İslam Nedir? İslam Tarihi Kısaca Bilgi
İslam ne demektir? İslam tarihi kısaca..
İlahî kaynaklı dinlerden bugün yalnız Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm varlıklarını devam ettirmektedir. Ancak asliyetini muhafaza eden yegane din İslâm’dır. Diğer dinler tahrif olmuş ve asliyeti kaybetmiştir. Günümüzde aslını koruyan tek Hak din İslam'dır. Bunun yanında diğer dinler hakkında kısaca bilinmesi gerekenler...
İSLÂM NEDİR?
Dinin Adı |
İslâm |
Çıktığı Yer |
Arabistan |
Tarihi |
Miladi 7. Yüzyıl |
Peygamberi |
Hz. Muhammed (s.a.) |
Dinin İnanç Yapısı |
Tevhid (Tek Bir Allah inancı) |
Mutlak yaratıcının adı |
Allah (c.c.) |
Kitabı |
Kur’an-ı Kerim |
Mensuplarının Sayısı |
1. 5 milyar |
Dünya Nüfusuna göre yüzdesi |
% 22.4 |
Yayıldığı Yerler |
Asya, Afrika, Avrupa, Amerika, Avustralya ve dünyanın bir çok yerleri |
İslâm, kelime olarak “itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, sulh ve selamet içerisinde bulunmak ve teslim” olmak demektir. Istılah olarak ise İslâm, “Yüce Allah’a itaat etmek, O’na ram olmak, teslim olmak, Hz. Muhammed’in (s.a.) din adına tebliğ ettiklerini bütün varlığıyla kabul edip gereklerini yerine getirmek” manasına gelir.
İslâm, düşünce, yaşayış ve davranışlarımızın ilahî nizamını sağlayan dengeli güzellikler zinciridir. İslâm fikrî, kavlî ve fiilî bakımdan insanı en güzel şekilde yoğurup kemale erdiren ve karanlıklardan nura çıkaran saadet yoludur.
İslâm, Allah’a muhabbet, bağlılık ve itaat zemininde ebedi selamet ve kurtuluş nızamıdır. Yerlerin ve göklerin nizamı da itaate bağlıdır. İnsanlarda kulluk ve itaat olmadığı zaman ilahî program, gazab halinde tecelli edebilir, yeryüzünün düzeni bozulup fesat hakim olabilir.
İlk insan ve ilk peygamber olması itibarı ile Hz. Adem (a.s.) ile başlayıp ahir zaman nebisi Hz. Muhammed’e (s.a.) kadar devam eden ilahî tebliğlerin muhtevası aynı olduğundan, İslâm bütün ilahî dinlerin ortak adı olmuştur.
Bu itibarla İslâm, umumiyetle sanıldığı gibi yalnız Kur’an’ın muhtevasına has değildir. Bütün semavî dinler, beşerî tahrifler meydana gelmeden evvelki halleriyle İslâm ismiyle zikredilmiştir. Bu gerçeği ifade etmek için Kur’an-ı Kerim’de “Allah katında din ancak İslâm’dır”[1] buyurulmuştur.
Aynı zamanda Kur’an’ın bu ifadesi, beşeriyetin kurtuluş reçetesinin de sadece İslâm olduğunu tekit etmektedir. Bu hakikat başka bir ayette daha açık bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa bilsin ki ondan böyle bir din asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette de zarar edenlerden olacaktır.”[2]
İSLÂM DİNİNİN KISA TARİHÇESİ
İslâm dini, M. 7. yy.’ın başlarında Arap yarımadasında Mekke’de doğmuştur. Bu dönemde insanlık, hidayetten uzaklaşmış, önceki ilahî kitaplar tahrif edilerek insanlara dünya ve ahiret saadeti sağlamaktan uzaklaşmış, hak-hukuk, adalet gibi mefhumlar ortadan kaldırılmış, insanlık koyu bir cehalet, sapıklık ve ahlaksızlık girdabına düşmüş bulunuyordu.
Mesela bu dönemde kız çocukları acımasızca diri diri toprağa gömülüyor, hür insanlar köleleştiriliyor, kadınlara bir meta muamelesi yapılıyor, insanların şeref ve onuru hiçe sayılıyor, ancak güçlü olan haklı kabul ediliyor, zayıf ve kimsesizlerin hakkı zalimane bir şekilde gasbediliyordu.
İşte böyle bir dönemde Yüce Allah, son peygamber olan Hz. Muhammed’i (s.a.) insanlığa bir hidayet güneşi, rahmet peygamberi, kurtuluş rehberi olarak gönderdi.
Hz. Muhammed asil bir ailenin evladı olarak Mekke’de M. 571 yılında (20 Nisan-12 Rabiulevvel) dünyamızı şereflendirdi. Doğmadan önce babası Abdullah vefat etmişti. Altı yaşlarında Annesini (Amine Hatun) kaybetti. Annesi vefat ettikten sonra dedesi Abdulmuttalip onu himayesine aldı. O da vefat edince evleninceye kadar amcası Ebu Talib’in himayesi altında bulundu.
25 yaşlarında Hz. Hatice ile evlendi. Küçük yaşlarında ticarete başladı ve 40 yaşına kadar devam etti. 40 yaşında Allah tarafından kendisine peygamberlik vazifesi verildi.
Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlikten önce herkesin sevdiği, kendisine saygı duyduğu bir kimse idi. O dönemdeki insanlar, en kıymetli eşyalarını ona emanet ediyorlar, emanete hiyanet etmeyeceğini kesin olarak biliyorlardı. Bu nedenle kendisine Muhammedü’l-emin (güvenilir Muhammed) demişlerdi.
Yine Hz. Muhammed peygamberlikten önce hiçbir şekilde puta tapmayan, asla yalan söylemeyen, yetimleri koruyan, akrabalarına gereken değeri veren bir kimse olarak tanınıyordu.
40 yaşına geldiği zaman peygamberler zincirinin son halkasını tamamlamak üzere Yüce Allah kendisine vahiy gönderdi.
Hz. Peygamber, kendisine gelen vahiyleri ashabına okuyor, gerekli yerlerle açıklamalarda bulunuyor ve peygamberlik vazifesini yerine getiriyordu. O ilk tebliğ vazifesine yakın akrabalarından başladı. Risaletin ilk yıllarında tebliğ vazifesi gizli olarak yapıldı. Bu gizlilik üç yıl sürdü ve bu üç yıl içerisinde müslümanların sayısı ancak 40’a ulaşabildi. Sonra açıktan tebliğ emri geldi ve Hz. Peygamber heskesi açıkça İslâm’a davet etmeye başladı.
Açık davet başladıktan sonra makam ve menfaatlerinin ellerinden gideceğini düşünen Mekke’nin ileri gelenleri, bu davete şiddetle karşı çıktı, hem Peygamber Efendimiz’e hem de müminlere işkence ve zulüm etmeye başladılar, bununla da kalmayarak müslümanlarla bütün irtibatlarını kestiler, onları boykot ettiler. Fakat müminlerden hiç biri imanından taviz vermedi.
Bu durum yaklaşık 13 yıl devam etti. Fakat işkence ve zulüm artık dayanılmaz boyutlara ulaşınca müslümanlar hicret etmek zorunda kaldılar. Önce Habeşistana, sonra da Medine’ye hicret edildi. Sonunda Hz. Peygamber de Medine’ye hicret etti ve orada tebliğ vazifesini sürdürdü.
Medine’ye hicret gerçekleşince Peygamber Efendimiz muhacirlerle ensarı kardeş ilan etti.[3] Ayrıca Medine’de bulunan yahudilerle de vatandaşlık anlaşması imzaladı.
Müslümanlar hicretten sonra İslâm’ı daha rahat yaşama ve tebliğ etme imkanına kavuştular. Bu bakımdan Medine döneminde İslâm daha süratli yayılma gösterdi. Bundan aşırı şekilde rahatsız olan Mekkeli müşrikler Bedir, Uhud ve Hendek’te müslümanlara art arda saldırıda bulunarak İslâm’ın yayılışının önüne geçmek istediler. Ancak Yüce Allah’ın da yardımıyla sayıları az fakat imanları oldukça kuvvetli olan o ilk müslümanlar, düşmanlarına galip geldiler.
Bu savaşlarda kendileriyle anlaşma yapılan yahudiler, anlaşmayı bozup müslümanları arkadan vurdukları için cezalandırılarak Medine topraklarından sürülmüşlerdir.
Medine’de güçlenen müslümanlar artık Mekke’yi fethetmenin zamanının geldine kani olmuşlar, sonunda Hz. Peygamber’in komutasında hazırlanan büyük bir ordu ile bir zamanlar çıkarıldıkları topraklara muzaffer bir halde geri dönmüşler ve hiçbir mukavemetle karşılaşmadan ve savaş yapmadan şehri fethetmişlerdir.
Hz. Peygamber on yıllık Medine dönemindeki tebliğ vazifesini de tamamlamış, veda haccında irad ettiği veda hutbesiyle insanlığa son mesajını vermiş ve nihayet 632 yılında bu fani alemden ebedi yolculuğuna uğurlanmıştır.
Hz. Peygamber döneminde Kur’an-ı Kerim tamamen vahyedilmiş, sahabe tarafından yazıya geçirilmiş ve bir çok sahabi tarafından ezberlenmiştir. Bugün elimizde mevcut olan Kur’an, işte o dönemde yazılmış ve hiçbir değişikliğe uğramadan bize nakledilmiş olan Kur’an’ın aynısıdır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra yerine halife olarak sırasıyla Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (Allah onlardan razı olsun) geçmiştir. Bu dönem, yaklaşık olarak 30 yıl sürmüş ve İslâm coğrafyasının hudutları Suriye, Mısır, Mezopotamya, İran ve Hindistan’a kadar uzanmıştır.
Daha sonra Emevi devleti kurulmuş (M. 661-750), bu dönemde İslâm devletinin merkezi Şam’a nakledilmiş, İslâm’ın hudutları Çin’e, Hindistan’a ve Batı’da Fransa’ya kadar ulaşmıştır.
Emevilerden sonra İslâm devletinin yönetimini eline alan Abbasiler (M. 750-1258), beş asra yakın Bağdat’ta İslâmiyetin müdafaasını yapmışlardır. İslâm bu dönemde ilim, düşünce ve sanat alanında büyük bir derinlik kazanmıştır. Bu maksatla Bağdat’ta Nizamiye ve Beytü’l-hikme medreseleri kurulmuş ve buralarda İmam Gazali (ö. 505) gibi bir çok ilim ve fikir adam yetişmiştir.
Bağdat’ta böyle bir ilmî ve fikrî hareketlilik yaşanırken, müslümanlar tarafından fethedilen Endülüs’te de (İspanya) İslâm medeniyeti en parlak dönemlerinden birini yaşıyordu.
Bu devirde haçlılar denen Hıristiyan alemi, İslâm topralarına bir çok saldırı düzenlemişler, müslümanlar Abbasiler, Eyyubiler ve Selçuklular devrinde haçlılarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Haçlılar, bu savaşlarda başarılı olamamışlardır. Türklerin de İslâmiyeti kabul etmesiyle İslâm hudutları Anadolu’dan Bizans’a kadar uzanmıştır.
Selçuklulardan sonra kurulan Osmanlı devleti, altı asırdan fazla İslâm’ın bayraktarlığını ve müdafaasını yapmış ve bu dönemde Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti ve Ortodoks Hıristiyanlığın merkezi olan İstanbul, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet Han tarafından 1453 yılında fethedilmiştir.
Osmanlılar döneminde İslâm devleti Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında yoğun bir şekilde yayılma göstermiş, 22 milyon km kare büyük bir toprak parçasına sahip olmuştur. Osmanlı devleti, 623 senelik tarihi boyunca Avrupa’da Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Yuyoslavya, Arnavutluk...; Ortadoğuda Arabistan, Irak, Suriye, Filistin, İsrail, Ürdün, Mısır...; Afrikada Cezayır, Fas, Tunus...; Asya’da Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, gibi birçok ülkeyi hakimeyeti altına alıp adil bir şekilde idare etmiştir.
Osmanlı devletinin adelete verdiği önemi belirtmek için İstanbul’un fethinin hemen öncesinde gerçekleşen şu olay oldukça dikkat çekicidir: İstanbul’un fethi sırasında hıristiyanlar tarafından Ayasofya kilisesinde bir toplantı yapılmış, bu toplantıda papadan yardım istenmesi teklif edilmiş, ancak Bizans asılzadelerinden hıristiyan Grandük Notaras, daha önce (dördüncü haçlı seferi sırasında) yardıma çağırdıkları katolik orduların şehri yağmaladıklarını hatırlatarak, “İstanbul’da kardinal şapkası görmektense müslüman sarığı görmeyi tercih ederim.” demiş ve bu teklife karşı çıkmıştır.
Bu dönemde çığırından çıkmış olan Hıristiyanlıkta, akıl ve mantık dışı yanlışlıklara isyan ederek Protestan mezhebini kuran Alman reformist Martin Luther, müslümanları sevmemesine rağmen, kendi idarecilerini şu sözlerle ikaz etmiştir:
“Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresinde yaşamaktansa Osmanlı idaresini tercih ederiz. Çünkü onlar sizden daha merhametlidirler.”
Osmanlı devleti “Bizim gayemiz kuru bir cihangirlik davası değil,i’lâ-yı kelimetullah’tır (Allah’ın dinini yüceltmektir.)” diyen Osman Gazi gibi büyük bir devlet adamı tarafından kurulmuştu (1299).
Osman Gazi de Şeyh Edebali gibi büyük bir Allah dostu tarafından yetiştirilmiş, böylece devlet sağlam temeller üzerine bina edilmiş, yeryüzünde hak ve adaletin hakim olması için gayret sarfedilmiştir. Bunu Şeyh Edebeli’nin Osman Gazi’ye olan şu vasiyeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
Ey oğul!
“Öfken ve nefsin birleşip aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olmalısın. Adaletten asla ayrılmamalısın...Haklı olduğun mücadeleden korkmamalısın. En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman nefsin kendisidir...Ülke idare edenin oğulları ve kardeşleri ile bölüştüğü ortak malı değildir...Kişinin gücü günün birinde tükenir, ama bilgi yaşamaya devam eder...Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok, çünkü zaman yok, süre az...İnsanı sevmek davanın esası olmalıdır...Geçmişini bilmeyen geleceğini bilemez. Nereden geldiğini unutma ki nereye gideceğini unutmayasın.”
Her insan gibi her devletin de sınırlı bir ömrü vardır. Osmanlı devleti de tarihte üstlendiği vazifeyi yerine getirdikten sonra yıkılarak bu ilahi kanuna tabi olmuş, yerini diğer devletlere bırakmıştır. Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra onun hakim olduğu topraklar üzerinde 60 kadar yeni devlet kurulmuştur.
Bugün bu devletlerin çoğu, bağımsız müslüman devletler olarak mevcudiyetini devam ettirmektedir. Ne var ki bu devletler içerisindeki müslümanlar, Osmanlı devrindeki huzur ve adaleti bulamamaktadırlar. Son yıllarda meydana gelen Bosna, Kosova ve Azerbaycan’a karşı yapılan saldırılar, Filistin meselesi vb. olaylar, bu ülkelerin ne kadar sahipsiz ve korumasız kaldığınının en önemli örnekleridir.[4]
[1] Al-i İmran, 3/19.
[2] Al-i İmran, 3/85.
[3] Muhacir, “hicret edenlere”; Ensar ise “muhacirlere yardımda bulunanlara” denir.
[4] Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, İstanbul, 1999, s.15, 25, 27.