butlarından koparıp yiyorlardı. Bu durumu gören Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Hayvan diri iken ondan kesilen bir şey meyte (leş) hükmündedir, yenilmez.» buyurdular.” (Tirmizî, Sayd, 12/1480)
Böylece o hayvanları bu acı işkenceden kurtarmış oldular.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- canlı bir hayvanı bağlayıp karşıdan atış yaparak işkence etmeyi ve onları hedef tahtası yapmayı şiddetle yasakladılar. (Buhârî, Zebâih, 25)
Aynı şekilde, hayvanların faydasız ve sebepsiz yere, keyfî bir şekilde öldürülmesini de yasakladılar. Bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular:
“Kim bir serçeyi boş yere, sırf eğlence olsun diye öldürürse, kıyâmet günü o serçe feryâd ederek Allâh’a şöyle seslenir:
«–Ey Rabb’im! Falan kişi beni gereksiz yere öldürdü, herhangi bir fayda için öldürmedi».” (Nesâî, Dahâyâ, 42)
İslâm, hayvanlara merhametle muâmele etmeyi, onlara eziyet verici davranışlardan kaçınmayı emreder.
Bir zât:
“−Yâ Rasûlâllah, ben koyun keserken ona acıyor, merhamet ediyorum.” demişti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- iki defa:
“−Koyun bile olsa bir canlıya merhamet edersen Allah da sana merhamet eder.” buyurdular. (Ahmed, III, 436; Hâkim, IV, 257)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kuşu (gıdâ ihtiyâcı sebebiyle) keserken bile olsa, kim merhamet ederse, Allah da ona kıyâmet günü merhamet eder.” (Taberânî, Kebîr, VIII, 234/7915; Beyhakî, Şuab, VII, 482)
Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ensâr’dan bir kimsenin bahçesine uğramış, orada bir deve görmüştü. Deve, Peygamber Efendimiz’i görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devenin yanına gitti, kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve sâkinleşti. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bu deve kimindir?” diye sordu. Medîneli bir delikanlı yaklaştı ve:
“–Bu deve benimdir ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Sana lûtfettiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? O senin, kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549)
Sevâde bin Rebî -radıyallâhu anh- şu muhteşem incelik ve merhamet misâlini nakleder:
“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp bir şeyler istedim. Bana birkaç tane (3 ile 10 arasında) deve verilmesini söyledi. Sonra da şu tavsiyede bulundu:
«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- koyun sağan bir şahsa rastlamışlardı. Ona:
“–Ey filân! Hayvanı sağdığında yavrusu için de süt bırak!” buyurdular. (Heysemî, VIII, 196)
Sahâbeden Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- bir gün develerine çok fazla yük vuran insanlara rastlamıştı. Deve, yükün ağırlığından ayağa kalkamıyordu. Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- hemen devenin üzerindeki fazlalıkları atıp hayvanı ayağa kaldırdıktan sonra sahiplerine şöyle dedi:
“–Eğer Allah Teâlâ, hayvanlara yaptığınız eziyetleri affederse, size büyük bir mağfirette bulunmuş olur. Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:
«Allah Teâlâ bu dilsiz hayvanlara iyi davranmanızı emrediyor! Verimli bir arâziden geçiyorsanız hayvanların biraz otlamasına müsâade edin! Kurak bir yerden geçiyorsanız oradan çabuk geçin, bu tür yerlerde fazla oyalanarak hayvanlara sıkıntı ve zarar vermeyin!»” (İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, IX, 346/1978)
Efendimiz’in bu tâlimatları neticesinde, İslâm’dan önce insanların bile göremediği nezâket ve inceliği, müslümanlar hayvanlara gösteriyorlardı. Bir defasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’ye gitmek üzere ihramlı olarak Medîne’den çıkmıştı. Üsâye mevkiine geldi. Burası Ruveyse ile Arc arasında bir yer idi. Burada, gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan gördü. Âlemlerin Efendisi, ashâbından bir şahsa, herkes geçinceye kadar ceylanın yanında bekleyip kimseye hayvanı tedirgin ve rahatsız ettirmemesini emretti. (Muvatta’, Hacc, 79; Nesâî, Hacc, 78)
Yine Peygamberimiz ve ashâbı, fethetmek üzere Mekke’ye doğru ilerlerken, hayvanlara muâmele husûsunda muhteşem bir tablo daha sergilendi. Bu tavır, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının da bir ifâdesiydi. Âlemlerin Efendisi, on bin kişilik muhteşem ordusuyla Arc mevkiinden hareket edip Talûb’a doğru giderken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek gördü. Hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak onu bu kelp ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Anne kelbin ve yavrularının İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulundu. (Vâkıdî, II, 804)
Öyle anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hak, ufak bir karıncanın bile rahatsız edilmesini istemiyor. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Süleyman -aleyhisselâm-’ın muhteşem ordusunun, farkına varmadan karıncaları eziverme korkusuyla son derece hassas davrandığına işâret edilir. (Bkz. en-Neml, 18)
Bu hassâsiyetin güzel bir misâlini de Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri vermiştir. Bir defasında o, Mekke’den gelirken Hemedan’a uğramıştı. Oradan çörek otu satın aldı. Memleketi Bistâm’a vardığında, aldığı çörek otunun içinde birkaç karınca gördü.
“–Bu karıncaları vatan-cüdâ etmişim!” diyerek kalktı ve onları tekrar Hemedan’a götürüp aldığı yere bıraktı. (Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 176)
Müslümanlar, hayvanlar için bile vakıflar tesis etmişlerdir. Böylece aç hayvanları doyurmuş, hastaları tedâvî ettirmiş, göç edemeyen kuşları barındırmışlardır. Bu şefkatin bir tezahürüdür ki, Osmanlı Devleti’ne seyahate gelen yabancılar, hâtıratlarında müslüman mahallelerde bulunan kedi ve köpeklerin insanların etrafında döndüğünü, diğer mahallelerde ise insan görünce hızla kaçtığını anlatırlar.
Hâsılı İslâm, hayvanlar için de bir hukuk getirmiştir. Câhiliye devrinde insanlar, hayvanların da bir hakkı olduğunu ve onlara iyi davranmak gerektiğini unutmuşlardı. Hele hayvanlara merhamet edince sevap kazanacaklarını hiç tahmin edemiyorlardı. Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Vaktiyle bir kişi yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi, su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün; bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu. O kişi kendi kendine:
«–Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» diye içinde bir vicdan muhâsebesi yaptı. Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Onun bu hareketinden Allah Teâlâ râzı oldu ve günahlarını affetti.”
Sahâbîler hayretle:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mıdır?” diye sordular.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Her canlı sebebiyle sevap vardır.” buyurdular. (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153)
3. BİTKİLER HUZUR BULUR
Tohumların çatlayıp filizlerin çıkması ve ihtişamlı ağaçlar hâline gelmesi, kara topraktan sayılamayacak kadar çok renk ve türde bitki, meyve, sebze ve çiçeğin yetişmesi, üzerinde durup düşünülmesi gereken muhteşem bir hâdisedir. Bunlar üzerinde tefekkür eden bir akıl, sonunda her şeyi en güzel şekilde yaratan Allah Teâlâ’ya ulaşacak, O’nun azamet, kudret, merhamet, cemâl gibi güzel sıfatlarını temâşâya dalacaktır.
İşte müslümanlar, Cenâb-ı Hakk’ın eşsiz sanatının tecellîsi olan bütün canlılara ve bitkilere, ilâhî bir emânet gözüyle bakarlar. Onları lüzumsuz yere koparmaz, isrâf etmezler.
İslâm, hac için ihrâma girmiş olan veya Mekke’nin harem bölgesinde bulunan mü’minlere, ağaç kesmek, ot koparmak, avlanmak, hattâ avcıya avı göstermek gibi bâzı fiilleri yasaklamış ve bu yasakları çiğneyenler hakkında muhtelif cezâlar tâyin etmiştir. Böylece mü’minlerin, zamanla küçük günahları dahî işlememe, hiçbir bitki ve canlıya zarar vermeme gibi tam mânâsıyla “zararsızlık” ifâde eden bir hâl ve kıvâma gelmelerini murâd etmiştir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke-i Mükerreme’nin yanında Medîne-i Münevvere ve Tâif bölgelerini de harem ilan ederek oralarda ağaç kesmeyi, bitki örtüsünü tahrip etmeyi, avlanmayı yasaklamış[11] ve şöyle buyurmuştur:
“Allah Rasûlü’nün korusu içinde bulunan ağaçlara sopa ile vurulmaz ve onlar kesilmez. Fakat zarûret hâlinde hayvanların yemesi için hafif ve yumuşak bir şekilde rıfk ile sallanarak yaprakları silkelenebilir.” (Ebû Dâvûd, Hac, 95-96/2039)
Yine Hârise Oğulları kabilesinin otlak yeri için:
“Kim buradan bir ağaç keserse mutlaka onun yerine bir ağaç diksin!” buyurmuştur.[12]
Ebû Du’şum el-Cühenî’nin dedesi şöyle anlatır:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayvanlarına yedirmek için elindeki sopayla bir ağacın dallarına vurarak yapraklarını dökmeye çalışan bir bedevîyi görmüşlerdi. Yanındakilere:
«–O bedevîyi bana getirin, ancak yumuşak davranın, onu korkutmayın!» buyurdular. Bedevî yanına geldiğinde:
«–Ey bedevî! Yumuşak bir şekilde ve tatlılıkla sallayarak yaprakları dök, vurup kırarak değil!» buyurdular.
Bedevînin başı üzerindeki yaprakları hâlâ görür gibiyim.” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VI, 351)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir taraftan mevcut bitkileri muhâfaza ederken, diğer taraftan da çevreyi yeşillendirmeye teşvik ediyorlardı. Bir defasında şöyle buyurmuşlardı:
“Kıyâmet kopuyor olsa ve birinizin elinde bir fide bulunsa, kıyâmet kopmadan onu dikebilirse bunu hemen yapsın!” (Ahmed, III, 191, 183)
Peygamber Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfleri de ağaç dikenler için ne güzel bir müjdedir:
“Bir müslüman herhangi bir ağaç veya bitki dikerse, ondan yenilen şey kendisi için sadakadır, ondan çalınan şey kendisi için sadakadır, yabânî hayvanların yediği şeyler sadakadır, kuşların yedikleri sadakadır, bir kişinin ondan alıp eksilttiği şey de kendisi için sadakadır.” (Müslim, Müsâkât, 7)
Asbâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- Şam’da ağaç dikmekteydi. Yanına birisi yaklaştı ve hayretle:
“–Sen, Peygamber Efendimiz’in yakın arkadaşı olduğun hâlde, ağaç dikmekle mi meşgul oluyorsun?” dedi. Ebu’d-Derdâ Hazretleri şu cevâbı verdi:
“–Dur bakalım, hakkımda böyle acele hüküm verme! Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i şöyle buyururlarken işittim:
«Bir kimse ağaç diker de o ağacın meyvesinden bir insan veya Allâh’ın mahlûkâtından herhangi bir varlık yerse bu, o ağacı diken kimse için sadaka olur.»” (Ahmed, VI, 444. Bkz. Müslim, Müsâkât, 7)
Müslümanlar büyük ordularıyla hareket ederken bile bitkilere ve ağaçlara zarar vermemek için gayret sarf ediyorlardı. Meselâ Halîfe Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, sefere çıkmaya hazırlanan ordusuna şu emirleri vermişti:
“Hâinlik yapmayınız, ganimet malına ihânet etmeyiniz, zulmetmeyiniz, müsle yapmayınız (kulak, burun gibi âzâları keserek işkence etmeyiniz); çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyiniz! Hurma ağaçlarını kökünden kesmeyiniz ve yakmayınız, meyveli ağaçları kesmeyiniz; koyun, sığır ve develeri -yiyeceğiniz hâriç- kesmeyiniz! Manastırlara kapanıp kendilerini ibadete vermiş kimselerle karşılaşacaksınız, onları ibadetleriyle baş başa bırakınız…”[13]
Kâinâtta var olan her şey Cenâb-ı Hakk’ı zikir hâlindedir. Bu hususta en gâfil davrananlar, insanlar ve cinlerdir. Dolayısıyla bir müslüman etrâfındaki eşyâya bu şuurla yaklaşır, müslüman talebeler ve çocuklar bu şuurla yetiştirilir:
Bir gün, Osmanlı döneminin büyük üstadlarından Üftâde Hazretleri, mürîdleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Arzusu üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmûd Efendi’nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neş’eyle elindekileri hocalarına takdîminden sonra Kadı Mahmûd, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim etti.
Üftâde Hazretleri, diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:
“–Evlâdım Mahmûd! Herkes demet demet çiçek getirdiği hâlde, sen niçin sapı kırık solgun bir çiçek getirdin?..”
Kadı Mahmûd, edeple başını önüne indirerek cevap verdi:
“–Efendim! Size ne takdim etsem, azdır!. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu «Allah Allah» diyerek Rabb’ini tesbîh eder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı olmadı. Çâresiz ben de elimdeki şu tesbîhine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!..”
Bu güzel ve mânâ dolu cevaba son derece memnûn olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda:
“–Hüdâyî, Hüdâyî... Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî[14] olsun!.. Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin...” ifâdeleri döküldü.
Böylece Kadı Mahmûd, Hüdâyî oldu. Zira o, artık kâinâttaki ilâhî sırlara ve kudret akışlarına âşinâ olmuştu. Âdeta kâinât, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmişti. Hayatını bu minvâl üzere Allah Teâlâ’ya itaatle devam ettiren Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, cihâna yön veren pâdişahlara rehber olmuştur. Günümüzde de insanlar akın akın Üsküdar’daki türbesini ziyâret ederek orada mânevî bir huzur bulurlar.
4. CANSIZ VARLIKLAR HUZUR BULUR
İnsanlar İslâmî terbiyeden geçtiğinde, hareket etmeyen, câmid varlıklara bile güzel davranmayı öğrenirler. Zira onlar da Allah Teâlâ’yı -bizim idrâkimizin dışında- zikretmekte ve binbir hikmet taşımaktadırlar. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Yedi kat gök, yer ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız. O, Halîm’dir, Ğafûr’dur.” (el-İsrâ, 44)
İnsan; bencil, menfaatperest ve sorumsuzca davrandığında, canlılar gibi cansız varlıklar da huzursuz olmaktadır. Bir gün Peygamber Efendimiz’in yanından bir cenâze geçmişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Rahata ermiş ya da kendisinden kurtulunmuş!” buyurdular. Sahâbîler:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, «Rahata ermiş ya da kendisinden kurtulunmuş!» ifadesinden kasdınız nedir?” diye sordular. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Mü’min bir kul vefât ettiğinde dünyanın yorgunluğundan ve sıkıntılarından rahatlayıp Allâh’ın rahmetine kavuşur. Fâcir biri öldüğünde ise insanlar, beldeler, ağaçlar ve hayvanlar ondan kurtulup rahata ererler.” buyurdular. (Buhârî, Rikâk, 42; Nesâî, Cenâiz, 48; Ahmed, V, 296, 302, 304)
Demek ki üzerinde yaşadığımız yer, bâzı insanlardan rahatsız olurken sâlih amellere devam eden mü’min kullardan huzur bulmaktadır. Zira müslümanlar Allâh’ın istediği şekilde bir hayat yaşadıklarında, yeryüzüyle âhenkli bir beraberlik sağlamış olmaktadırlar.
Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
“Bir dağ diğerine ismiyle nidâ ederek:
«–Ey filân, bugün sana Allah Teâlâ’yı zikreden bir kişi uğradı mı?» diye sorar. Eğer:
«–Evet, uğradı.» derse buna çok sevinir.
Bu hâdiseyi İbn-i Mes’ûd’dan rivâyet eden Avn bin Abdullah şunu ilâve eder:
“–Dağlar yalan yanlış sözleri duyarlar da hayırlı sözleri duymazlar mı?! Onlar hayırlı ve güzel sözleri daha iyi ve daha büyük bir iştiyakla dinlerler. Âyet-i kerîmede dağların kötü sözleri işittikleri şöyle haber verilir:
«“Rahmân çocuk edindi.” dediler. Hakîkaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp dağılacak ve yerlere geçecekti! Rahmân’a çocuk isnâd ettiler diye... Hâlbuki çocuk edinmek Rahmân’ın şânına yakışmaz. Göklerde ve yerde olan herkes istisnâsız, kul olarak Rahmân’a gelecektir.» (Meryem, 88-93)” (Beyhakî, Şuab, I, 453; Taberânî, Kebîr, IX, 103)
Demek ki insanların işlediği günahlar, zamanı ve mekânı rahatsız etmektedir. Bunun aksine mü’minlerin işlediği sâlih ameller, ibadetler ve zikirler de zamanı ve mekânı sevindirmekte, mes’ûd kılmaktadır.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âleme muhabbeti getirmişlerdir. İnsanlara; dağları, taşları, cansız varlıkları bile sevmeyi öğretmişlerdir. Nitekim bir gün:
“Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Cihâd, 71)
Sanki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uhud Dağı’nı canlı kabul ediyorlar ve ona muhabbetle yaklaşıyorlardı. Buna mukâbil tabiî dağlar taşlar da O’nu seviyordu. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Ben Mekke’de bulunan bir taş biliyorum. Peygamber olmadan önce bana selâm verirdi. Ben o taşı şimdi de biliyorum.” (Müslim, Fedâil, 2)
Bu taş hicrî 10. asırda Zükàku’l-Hacer veya Zükàku’l-Mirfak diye bilinen sokaktaki yüksek taştır.[15]
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da şöyle anlatır:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte Mekke’de idim. Beraberce Mekke’nin bâzı yerlerine gittik. Dağların ve ağaçların arasından geçiyorduk. Peygamber Efendimiz’in karşılaştığı bütün dağlar ve ağaçlar:
«–es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» diyordu.” (Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)
Aynı şekilde, Mescid-i Nebevî’de kendisine yaslanıp hutbe okuduğu hurma kütüğü bahtiyardı. Peygamber Efendimiz’in yanında olmasından ve başucunda Allâh’ı zikretmesinden büyük bir haz alıyordu. Minber yapılıp Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hutbelerini onun üzerinde okumaya başlayınca, hurma kütüğü bu ayrılığa dayanamadı. Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok uzaklaşmamıştı, sesini yine işitiyor, kendisini yine görüyordu… Ancak hurma kütüğü O’na iyice yakın olmak istiyordu. Bu sebeple herkesin duyacağı şekilde inlemeye başladı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- minberden inip kütüğü okşayınca inlemesi kesilerek sükûnet buldu. Peygamber Efendimiz:
“O, yanında yapılan zikrullahtan uzak kaldığı için ağladı!” buyurdu.[16]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- canlı cansız hiçbir varlığa kötü söz söylenmesini, lânet ve hakâret edilmesini istemezlerdi. Allah’tan onların hayrını istemeyi, şerlerinden de yine Allâh’a sığınmayı tavsiye ederlerdi. Bütün varlıkları hayır yolunda kullanmayı, onları şerre âlet etmekten şiddetle kaçınmayı emrederlerdi. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buymuşlardır:
“Geceye, gündüze, Güneş’e, Ay’a, rüzgârlara kötü söz söylemeyin! Onlar bir kısım insanlar için rahmet, diğer bir kısım için de azap (vesîlesi)dir.” (Heysemî, VIII, 71)
“Dünyaya kötü söz söylemeyin! O, mü’min için ne güzel bir binektir. Ona binerek hayra ulaşır, yine onunla şerlerden kurtulur.” (Süyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, no: 16459)
“Rüzgâra kötü söz söylemeyin! Hoşlanmadığınız bir şeyle karşılaştığınızda şöyle duâ edin: «Allâh’ım! Sen’den bu rüzgârın, getireceği şeylerin ve ona emredilen şeyin hayrını isteriz. Bu rüzgârın, getireceği şeylerin ve memur edildiği işin şerrinden de Sana sığınırız».” (Tirmizî, Fiten, 65/2252)
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:
“Birisi Dünya’ya lânet ederse Dünya da ona:
«−Hangimiz Allah Teâlâ’ya daha çok isyan ediyorsa Allah ona lânet etsin!» der.” (Beyhakî, Şuab, IV, 302/5187; Hâkim, IV, 348/7870)
Câbir bin Süleym -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“İnsanların, fikirlerine başvurduğu bir zât gördüm; insanlar onun her söylediğini kabul edip yerine getiriyorlardı.
«–Bu zât kimdir?» diye sordum.
«–Allâh’ın Rasûlü’dür.» dediler. İki defa:
«–عَلَيْكَ السَّلَامُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ: Sana selâm olsun ey Allâh’ın Rasûlü» dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
«–Aleyke’s-selâm, deme; bu ölülere verilen selâmdır. اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ: Selâm sana olsun, de!» buyurdular. Ben:
«–Sen Allâh’ın Rasûlü müsün?» diye sordum. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ben, bir sıkıntı ve darlık geldiğinde duâ edince senden o sıkıntıyı gideren, bir kıtlık isâbet ettiğinde duâ edince senin için mahsul bitiren, çölde deven kaybolduğu zaman duâ edince deveni sana geri getiren O Allâh’ın bütün insanlara gönderdiği Rasûl’üyüm!» buyurdular. Bunun üzerine ben:
«–Bana tavsiyede bulunsanız!» dedim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Hiç kimseye kötü söz söyleme!» buyurdular.
Ben de ondan sonra -ne hür ne de köle- hiç kimseye, -ne deve ne de koyun- hiçbir hayvana kötü söz söylemedim.
Sonra tavsiyelerine şöyle devam ettiler:
«–Hiçbir iyiliği küçük görme, kardeşine tebessüm ederek konuş, çünkü bu da bir iyiliktir… Elbiseni yerde sürünecek kadar uzatma, çünkü bu kibirden ve kendini beğenmekten ileri gelir; Allah kibirlenip kendini beğenenleri sevmez. Eğer bir kimse sana kötü söz söyler veya gördüğü bir şey sebebiyle seni ayıplarsa, sen o kişiyi, hakkında bildiğin şeyler sebebiyle ayıplama! Onun bu davranışının vebâli kendine âittir.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 25; Heysemî, VIII, 72)
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflarla sataştığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
“İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işâretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)
Lokman Hakîm siyah tenli bir zât idi. Bir kişi onu ayıplayarak:
“–Ne çirkin yüzün var ey Lokman!” dedi.
Lokman Hakîm ona şu hikmetli cevabı verdi:
“–Bu sözünle nakşı mı ayıplıyorsun yoksa Nakkâş’ı mı?” (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, [Lokmân, 12])
Yani her şeyi Cenâb-ı Hak yaratmıştır ve hepsinin ayrı ayrı pek çok hikmetleri vardır. Dolayısıyla hiçbir şeyi hor görmemelidir.
İşte İslâm bu şekilde kâinâttaki her şeye huzur bahşeder. Ona sıkıca sarılan insanlar hem kendileri huzur bulur hem de çevrelerine huzur tevzî ederler. Vefât ettiklerinde, insanlarla birlikte semâvât ve arz da arkalarından ağlar. Dünyadakiler bu güzel insanları kaybettikleri için üzülürken, kabir ehli ve melekler onları büyük bir neş’e ve sürûrla karşılarlar. Dünyası bu şekilde güzel olan insanın ebedî hayatı da elbette daha güzel olur.
İslâm’a tâbî olmayan, nefsinin istediği şekilde bencil bir hayat süren insanlar ise dünyayı ve ehlini rahatsız ettikleri gibi öldükten sonra komşu oldukları kabirleri de rahatsız ederler. Onlar öldüğünde ister istemez insanların hatırına şâirin şu sözü gelir:
Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzûr,
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubûr!
Dipnotlar:
[1] Bkz. Nesâî, Nikâh, 63/3340-1; İbn-i Sa’d, Tabakàt, VIII, 426-427; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 333.
[2] İbn-i Hişâm, II, 266-267; Vâkıdî, I, 57; İbn-i Sa’d, III, 516. Krş. Ebû Dâvûd, Edeb, 148-149/5224; Diyât, 14/4536.
[3] Bkz. İbn-i Sa’d, II, 255; Taberî, Tarih, III, 190; Ahmed, III, 400.
[4] Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Süyûtî, el-Câmi, no: 8147.
[5] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed, IV, 257, 377-379; İbn-i Hişâm, IV, 246; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 62.
[6] Bkz. Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, VI, 493; M. S. Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 434.
[7] Ziya Demirel - Avni Arslan, Osmanlı’da Peygamber Sevgisi, Ankara 2009, s. 63; http://www.turkislamtarihi.nl/makaleler/kudus.php
[8] Bernard Lewis, “The War and the Polities”, In The Legacy of Islam, ikinci baskı, Oxford 1974, s. 156-209.
[9] el-Enbiyâ, 107.
[10] Buhârî, Tevhîd, 15, 22; Müslim, Tevbe, 14-16.
[11] Ebû Dâvûd, Menâsık, 96; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 500; a.mlf., el-Vesâik, Beyrut 1969, s. 236-238, 240.
[12] Belazurî, Fütûhu’l-Büldân, s. 17; İbrahim Canan, İslam ve Çevre Sağlığı, İstanbul 1987, s. 59-60.
[13] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IX, 85; Ali el-Müttakî, Kenz, no: 30268; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 196.
[14] Hüdâyî kelimesi; hidâyete ermiş, doğru yolu bulmuş mânâlarına gelir.
[15] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-Munazzam fî Ziyârati’l-Kabri’l-Mükerrem, Beyrut 1427, s. 155; Halebî, Sîret, I, 486.
[16] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25, Cum’a, 26; Tirmizî, Cum’a 10, Menâkıb 6; Nesâî, Cum’a, 17; İbn-i Mâce, İkàme, 199; Dârimî, Mukaddime 6, Salât 202; Ahmed, I, 249, 267, 300, 315, 363.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları