İslâm Nezâket ve İncelik Dinidir!
İslâm, müslümanlara hesap gününü düşünerek yaşamayı ve kimsenin hakkına tecâvüz etmemeyi öğretir. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- kâmil bir mü’mini şu veciz ifadelerle târif etmiştir: “Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir...” (Buhârî, Îmân, 4-5)
Hakîkaten bir müslüman, İslâmî eğitimi ve ibadetleri boyunca devamlı “zararsızlık” tâlîmi görür. Sonunda o hâle gelir ki hiç kimse ondan bir zarar geleceğini düşünmez. Böyle bir mü’min etrâfına dâimâ huzur ve güven telkin eder.
MÜ'MİN BAL ARISINA BENZER
Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Mü’min bal arısına benzer. Arı; dâimâ temiz olan şeyleri yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve nâzik davrandığı için konduğu yere zarar vermez, orayı kırıp bozmaz. Düştüğünde ise kırılmaz, bozulmaz.”[1]
Bal arısı, son derece mâhir, hâzık, akıllı, faydalı, mütevâzı bir varlıktır. Geceleri bile çalışır. Hep temiz ve güzel şeyler yer. Gıdâsını çiçeklerin üzerinden toplar. Başlarındaki beye, yani idarecilerine itaat eder. Eziyeti, zahmeti ve zararı, oldukça azdır. Pis şeylerden uzak durur, başkasının kazancını yemez.
İşte mü’min de aynen bal arısı gibi helâl mal kazanır, helâl yiyecekler yer ve nezih mekânlarda bulunur. Bulunduğu her yerde gönlünden rahmet tevzî eder. Kimseyi incitmez ve kimseden incinmez. Bir hata yaptığında hemen doğruyu görüp kendini düzeltir, dâimâ şahsiyetini ve vakârını muhâfaza eder. Tevâzû sahibi olup herkesin iyiliği için çalışır. Zulümden, gafletten, fitneden, haramlardan, nefsin hevâ ve heveslerinden uzak durur.
Fertleri bal arısı gibi olan bir toplum, elbette ki huzur ve emniyetin zirvesine çıkacaktır. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- bunu daha İslâm’ın ilk yıllarında müjdelemiştir:
ALLAH İSLÂM'I HÂKİM KILACAK!
Habbâb bin Eret -radıyallahu anh- şöyle anlatır:
Bir gün Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in yanına vardık. Kâbe’nin gölgesinde, hırkasını başının altına yastık yapmış dinleniyordu. Müşriklerden gördüğümüz işkencelerden şikâyette bulunarak:
“–Bizim için yardım dilemeyecek misiniz? Allâh’a bizim için duâ etmeyecek misiniz?” dedik.
Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- biraz üzüldü, yüzü kızarmış bir vaziyette yerinden doğruldu ve şöyle buyurdu:
“–Önceki ümmetler içinde bir mü’min tutuklanır, kazılan bir çukura konulurdu. Sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye biçilir, eti-kemiği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat bütün bu yapılanlar onu dîninden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlakâ bu dîni hâkim kılacaktır. Öylesine ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından başka hiç bir şeyden endişe etmeksizin San‘a’dan Hadramut’a kadar emniyetle gidecektir. Ancak siz acele ediyorsunuz!” (Buhârî, Menâkıb 25, İsti’zân 35, Menâkıbu’l-Ensâr 29; Ebû Dâvûd, Cihâd, 97/2649)
İSLÂM'A GİRMEYE MÂNİ OLAN SEBEP
Yine Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- müslüman olmakta tereddüd eden Adiy bin Hâtim’e:
“–Ben, senin İslâm’a girmene mânî olan sebebi biliyorum. Sen: «O’na zayıflar, Arapların değer vermediği güçsüz kimseler tâbî oluyor.» diye düşünüyorsun. Sen Hîre’yi bilir misin?” buyurmuştu. O da:
“–Görmedim ama duydum.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-:
“–Rûhumu kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, Allah bu dâvâyı tamamlayacak! Öyle ki tek başına bir kadın Hîre’den çıkarak gelip Allâh’ın evini tavâf edecek. Sonra Kisrâ bin Hürmüz’ün hazineleri fethedilecek!” buyurdu. Adiy bin Hâtim:
“–Kisrâ bin Hürmüz’ün mü?” diye sordu. Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-:
“–Evet Kisrâ bin Hürmüz’ün!” buyurdu. Sonra da:
“–Çok sürmez, mal o kadar bollaşacak ki, kimse tenezzül etmeyecek, malın zekâtını alacak kimse bulunamayacak!” buyurdu.
Daha sonraları bu hâdiseyi anlatan Adiy -radıyallahu anh- şöyle demiştir:
“Vallâhi bir kadının Hîre’den devesinin üzerinde, hiçbir şeyden korkmadan yola çıkıp şu Beytullâh’ı haccettiğini gördüm! Vallâhî Kisrâ’nın hazinelerini fethedenler arasında ben de bulundum. Rûhumu elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, üçüncüsü de elbette tahakkuk edecektir. Çünkü onu Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- söyledi.”[2]
Evet, İslâm’ın hedefi, insanların, Allah’tan başka kimseden korkmadıkları mûtenâ bir huzur ortamında yaşamalarını temin etmektir. Bunun neticesinde maddî refah da gelir. Nitekim Ömer bin Abdülaziz devrinde müslümanlar zekât verecek fakir bulamadıkları için halifeye mürâcaat ederek zekâtlarını ne yapacaklarını sormuşlardır.[3]
Dipnotlat: [1]Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Süyûtî, el-Câmi, no: 8147. [2]Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed, IV, 257, 377-379; İbn-i Hişâm, IV, 246; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 62. [3]Bkz. Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, VI, 493; M. S. Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 434.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Erkam Yayınları