İslam Ne Dinidir?
İslâm, silm ve selâmet kökünden gelmektedir. Buna rağmen İslam'ı bir savaş dini gibi göstermeye çalışıp anlamayanlara gerçek manada "İslam ne dinidir?" ve "İslam nasıl bir dindir?" sorularının cevapları...
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi olan Fâtiha-i Şerîfe de, mecâzen İslâm’ın tarifinden ibarettir. Buna göre:
İslâm, gazaba uğratmadan ve sapıklığa da düşürmeden kulu sırât-ı müstakîme (dosdoğru yola) ileterek seâdet ve selâmetin feyizli kucağında Allâh’ın sonsuz nîmetlerine mazhar kılmak suretiyle:
“Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamd olsun!” dedirten ve bu hâlin devamı için:
“Allâh’ım! Ancak sana kulluk ederiz ve ancak senden yardım dileriz.” sırrını yaşatan ilâhî bir dîndir.
Dolayısıyla îmân ihtiyacının tatmini, aklın teskîni, mal ve canın emniyeti, neslin muhâfazası ve en güzel âhıret ticareti ancak İslâm ile mümkündür. Bütün muhtevâsı dikkate alındığında o;
EN DOĞRU BİR ÎMÂN DÎNİDİR
İnanç esasları, dâimâ ulvî temeller üzerindedir. İnsan şeref ve haysiyetini zedeleyen şirk gibi inanç sakatlıklarından uzaktır.
RÛHLARI BESLEYEN BİR İBÂDET DÎNİDİR
Kulları mükellef tuttuğu ibâdetler nice muhtelif şekil ve hikmetleriyle hem bedenî hem de rûhî öyle istifâdelere nâil eyler ki, gönüller onların doyumsuz hazlarıyla âdetâ bir cennet hayatı yaşar.
BİR RAHMET DÎNİDİR
Beşeriyet nice günah ve gaflet çukurlarında bocalarken onlara yaptıklarının karşılığı olarak helâk ve hüsrândan ziyâde rahmet ve afv kanatlarını açarak seâdet iklîmine çekmeye gayret eder. Cenâb-ı Hakk’ın: «Rahmetim, gadabımı geçmiştir!» (Buhârî, Tevhîd, 15, 22; Müslim, Tevbe, 14-16) beyânı da bunun bir nişânesidir.
BİR MERHAMET DÎNİDİR
Rahmetle hemen hemen aynı mânâya gelen merhamet, İslâm dîninin en mühim temel hususiyetlerindendir. Öyle ki, Kitâbullâh’ın serlevhası olan “Besmele”de Cenâb-ı Allâh, lafza-i celâlinin yanında merhamet husûsiyetini ifâde eden Rahmân ve Rahîm kelimelerini zikretmiş, ardından ilk sûre olan Fâtiha-i Şerîfe’nin ikinci âyetinde de aynı esmâ-yı ilâhiyyesini tekrar eylemiştir. Daha sonra bir başka sûrenin ilk kelimesi olarak Rahmân sıfatını kullanmış ve bu adı o sûreye de bahşetmiştir. Böylece orada: “Kur’ân’ı Rahmân (olan Allâh) öğretti!” ifadesiyle bütün bir Kur’ân’ın ve muhtevâsının beşeriyyete Cenâb-ı Hakk’ın bir merhameti olarak takdîm edildiğine de işaret buyurmuştur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in bir rahmet ve şifâ olduğu İsrâ Sûresi’nde açıkça beyan edilmektedir.
Diğer taraftan Allâh Teâlâ’nın peygamberlerine verdiği en yüce hasletlerden biri de merhamet olmuştur. Bilhassa:
“Ey Rasûlüm! Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik!” (el-Enbiyâ, 107)
beyânı vechile Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’de bu vasıf hiçbir insanın tâkat getiremeyeceği bir zirve teşkil eder. O’nun; Tâif’te taşlanıp kan revan içinde kaldığı zaman kendisine gelerek: «Yâ Rasûlallâh! Arzu edersen, şu kavmi helâk edelim!» diyen başta Cebrâîl ve diğer meleklere: «Hayır bunu istemem! Ben bir rahmet ve merhamet peygamberiyim!» demesi ve ardından da o kavim hakkında hayır-duâ etmesi, engin merhametinden sadece bir nümûnedir. Diyebiliriz ki, İslâm’da îmânın ilk meyvesi, merhametten ibarettir. Bu istikâmet üzere yaşayan Hakk dostları, kulluğu kısaca şu iki hususla ifade etmişlerdir:
- Tazîm li-emrillâh, yâni Allâh’ın emirlerini hürmet ve ihtiram içinde yerine getirmek,
- Şefkat li-halkillâh, yâni yaratılanlara yaratandan ötürü şefkat ve merhamet göstermek.
MANTIK DÎNİDİR
İslâm akıl ve mantık mahsûlü değildir, ancak onları da yaratan yüce Mevlâ tarafından gönderildiği için akıl ve mantığı en güzel ve doğru şekilde yönlendirip insan muvâzenesini mükemmel bir sûrette temin eder. Yâni akıl, keyfiyet ve kemmiyet âlemlerinde dönüp dolaşır, neticede gâyesine ancak tevhîd ile ulaşır. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık: «Akletmez misiniz?» buyurarak insanları tefekkür âlemine çağırır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de: «Bir saatlik tefekkür, altmış senelik ibâdetten efdaldir.» buyurarak aklı mârifet ve hikmet deryâsında kullanmanın ehemmiyetini beyan eyler. Zîrâ akıl, vâsıl-ı ilâllâh olma yolunda bir tercümandır.
MUHABBET VE AŞK DÎNİDİR
İslâm, sadece akıl ile gönle yol aldırmaz. Zîrâ akıl, nice faydasına rağmen bazen de vuslata uzaktan tercüman olmaya kalkarak insanı hedefe götürmez ve vesveseler girdabında bocalatır. Dolayısıyla onu muhabbet ve aşkın emrine vermek, aşk parlaklığı ile parlatmak zarûreti vardır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Bahtı yâver ve tâlihli kul bilir ki, kuru kuruya akıl ve zekâ taslamak iblîsten, onu aşk ile yoğurarak muhabbet ile Hakk’a yürümek ise Âdem’dendir! Aşk gemiye benzer. Gemiye binen kişinin âfete uğraması nâdirdir. Çok defa kurtulur.”
Filozoflar gibi aklı aşksız olarak kendilerine kılavuz edenler, zamanın esîri, göz ve kulak putlarının hizmetkârı olurlar. Oysa aklın Hakk’ı tanıması, aşk sayesindedir. Aşka gelince, o akıldan sadece bir dayanak alarak faydalanır.
Aşkın semeresi fedâkârlıktır. Bu, can vermeğe kadar gider. Ashâb-ı kirâm, Allâh -celle celâlühû- ve Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- yolunda can ve maldan vaz geçmeleri neticesinde insanlığın en mümtaz şahsiyetleri oldular. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in her arzûsuna:
“Anam, babam ve canım sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!” diyerek hayatı, aşk ve heyecan dolu mânevî ve müstesnâ bir iklîm içinde yaşadılar.
Bu itibarla İslâm, bir gönül dînidir. İnsanların gönül âlemlerini tezyîn eder.
BİR DENGE DÎNİDİR
Hiç şüphesiz İslâm’ın en büyük husûsiyetlerinden biri onun yapısındaki ulvî dengedir. Cenâb-ı Hakk, şu kâinâta nasıl müthiş ve mükemmel bir denge koymuşsa, aynı dengeyi beşeriyyete gönderdiği dîn-i mübîne de koymuştur. Bu bakımdan İslâm’ın hangi tarafı ele alınırsa alınsın, müstesnâ, mûtenâ ve ulvî bir ilâhî denge karşımıza çıkar. Bu denge; dünyâ-âhıret, beden-rûh, kadın-erkek, fakir-zengin, halk-idâreci, küçük-büyük, genç-yaşlı, madde-mânâ v.b. bütün hususlarda öylesine yüce bir şekildedir ki, zâhirde birbiriyle tezat hâlinde olan bu farklılıkları, hakîkatte birbirini tamamlayan bir bütün hâline getirir. Zîrâ bunların her biri diğeri için elzem hususlardır. Zîrâ dünyâ için âhıret âlemi, âhıret için dünyâ âlemi, beden için rûh, rûh için beden ilâ-âhir vazgeçilmez bir zarûrettir. İşte İslâm, bu gerçek etrafında her iki tarafı da yerli yerine oturtarak bunları birbirinden şikâyete değil âdetâ şükre vesîle eyler. Aradan tenâkuzu kaldırıp tenâsübü koyar. Böylece insanı iki kanatlı hâle getirerek ona yücelik semâsının yollarını açar.
İLİM VE HİKMET DÎNİDİR
İslâm câhiller dîni değildir. Bilâkis o, câhilliği ve devr-i cehâleti kaldırmak için gönderilmiş en son ve en mükemmel bir dîndir. Nitekim Allâh’tan hakkıyla korkup takvâ üzere yaşayabilme şartının ilim olduğu sadedinde:
“Allâh’tan (hakkıyla) ancak âlim kulları korkar!” (Fâtır, 28) buyurulmuştur.
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in:
“Âlimin âbide üstünlüğü, benim, içinizden en alt seviyede olana üstünlüğüm gibidir...” (Ebû Dâvûd, İlim, 1) şeklinde beyânı, meselenin ehemmiyetini idrâk bakımından bu hususta kâfî ve vâfîdir.
Ancak İslâm, ilmin çorak bir arazî hâlinde olmasını istemez. Onu hikmet ve irfân kaynaklarıyla besleyip bir gülistâna çevirir. Yoksa vicdanı eksik bir tıp bilgisi, sahibinin elinde nasıl bir cinâyet vâsıtası olmaya müsaitse, ilim de hikmet ve irfândan uzak kaldığında faydadan çok zarara müsaittir. Buna işâreten Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Kim dünyâda ilmini artırır da zühd ü takvâsını artırmazsa, o kimse ancak Allâh’tan uzaklığını artırır.” (Kenzü’l-İrfân, 62)
EN YÜCE AHLÂK DÎNİDİR
Mahlukat arasında zirve varlık insandır. İnsan Allâh’ın halîfesidir. Cesedi topraktan yaratılmış, içine Rabbin kudretinden bir sır üflenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, insana hitab ederken o cevhere dikkat çeker. O cevherin nefs engeli ile kirlenmemesini arzu eder. Yâni kulun, nefsin menfîliklerinden sıyrılıp yüce bir ahlâka bürünerek kalb-i selîm ile Cenâb-ı Hakk’ın dâvetine icâbet etmesini ister. Bu itibarla hakîkî mânâda insanlık vasfıyla yaşayabilmenin yegâne şartı dîn ve ahlâkın ulvî hedeflerine ulaşabilmektir. İnsanlığın kemâli ve güzel ahlâkın zirve noktadaki misâli de Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’dir. O, güzel ahlâk mevzûunun, peygamber olarak gönderilişinin sebeplerinden biri olduğunu beyân ile şöyle buyurur:
“Şüphesiz ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta, el-Hulk, 7)
Nitekim Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de rasûlünü medh u senâ ederken onun ahlâk güzelliğine işaret buyurur:
“(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki sen, en yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)
Bu senâya mazhar olan Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, ashâbın ifadesine nazaran örtüsüne bürünen bir genç kızdan daha hayâlı idi. Buyururlardı ki:
“Hayâ ve îmân bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 53)
Bu hakîkat ışığında Hazret-i Mevlânâ da şöyle buyurur:
“«Îmân nedir?» diye aklıma sordum. Kalbimin kulağına eğilip: «Îmân edebden ibârettir...» diye fısıldadı. O hâlde edebi olmayan kimse, Allâh’ın lutfundan mahrûm kalır.”
NEZÂKET, LETÂFET VE ZARÂFET DÎNİDİR
İslâm Peygamberi’nin beyânlarına binâen bu dünyâda çok ehemmiyetsiz gibi görünen nezâket, hesap gününde pek ehemmiyet kazanacaktır. Her bakımdan bir üsve-i hasene (en güzel örnek) olan Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bu hususta, yâni nezâket ve zarâfette de bizlere en mükemmel bir misâldir. O, bir kimsede gördüğü bir hatâyı düzeltirken dahî nezâket ve zarâfeti elden bırakmaz, o şahsa hitaben değil, umûma hitaben:
“Bana ne oluyor ki, bazılarınızı şöyle yaparken görüyorum!..” buyurarak sanki kendilerine galat-ı ru’yet, yâni yanlış görme izâfe edercesine sözlerine başlarlardı.
HAK VE HUKUK DÎNİDİR
İslâm’ın üzerinde durduğu en ehemmiyetli mes’elelerden biri de hak ve hukuktur. Öyle ki, Allâh Teâlâ indinde şirkten sonra afvedilmeyen ikinci husus, kul hakkı olarak beyân edilmiştir. Hattâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, vefâtıyla netîcelenen ağır hastalığı esnâsında dahî bu husûsa dikkat çekmiş ve bizzat kendisi, bîtâb hâline rağmen mescide giderek ashâbıyla helâlleşmiş ve:
“Ashâbım! Kimin malını yanlışlıkla aldıysam, işte malım; gelsin alsın! Kimin sırtına yanlışlıkla vurduysam, işte sırtım; gelsin vursun!..” (M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, c. II, s. 38) buyurmuşlardır.
İşte böylesine hassas, zarîf ve aynı zamanda da sağlam temeller üzerine oturtulan İslâm adâleti, bütün beşeriyyeti hayrân bırakacak bir ulvî seviye arzeder. Nitekim 1789 büyük Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof Lafayet, meşhûr insan hakları beyânnâmesi yayınlanmadan bütün hukuk sistemlerini tedkîk etmiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görerek şöyle haykırmıştır:
“Ey Muhammed! Senin adâleti gerçekleştirmek husûsunda ulaştığın seviyeyi bir daha hiç kimse gösteremedi!..”
İslâm tarihi bu adâletin nice tezâhürleriyle doludur. İşte bunlardan biri:
Bir kimse, at satın almıştı. Hayvan iki yaşında ve gayet gürbüz olduğu hâlde üç gün içinde öldü. Adam, atı satan kimsenin kendisine karşı bir düşmanlığı olduğu ve bu sebeple ona uzun vâdede zehirleyecek bir şeyler yedirdiğinden şüphelendi. Peşpeşe üç gün mahkemeye gitmesine rağmen kadıyı bulamadığından dolayı vakit geçirmeden durumun tedkîki için atı baytara götürdü. Baytardan aldığı bilgiler de kanaatini doğrular mâhiyetteydi. Bir zaman sonra tekrar mahkemeye uğradığında kadıyı yerinde buldu ve meseleyi arzetti.
Kadı:
“–Niçin evvelâ bana gelmedin de baytara gittin? İlk anda gelseydin de sıcağı sıcağına çâresini bulsaydık!” deyince şikâyetçi:
“–Efendim! Falan günler, üç gün üstüste makamınıza geldim. Fakat yoktunuz!” cevabını verdi.
O zaman kadı:
“–Haklısın, geldiğin günlerde burada yoktum. Memleketteydim. Zîrâ anacığım vefât etmişti...” dedi.
Ardından bir lahza sükûta bürünüp düşündükten sonra kâtibe dönerek şunları söyledi:
“–Mesele anlaşılmıştır. Yaz kâtip! Vazîfe mahallinde bulunmadığı için zarârın kadıdan tazmînine...”
MÜSTESNÂ BİR HAYÂT DÎNİDİR
Hâsılı İslâm, bütün yönleriyle maddî ve mânevî yegâne ve müstesnâ bir hayât dînidir. Dâimâ hakka tarafgirlik, teslimiyet ve bağlılıktır; îmân da, hakkı kabul ve tasdiktir.
Bu hakîkat çerçevesinde eskiler, müslüman olmadığı hâlde selîm fıtratının muktezâsı olarak İslâm’a tarafgirlik gösterip takdîrkâr davrananlara “dinsiz bir müslüman” tabirini kullanır ve müslüman olduğu hâlde tarafgirlik göstermeyenlere de “gayr-i müslim bir mü’min” derlerdi.
Dolayısıyla ancak samîmâne bir şekilde yaşanan İslâm, insan rûhunun arınıp tertemiz olduğu mânevî, ilâhî, engin bir deryâdır. Nefsî arzulara aldanıp esfel-i sâfilîne düşen kulları tekrar ahsen-i takvîme götüren tek müessir, İslâm’ın mübârek ve lutufkâr istikâmetidir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Kul, İslâm’ı kabul edip de onu güzel yaşarsa, daha önce yaptığı her sevabı yazılır, geçmişte yaptığı her bir günahı da silinir. Ondan sonra (yaptığı amellerin karşılığı) şöyle olur: Her sevaba karşılık on ilâ yediyüz katına kadar sevap yazılır. Günah ise karşılığı ne ise öyle yazılır, ancak Allâh bağışlayıp da o günahtan tamamıyla geçiverirse başka.” (Nesâî, Îmân, 10)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam İman İbadet, Erkam Yayınları