İslam Tarihinde Hayırda Öne Geçen Hanımlar
Erkam Radyo’da İstanbul’un Sırları adıyla program yapan İstanbul Seyyahı Fahri Sarrafoğlu Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile İslam Tarihinde Hayırda Öne Geçen Hanımlar konulu özel bir mülakat gerçekleştirdi. İstifadenize sunuyoruz.
Sevgili dinleyiciler! Hepinize sevgiler, saygılar efendim. Merhaba diyoruz Çamlıca’dan.
İstanbul’un sırlarında ilk önce, İstanbul’da özellikle Osmanlı estetiği üzerinde durduk. Efendim, sonra Osmanlı vakıf medeniyeti üzerinde durduk. Ve “İslâm’da Kadın” üzerine röportaj yaptık, muhterem üstâdımız Osman Nûri TOPBAŞ ile.
Bugün dördüncü röportajımızda ise, yine farklı bir konuya değineceğiz. “İslâm’da kadın” ve özellikle İstanbul’da ve Osmanlı’da “hanım eserleri”, hanımların özellikle estetik üzerine, tarihe attıkları imzalar üzerine konuşacağız. Tabi ki yine farklı bir röportaj olacak.
Teşekkür ediyoruz muhterem Efendim.
Estağfirullah.
Bize zaman ayırdınız.
Estağfirullah.
Sağ olun. Evet, bugün yine farklı bir konudayız; İslâm medeniyetinde hanımlar ve hanımlar mevzuunu dile getireceğiz.
İnşâallah.
Muhterem Efendim, bugün zât-ı âlînizle, İslâm’da ve İslâm medeniyetinde hanımlar mevzuunu hasbihâl etmeyi arzu ediyoruz. Zaman zaman Batı dünyasından bize karşı -bugün bile öyle- hanımlarla ilgili suçlamalar var.
Diyoruz ki Efendim, İslâm’da kadının rolü nedir? Aşağıda mıdır? Kadın İslâm’da erkekten aşağıda mı görülmektedir? Bu hususta neler buyurursunuz?
Bismillâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
Çok muhterem kardeşlerimiz! Cenâb-ı Hak, hanımı ve erkeği ayrı kâbiliyetlerde ve ayrı istîdatlarda yaratmıştır. Dînî hayat da bu ölçülere göre tanzim edilmiştir. Âile hayatında, toplum hayatında birbirini tamamlayan unsurlardır kadın ve erkek.
Yaratılış olarak kadın, erkeğin nefsine süslü gösterilmiş ve câzip kılınmıştır. Bu “cezb ve incizab” kânunu, müsbet mâhiyette, yani nikâh muhtevâsında ise, neslin devamı, âile müessesesinin saâdeti, toplumun huzur ve neşesi için bir huzur kaynağıdır. Fakat âile, nikâh hudutlarının dışına çıkarsa, ahlâkî vasfını kaybeder ve iffetsizliğe yol açar.
İffet, insanı hayvandan ayıran en mühim bir vasıftır. Mâlum, hayvanlarda nikâh yoktur. Onlara Allah utanma ve hayâ duygusu vermemiştir.
Batı dünyası -maalesef- İslâm dünyasına bugün haksız, kastî suçlamalarda bulunmaktadır. Hâlbuki Batı toplumuna nazar ettiğimiz zaman, önce Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın dînini tahrif etti. Sen Pol, akâidi bozdu. Ondan sonra, akâid konsillerle tespit edildi. Muâmelât ve ukubat kaldırıldı. Ondan sonra Yahova Şahitleri tarafından bir darbe daha yedi. Bugün de Batı dünyasında dinden uzaklaşma revaç buldu.
Ve girdap içerisinde zaten dönüp duruyor. Tam bir girdap…
Dönüp duruyor.
Bu anlayış ve sistem içinde iffet kayboldu. Âile gücünü kaybetti. Hicap kalktı. Maalesef kadın bir metâ hâline geldi. Pragmatist, oportünist, menfaate dayalı bir hayat tarzı yaşanıyor bugün Batı dünyasında.
Erkek ve hanımın hayat tarzları hemen hemen aynı hâle geldi. Yani elma ile armut, terazide aynı kefeye konuldu.
Geçmişte o tahrif edilmiş kitaplara bakıyoruz. Kadına çok ağır hakaretler var. Maalesef öyle ithamlar ki, kadın şeytanlaştırılmıştır. Bütün suç ve günahlar kadının sırtına yüklenmiştir.
Günah keçisi gibi tamamen…
Günah keçisi gibi. Kadını önemsediklerini söyleyen Batı, kadını sokağa, meydana, işyerlerine sürükledi.
Hattâ podyuma sürükledi, podyumlarda reklâm olarak kullanıldı.
Maalesef, yani kaldırımlarda açan çiçekler gibi oldu. Metâ oldu. O, annelik, hanımlık ve evinin sultanlığından uzaklaştırıldı. Onun şahsiyet ve vakarına zarar verildi.
İslâm ise bunun zıddına, hanımı âilede baştacı kılmıştır.
“Cennet (sâliha) annelerin ayakları altına serilmiştir.” buyrulmaktadır. (Ahmed, III, 429; Nesâî, Cihâd, 6)
Bir toplum sâliha annelerle âbâd olur, fâsıka kadınlarla ise berbâd olur.
Allah korusun.
Allah korusun. Bugün maalesef nesli terbiye edecek, yüksek vasıflı anneler, sâliha anneler azaldı. Bu yüzden toplumlar, menfaatperest oldu. Zulümler arttı, vicdanlar kurudu. Toplum, mazlumların feryatlarına sağır ve kör oldu maalesef. Vicdanlar dumura uğradı.
Bugün bu bozulmayı, en çok Avrupa’da görüyoruz. Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de yapılan zulümlere karşı gayet sessiz ve duygusuz kalmaktadırlar.
Âkif’in güzel bir mısraı vardır, o bir müslümanın hassâsiyetini gösterir:
Zâlimin hasmıyım ammâ, severim mazlumu.
İrticâın şu sizin lehçede mânâsı bu mu?
Sanki bugünü aksettiriyor.
İslâm, fıtrat dînidir. Kadın ve erkeğe fıtratlarına göre uygun vazifeler verir. Batı, bugün kadına değer verdiğini söylüyor. Fakat kadını fıtratından uzaklaştırarak kadına asıl şiddeti Batı uygulamaktadır. Çünkü kadınla erkeği ayrı fıtratlarda oldukları hâlde, aynı mesleklere ve aynı sorumluluklara sevk etmektedirler.
Evvelâ kadın ve erkek, Cenâb-ı Hakk’a karşı îman mes’ûliyetinde, takvâ mes’ûliyetinde eşittir. Îman ve takvâda eşittir.
Ahzâb Sûresi’nde Cenâb-ı Hak, meâlen:
“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar,
Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar,
Tâate devam eden erkekler, tâate devam eden kadınlar,
Doğru, sâdık erkekler, doğru kadınlar,
Sabreden erkekler, sabreden kadınlar,
Mütevâzı erkekler, mütevâzı kadınlar,
Sadaka veren erkekler, sadaka veren hanımlar…” (el-Ahzâb, 35) buyrulmaktadır.
Hiç ayrım yapmıyor, devam eden, erkekler-kadınlar, erkekler-kadınlar, beraber gidiyor.
Hiç, hiç ayrım yok. Âyette de Cenâb-ı Hak:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ buyuruyor.
Doğru.
Yani “…Allah indinde sizin en keremliniz (Allâh’a en yakın olanınız) takvâ sahibiniz…” (el-Hucurât, 13)
Âyet-i kerîmenin sonunda:
“…İşte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 35)
Bu takvâ sahibi hanımlar ve erkekler için.
Yani erkeğin kadına üstünlüğü, kadının erkeğe üstünlüğü diye bir şey yok. Üstünlük takvâda...
Lâkin mes’ûliyetlerin maddelerine gelince, orada Cenâb-ı Hak, erkek ve kadına, kendi yaratılışlarına, fıtratlarına uygun hizmetler veriyor.
Meselâ, erkek güçlü kuvvetli, yaratılış itibarıyla. Ona ailenin geçimi, korunması, muhafazası vazifeleri veriliyor. Askerlik vazifesi erkeğe yükleniyor. Tebliğ, emr-i bi'l-mârûf, nehy-i ani’l-münker, birinci derecede erkeğe veriliyor.
Diğer taraftan, kadın ise yapısı çok nârin ve hissî çok, duygulu... Zaten aksi hâlde evlât yetiştiremez o duygu olmasa, o muhabbet olmasa. Ona da neslin yetiştirilmesi, Cenâb-ı Hak o vazifeyi veriyor.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا buyuruyor. “Zevceler” buyuruyor. (el-Furkân, 74) Orada erkekler buyrulmuyor. Nasıl bir zevceler olacak? “قُرَّةَ اَعْيُنٍ” göz nûru olacak. Evlâtlar da göz nûru olacak. (Bkz. el-Furkân, 74) Bu şekilde bir toplum olacak.
وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا
(“…Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])
Toplumda bir takvâda önder olacak.
Tarihimizde böyle devirleri çok gördük, yani asr-ı saâdetten sonra.
Orada bir tebşir ve müjde var sanki…
Müjde var.
“قُرَّةَ اَعْيُنٍ” derken…
Tabi, göz nûru.
Göz nûru.
Bir de toplum huzur bulacak. Böyle erkekler, böyle hanımlar, böyle yetişen bir nesil, bir gençlik. Toplum huzur bulacak. Anne-babalar, toplum, takvâda gelecek nesillere önder olacak.
Bu en mukaddes vazife. Yani neslin terbiyesi ve ailenin muhafazası. Sâliha hanımlar ve sâlih erkekler birbirlerini tamamlayacaklar, göz nûru evlâtlar yetiştirecekler, takvâlı bir toplum meydana gelecek.
İnşâallah.
İnşâallah. Bu, tarihimizde bunu çok gördük. Ecdâdımızda, Osmanlı’da bunu çok gördük. Bu, Edebali silsilesi devam ettikçe, böyle güzel bir toplum, huzurlu bir toplum tarihte gördük, yaşadık böyle bir toplumu.
Elhamdülillah. Evet, tam şimdi Efendim, oraya gelmek istiyordum. İslâm tarihinde özellikle, yani hanımlardan bahsedilirken, hanımlar kenarda kalmamış, hanımlar evde oturmamış, ya da -bugünkü tâbirle- işte evde oturup da kendisiyle televizyon dizi-film izlememiş…
Hayatın içindeler.
Hayatın içindeler. Peki İslâm tarihinde hanımların katkıları konusunda neler söyleyebiliriz? Özellikle asr-ı saâdetten ve Osmanlı, tabiî ki günümüzde. Hanımlar İslâm tarihine ne katkıda bulunmuşlar Efendim?
Efendim, İslâm bir bütündür. İslâm’dan önce de sonra da, hak dinler içinde, bizlere örnek, mühim hanım şahsiyetler görülüyor. Meselâ birkaçını sayarsak:
Asiye Vâlidemiz görülüyor. Cenâb-ı Hak onu tekrim ediyor. O, Firavun’a karşı îmânından bir tâviz vermedi.
Sonuna kadar.
Ve şehîd oldu.
Meryem Vâlidemiz’i görüyoruz. Otuz küsur yerde, Îsâ -aleyhisselâm-’dan bahsedilirken, çok yerde Meryem Vâlidemiz’den bahsediliyor. Ve, “iffetini koruyan Meryem” buyruluyor. (Bkz. el-Enbiyâ, 91) Öyle bir mesaj var. Demek ki kadının en büyük haysiyeti, izzeti ve şerefi; iffetini korumakta.
Hacer Vâlidemiz: İbrahim -aleyhisselâm-’ın eşi, İsmail -aleyhisselâm-’ın annesi. Onun tevekkül ve teslimiyeti…
“‒Yâ Rabbi, ben Sen’den râzıyım.” demesi.
İnsanlar yok, uçan bir kuş yok, su yok… Böyle bir zor durumda, ağır bir imtihan; “Yâ Rabbi, Sen’den râzıyım.” diyor.
Hatice Vâlidemiz var.
Peygamber Efendimiz’in eşi.
Daha -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e daha nübüvvet gelmeden evvel, 15 sene evvel, O’nun ahlâkına Hatice Vâlidemiz hayran oldu. Efendimiz de onun vefat ettiği seneye “hüzün senesi” dedi.
Efendimiz yedi yavrusundan altısını kaybetti. Uhud’da ciğerpârelerini kaybetti. Fakat hiçbir zaman “hüzün senesi” denmedi. Hatice Vâlidemiz’in vefat ettiği seneye “hüzün senesi” denildi.
Yine annelerden devamla; Âişe Vâlidemiz var. “İlmi ondan öğreniniz.” buyuruyor. (Bkz. Deylemî, II, 165/2828)
Bilhassa o, yeğenlerini yetiştirdi. Rivâyete göre de 300 tane talebesi vardı Âişe Vâlidemiz’in. Genç olarak Efendimiz’le evlenmesinin demek ki bir hikmeti de budur.
Ümmü Seleme Validemiz var. O da Hudeybiye’de teselli etti Efendimiz’i, o çok zor durumda.
Zeyneb Vâlidemiz var. O da çok cömertti. Saymakla bitiremeyiz.
Hansa Vâlidemiz vardı. Bunun Kadisiye’de dört oğlu şehid oldu. “Yâ Rabbi dedi, Sana şükürler olsun, kıyamet günü dört şehid annesi olarak kalkacağım.” dedi.
Bununla övündü.
Övündü. Bu nasıl bir îman, coşkulu bir îman.
İsyan yok, tam tersi dua var, teşekkür var.
Tam tersi; teslîmiyet var.
Sahâbî anneleri, baktığımız zaman, evlâtlarını sıkıştırıyorlar; “Allah Rasûlü’nün arkasına gittin mi, O’nun arkasında bir namaz kıldın mı, bizim için dua istedin mi?” diye.
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- sütçü kadının kızını (oğluna) alıyor. Çünkü o:
“–Anne dedi, süte su konulmaz dedi, halîfe demedi mi?” dedi.
“‒Kızım, halîfe nereden bilecek bu karanlıkta.” dedi.
“‒E anne dedi, halîfe bilmiyorsa, Allah bilmiyor mu dedi, Allah görmüyor mu?” dedi.
Bunu Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- duydu. Hemen onu oğluna aldı, ondan da Ömer bin Abdülaziz geldi. Ömer bin Abdülaziz ise İslâm dünyasında iki buçuk sene hilâfetiyle en büyük fazîlet imzası atan halifedir. Beşinci halifeden sonra olduğunu bildirirler.
Ondan sonra Allah dostlarından Râbiatü’l-Adeviyye Vâlidemiz var.
Bu, Mekke’ye hacılara suyu getiren Zübeyde…
Ayn-ı Zübeyde…
Zübeyde Hâtun var.
Osmanlılarda çok var. Pertevniyal Hâtun vs. çok çok var. İnşaallah…
Oraya geleceğiz evet.
İlerdeki sorularda oraya geleceğiz inşâallah.
Efendim hem de yerine geldik şimdi. İstanbul’u gezdirirken hep sorarlar gençler; çeşmeler var, câmiler var, efendim hastahâneler var, birçok eser var. Ama şöyle baktığımız zaman İstanbul’da sadece üç yüz çeşme, hanımlar tarafından yaptırılmış.
Evet.
Ve şimdi hemen sorumuza geliyoruz. Merhamet ve şefkat diyoruz. Osmanlı’da kurulan vakıflar arasında hanımların vakıfları daha çok, hani daha önceki röportajlarımızda demiştik, 22 bin küsur vakıf var. Ama baktığımız zaman hanımların da vakıfları var. Hem de azımsanmayacak kadar.
Yani 1300 kadar vakıf var. O da bilinenler.
Evet.
O da padişah hanımlarının vesâirenin, paşaların hanımlarının kurduğu. Bir de halkın kurduğu vakıflar var.
Hanımlar tarafından.
Hanımlar tarafından kurulan vakıflar.
Şimdi biraz da bundan bahsedebilir miyiz, hanımların kurmuş oldukları, İstanbul’da ve bugün de hâlâ hayatta olan Efendim?
Evet, vakıf medeniyetimizde, hanımların vakıfları mühim bir yer tutar.
Malûmdur ki, normalde kadınlar ziynet eşyalarını ve takılarını, mücevherlerini çok severler. Fakat bizim medeniyetimizdeki hanım sultanları görüyoruz ki, hayır-hasenâtı daha çok seviyorlar ziynetlerinden. Gelen ziynetleri bile bozdurup hayır-hasenâta sevk ediyorlar. Bilhassa Vâlide Sultanlar, yani sarayda yetişen Sultan hanımları, bu vakıflarda en ön sırayı almış oluyor.
Evvelâ onların yetiştiği Harem’den bahsetmemiz lâzım. Harem bir mekteptir. Maalesef bugün bir eğlence yeri olarak gösteriliyor. Hiç alâkası yoktur. Harem bir mekteptir. Gayet yüksek ve kıymetli, mâneviyatlı hanımefendiler yetiştiren bir mekteptir.
Malûm olduğu üzere Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmed Han devrinden itibaren, padişahların evliliği hususunda bir düzenleme başlıyor. Daha evvel padişahlar; daha ziyade paşa kızları, üst tabakadaki olan zümrenin kızlarını alırlardı. Bunda bir beis görmemişlerdi. Fakat devlet büyüdükçe, hânedânın muhafaza edilmesi düşüncesi ağır basmış. Saraya gelen hanımların, daha sonra ailelerinin menfaatine çalışması veya saraya gelin veren ailelerin hak iddia etmesi gibi bir tehlikeyle karşı karşıya gelinmiş. Bunun üzerine Fâtih, bir kânunnâmesinde, “bundan sonra âile kızı alınmayacak, câriyeler alınacak” demiştir.
Meselâ bir misal verirsek. Meselâ Fâtih. Çandarlı çok büyüktü Çandarlı âilesi. Tavır koyacak bir hâle geldi. Yani pâdişah, bu memleketin, vatanın ikiye bölünmesi endişesi içindeydi. Bunun için kânunnâmesine bunu koydu.
Devletin selâmeti için.
Devletin selâmeti için.
Meselâ bu, misal verirsek, zaman zaman bu dâimâ ikiye bölünme, karşı karşıya geldik bununla.
Meselâ Cem, Bayezid’e mektup yazdı:
“–Abi dedi, gel dedi ikiye bölelim vatanı, yarımında sen padişah ol, yarımında ben olayım.” dedi.
- Bayezid de:
“–Bak kardeşim dedi, şu beden ikiye bölünür, vatan toprağı ikiye bölünmez.” buyurdu.
Fatih’in de endişesi buydu. Yani alacağı kızın âilesi zaman içinde gelişip devlete bir tavır koymasın ve imparatorluğun ikiye bölünmesi endişesiydi. Onun için bundan sonra dedi, cariye kızları alacağız dedi.
Ve bu cariyeler de çok ufak yaşta alınıyordu. Bunlar yedi sene bir eğitimden geçiyordu. Fakat ağır bir eğitimden. Bunlar, teheccüd zamanı, teheccüd namazından sonra eğitimleri başlıyordu. Öğle vakti biraz aralık veriliyordu, öğleden sonra tekrar devam ediliyordu.
Bunlar fennî olarak, bir defa en aşağı her biri, sultan hanımı, iki tane yabancı dil biliyordu, en asgarî.
En az.
En asgarî.
Evet.
Bütün fennî ilimleri biliyordu. Bunun yanında da -tasavvuf başta- diğer dînî ilimleri biliyordu. Çünkü bu, ümmetin annesi olacaktı. Yani müstesnâ bir mektepti. Bu, pâdişahlar… Bunların her birinin kaydı vardı. Ahlâkî durumu, hizmet durumu, merhameti, şefkati… Ancak bu, şehzâdeler, bu en kabiliyetlilerden birini zevce olarak alırlardı. Çünkü yarın ümmetin annesi olacak bu.
Doğru.
Diğer kalanları da paşalar alırdı, yüksek kimseler evlâtlarına bunları seçerlerdi. Çünkü bunlar bir saray terbiyesinden gelmiştir. Hattâ bunlara halk (tarafından) saraylı denirdi.
Doğru.
Yani bunlar, paşa hanımıysa, üst rütbede bir devlet erkânının bir hanımıysa, bulunduğu vilâyette, orada bir sarayı temsil edecekti, bir saray ahlâkını, saray terbiyesini…
İstanbul’u, gittiği yere götürüyor, onun ahlâkını.
İstanbul’u, gittiği yere götürecekti.
Evet, o ahlâkı.
Yani Fatih böyle güzel bir şey buldu. Sadece bunu bir, şey bozdu, Genç Osman bozdu.
Maalesef.
O, Şeyhülislâm’ın kızına tâlip oldu. Şeyhülislâm dedi ki:
“–Pâdişâhım, yüz tane kızım olsa sana fedâ olsun dedi. Fakat bu örfü bozma!” dedi.
Bir o bozdu. Fakat bu sonuna kadar gitti. Osmanlı’nın son devrine kadar devam etti bu.
Tabi bunlar, çok ayrı, bu yetişen cariye kızlar, çok ayrı himâye görürdü. Evlendirilirdi ve gittikleri yerlerde de “saraylı” denilirdi bunlara. Nezâketi, zarâfeti, inceliği, hassâsiyeti bakımından. Yani oralı halk, örnek alırdı.
Velhâsıl Harem, böyle mâneviyat dolu bir okuldur. Osmanlı’yı bu hususta karalamaya çalışan Avrupa ise, buraları kendi kirli gönül ve kendi o çirkin hayal dünyalarının bir yansıması olarak zevk ve eğlence mekânları olarak anlatmayı tercih ediyorlar. Maalesef bu, memleketimize sirâyet etti. Birçok genç, aman diyor, bilhassa o Kânûnî’nin o şeyi, yapılan o filmlerde, maalesef tamamen tersi, zıddı olan sahneler sergileniyor.
Hattâ Enderun mektebinde okuyan kişilere verilirdi bu cariye kızlar.
Tabi, tabi.
Sarayda kalan Hasekiler, Sultanlar, kocası öldüğünde, eski saraya intikal ettirilirler. Bu, Beyazıt’ta idi bu saray.
İstanbul Üniversitesi’nin olduğu yer.
Evet. İstanbul Üniversitesi’nin olduğu yer.
Orada bunlar, ibadet, tâat ile meşgul olurlardı. Yanlarında yine hizmet eden kızlar vardı, onlarla meşgul olurlardı. Terbiye ederlerdi. Bir de hayır-hasenat işlerine koşarlardı. Orada da halka güzel bir örnek olurlardı.
Evet. Şimdi oraya geldik Efendim tekrar; Harem’de çalışıyorlar, Harem’de eğitim görüyorlar yedi yıl. Ama bakıyoruz ki dışarıda birçok eserleri var.
Evet.
Röportajımızın başında bahsettiğim gibi 300 küsur eser, sadece 300 küsur çeşme var. Peki gelirleri nereden? Harem’de durdukları hâlde bu kadar gelirleri nasıl elde ediyorlar? Ya da hayır-hasenat yapacak, kuracak vakıftaki o gelir nereden geliyor?
Efendim, bu cariyeler Harem’e sıfırla geliyor, sıfır sermaye ile. Yani dünya olarak bir şeyleri yok, bir gelirleri yok. Zamanla padişah hanımı veya padişah annesi olunca, onlara bey ve oğullarından bol bol hediyeler geliyor. Bir de bunların bir maaşları var ayrıyeten. İkramlar geliyor.
Meselâ Yavuz Sultan Selim Han, bu, Irak tarafında hususî bir îrâd bunlara tahsis etmiştir. Oradan da kendilerine gelmektedir bir îrad.
Tabi bunlar, bu sultan annelerimiz, bu hayır-hasenatları, bu, bir tasavvufî terbiye ile yetiştikleri için, merhamet âbidesi oldukları için, gelen bu imkânları halka yansıtırlardı.
İşte bugün pek çok câmiler, mektepler vs. hattâ kışlalar, çeşmeler, bu vâlide annelerimize aittir.
Doğru.
Meselâ Osmanlı örfünde iki minareli camiler, ekseriya padişah ve padişah hanımlarınındır.
Meselâ Üsküdar’ımızda bizim, dört tane çift minareli cami vardır, dördü de hanım sultanlarındır. Buna göre bir âbideleşmiştir bunlar hayır-hasenatta. Bu hanım annelerimiz, paralarını israf etmediler. Topluma saray lüksü ve saray modası getirmediler.
Bugün maalesef, dünyada bir reklâm, modalar vs… Hâlbuki bunlar, bunlar gayet mütevâzı annelerimizdi. Mütevâzı yaşantıları vardı. Lüksleri yoktu. Öyle lüksü de bir moda hâline getirmediler.
Oranın isterseniz altını çizelim Efendim. Gelir geliyordu, gelirleri vardı demiştiniz. Maaşları vardı. Yavuz Sultan Selim Han da hattâ îrâd vermişti. Ama dikkat ederseniz israf yoktu.
İsraf yoktu.
Yani bu parayı ne yaptılar? Tutumlu. Peki aç mı kaldılar? Yemediler, içmediler mi? Tam tersi…
Yedirdiler.
Yedirdiler, içirdiler…
Bir de gösteriş yok.
Kendilerine tutumlu oldular.
Gösteriş yok, sükse yok, mütevazı bir hayat, yani “benim” diye bir tefâhür yok.
Doğru, övünme yok.
Yani bugün bile meselâ maalesef bazı şeylerde, imkânı geniş olan ailelerde, evet tesettür var ama, süslü bir tesettür var. Hattâ “süslüman” diyorlar. Bu da iyi değil tabi. Yani müslümana yakışan bir iş değil “süslüman” olmak.
Doğru.
Bunlar, hayır-hasenatta halka örnek oldular. Çünkü aldıkları İslâmî terbiye de bunu emrediyordu. Bugün hâlâ vakıflardan, sadaka-i câriyeleri geliyor kurdukları vakıflardan.
Meselâ, birkaç misal verelim.
Tabi.
Nûr Bânû Vâlide Sultan var.
İstanbul’da, Anadolu ve Rumeli yakasında birçok eserleri var. Üsküdar’da Toptaşı’nda Atik Vâlide Câmii, imâreti, medresesi, dâru’ş-şifâsı, çifte hamamı, zikre şâyân olan vakıflardan bazılarıdır.
Düşünüyoruz ki Hürrem Sultan’ın gelini olan bu kadın, menşe itibâriyle gayr-i müslim. Sistem o kadar onu bir karaktere, şahsiyete getiriyor ki, İslâm ahlâkıyla, İslâm haysiyetiyle derinleşiyor. Yani gayr-i müslim menşeden gelen Nur Bânû Sultan, İslâm’ı ve İslâm’ın merhametini, kendine hayat tarzı olarak alıyor. Takvâ ile hayatını mezcediyor. Hayır-hasenât üzere devamlı.
Diğer meselâ Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan var.
Ki en çok ismi geçen.
Biraz da…
Eleştirilen hattâ.
Eleştirilen. Hattâ biraz da celâlli mizaçta…
Doğru, doğru.
Bir hanım sultan annemiz. Bu meselâ Yeni Câmi’nin temelini atıyor. O zaman Yeni Câmi tam sahilde. Yani öyle bir temel attırıyor ki… Hattâ kayıklarla giriliyor bir taraftan.
Câmiye giriliyor.
Evet, câmiye. Fakat o ne güzel bir estetik… Yani o saraydaki olan, o zarâfet, yaptıkları eserlere de aksediyor. Yani o denizden geçenler, o güzel mîmârîyi seyredecekler.
Üsküdar’da Çinili Câmii vardır. Mektebi vardır. Dâru’l-hadîsi vardır, çifte hamamı vardır, sebili vardır.
Bir de yetim kızların çeyizlerinin hazırlama şeyidir. Yani yetimlere bir gönül vermiştir. Yetimlere hizmet etmek, onların çeyizlerini hazırlamak.
Yine bu Kösem Sultan’ın temelini attığı Yeni Câmi’ye, ömrü kâfi gelmemiştir, onu Hatice Turhan Sultan tamamlamıştır.
Başka bir vâlide sultan.
Tabi tabi. Herhâlde gelini de oluyor herhâlde.
Evet.
Evet, Hatice Turhan Sultan tamamlamıştır. Ve nasıl bir derinlik? O câmiyi yaptırmakla kalmamıştır. Rize’den Atina balı getirilecek. Uludağ’dan da soğuk, kar kuyuları kazılacak. O kar kuyularından kar getirilecek. O zaman tabi şey yok, difrizler yok. Onlar balla karıştırılacak. Soğuk bal şerbeti, camiden çıkan, kandil günleri, Ramazan günleri, istediği kadar içecek. Dehşet bir ufuk!..
Yine Bezmiâlem Valide Sultan var. O ayrı, ona da biraz daha geniş yer vermek istiyorum.
İnşaallah. Şimdi, Efendim, az önce bir şey söylediniz. Hemen orada kalalım. Bal şerbeti dedik.
Evet.
Bal şerbetinin husûsiyeti nedir? Acaba neden özellikle Kandillerde dağıtılıyordu? Bugün Sultanahmed’e gittiğimiz zaman Alman Çeşmesi var, orada, Eyüb Sultan’da bu gelenek, hattâ Üsküdar’da da var, hâlâ devam ediyor bal şerbeti.
Evet.
Bundan kısaca bahsedebilir miyiz Efendim?
Efendim, ne kadar pahalı olursa olsun, ümmet-i Muhammed’in gönlüne ferahlık vermek… Bu Kandil günleri, Ramazân-ı Şerîf günleri, belki diğer günlerde de vardır, harâretli günlerde cemaat camiden çıkınca, öyle harâreti şey yapılırdı (giderilirdi). Bir de miktar da yok. Yani içebildiği kadar içsin. Hattâ koysun testisine, evine götürsün.
Sebil, adı gibi.
Sebil adı. Buna çok tahsisat yapıyor. Hattâ bir rivâyette o Mısır Çarşısı’nı yaptırıp tahsis ediyor, oradaki dükkânları.
Evet, gelir olarak.
Gelir olarak. Yani arkasından bu sadaka-i câriye devam etsin.
Bezmiâlem Vâlide Sultan var. Bu da 2. Mahmud’un hanımı. 40 küsur yaşında vefât etmiş, çok genç vefat etmiştir. Bu, Vakıf Guraba Hastahanesi’ni tesis eden annemizdir. Herhâlde 1840’larda, yani 170 küsur sene oldu, devam eden hastahanenin.
Hâlâ.
Yani 170 küsur sene taksimetre çalışıyor. O hastalardan aldığı dualar…
O kadar bir merhametli ki; “Şayet diyor, bir hastanın iyileşmesi için limon gerekirse, limonun değeri bir altın olsa yine o hastaya verilecek!”
Bir annenin merhameti bu. Yani ümmete bir anne olabilmek.
O çok önemli.
Evet. Aşağı yukarı 116 memur vazifelendiriliyor bu hastaların tedavisi, vesâiresi için.
Pertevniyâl Vâlide Sultan var. Onun da Aksaray’daki o güzel “Vâlide Câmii” var, “Yâ Vedûd Câmii” var.
Velhâsıl yani saymakla bitiremeyiz bu vâlide sultanların şeyini.
Bizim annelerimiz de aynı şekilde, onların da ayrı çeşmeleri vardı, vesâireleri vardı. Onlar da câmilere rahleler getirir, vesâire getirir. Yani en iktisâden zayıf bir annemiz bile bir hizmet, merhamet, tabiat-i asliye hâlindeydi.
O çeşmelerden daha geniş olarak bahsetmek isterim.
İnşâallah.
Yani sohbetin sonuna doğru.
Evet. Muhterem Efendim, hemen araya girerek, değerli dinleyicilerimiz ve izleyicilerimiz merak ederler; bal şerbeti, Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’ın tavsiyesi üzerine bal şerbeti dediğimiz zaman, sirke, efendim limon, bal üzerine koyuyoruz, suyun içerisine, oranını belki seyircilerimiz, dinleyicilerimiz merak eder, bir bardak ılık suya, evde de yapabilirler, bir bardak ılık suyun içerisine, bir tatlı kaşığı sirke, bir tatlı kaşığı bal ve bir çay kaşığı limonla bunu kendileri de yapabilirler ve şifa olur inşâallah.
Zaten sirke de şifadır.
Evet.
Bal da şifadır. Cenâb-ı Hak arıları 45 günlük ömrü boyunca çalıştırır, çiçeklerin özünden toplar ve sunar insanlara.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Bir mü’min diyor, bal arısı gibi olmalı…” diyor. (Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147) Bal arısı diyor, temiz toplar diyor. Yani mü’min de temiz kazanır. Bunu diyor, güzel bir şekilde diyor, doldurur diyor. Üstünü kapatır diyor, ambalajını yapar, insanlara sunar. 45 günlük ömrünü vasatî, bal arısı bu şekilde tamamlar.
İşte Efendimiz buyuruyor:
“Bir müslüman bal arısı gibi olacak…” (Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147)
Helâl kazanacak, infak edecek, balı infak ettiği gibi, bu şekilde bir rahmetle anılacak.
Efendim, daha önceki sohbetlerinizde de az önce de buyurdunuz, Mihrimah Sultan’dan çok bahsettik. Mihrimah Sultan hayırseverliği yanında ve tabi diğer hanım efendiler de, hanım sultanlar da öyle, tevâzu ve mahviyeti de var.
Çok.
Yani ben bir vakıf kuruyorum, hayır-hasenat yaptım ama, bir övünme, tam tersi, bir fahr yok orada.
Efendim, “abd-i âciz” şeyi var onlarda. Yani “ben, Allâh’ın âciz kuluyum.”
Meselâ Fatih Sultan Mehmed de o vakfiyelerinde “abd-i âciz” diye imza atar. Cenâb-ı Hak da:
“İbadurrahman, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar...” (el-Furkân, 63) buyuruyor. Yani bir enâniyet yok.
Dünyaya bir hiçlikle geldik. Bir sermaye ile gelmedik. Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu. Cenâb-ı Hakk’ın bu lûtufları, ihsânı, ikramı karşısında bir kul, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a teşekkür edâsı içinde olmalı. Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak. Bu, tasavvufta güzel bir idrak hâlidir bu. Çok mühimdir bu.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, zirvedeyken “Kādı’l-Kuzât” iken sırmalı cübbesiyle ciğer satmıştır. Yani bir benliğin bertarâfı...
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri tuvaletleri temizlemiştir.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri yedi sene muzdarip hayvanlara, insanlara (hizmet etmiş), yolları temizlemiştir.
Yunus Emre, Tapduk Emre almadan evvel dergâha, başını eşiğe koymuştur. Bu, mânevî ihtilâçlarını orada yaşamıştır, o benliği bertaraf etme. Ondan sonra Tapduk Emre onu dergâha almıştır.
Hep tasavvufta baktığımız zaman bir kulun “abd-i âciz” olması. Fâil-i Mutlak Cenâb-ı Hak. Bu idrak içinde olabilmesi.
Bu, Mihrimah Sultan’da da bunu görüyoruz. Mâlum, Kânûnî Sultan Süleyman’ın kızıdır. Edirnekapı’da, Üsküdar’da câmisi vardır.
Bir de babasına gidip demiştir ki:
“–Baba demiş, ben bir hayır yapmak istiyorum demiştir. Kâbe’nin etrafındaki revakları yaptırmak. Bunun için baş mimar Sinan’ı oraya baba gönderelim, ben bütün malımı servetimi vereyim.” demiştir.
Aynı zamanda bu, Zübeyde suyu, Hârun Reşid’in hanımının yaptırdığı, o da bozulmuştur. Bir de o yolu yapması ve gelen hacıların istifâde etmesi bakımından.
Mimarbaşı Mimar Sinan da Süleymaniye’nin temelini atmıştır, üç sene kaybolmuştur. Yani zemin daha iyi otursun. Olacak depremlerden, zelzelelerden zarar görmesin diye. O üç senelik ayrılışında Mekke-i Mükerreme’ye gitmiştir. Revakları inşâ etmiştir rivâyete göre. Bir de o Zübeyde suyunu, onu da tamir etmiştir.
Mihrimah Sultan’ın gönlümüzde böyle güzel bir yeri vardır. Yani kendisini Allah yoluna bezletmiştir, adamıştır. Yani o makam, mevki vs. şu bu, onlar gözünde silinmiş, Hakk’a yaklaşmak, güzel bir kul olabilmek, onun gayreti içinde olmuştur. Bunlar hep ümmete bunlar ne olmuştur? Misal olmuştur.
Numûne.
Numûne olmuştur. Yani tarihte 620 sene devam eden hiçbir devlet yok.
Yani kadın-erkek hepsi el ele, beraber.
Allâh’ın rahmeti gelmiş. Fâtiha’da:
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz. “(Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk yaparız, ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5)
İşte bu, cemî olarak geliyor. Yani “اِيَّاكَ نَعْبُدُ” toplu hâlde. Yani toplumlar o şekilde olduğu zaman Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti iniyor.
Efendim, vakfiyelerde biraz da İslâm zarâfetinden bahsetsek. İlk sohbetlerimizde konuşmuştuk; estetik, zarâfet, nezâket diye. Özellikle Osmanlı nezâketinin çok güzel örnekleri var. Bunlardan bize biraz numûne verebilir misiniz, anlatır mısınız?
Efendim, tabi âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“…Tevbeleri Allah kabul eder, sadakaları Allah alır...” (et-Tevbe, 104) buyruluyor.
Efendim, burada İslâm’da bir hayır-hasenat yaparken de en fazla dikkat edilecek; riyâ girmesin!
Çünkü tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yok. Sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek.
Diğer taraftan, eğer sadaka veriyorsak, sadaka verdiğimiz kimse rencide edilmeyecek. “Al sana sadaka veriyorum!” değil.
Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri;
“Veren diyor, alana teşekkür edâsı içinde olacak.” diyor. Çünkü o vâsıtayla Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak.
Cenâb-ı Hak; “sadakaları ben alırım” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 104) Yani arada bir, doğrudan doğruya bu sadaka nîmetini Cenâb-ı Hakk’a ulaşması. Onun için bir teşekkür edâsı içinde olmalı.
Bunu ben, sağlıklarında Sami Efendi Hazretleri’nde de, Musa Efendi Hazretleri’nde de gördüm. Meselâ bir sadaka verecekler, bir hediye verecekler, bir zekât verecekler, zarfın üzerine; “Muhterem Ahmed Beyefendi meselâ, kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz…”
Nezâket.
Bu İslâm’ın nezâketi. Çünkü böyle verildiği zaman يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Cenâb-ı Hak alacak. Sen aradan çıkıyorsun o zaman.
Bu tabi âyette de var, İnsan Sûresi’nde. Orada Fâtıma Vâlidemiz’le Ali -radıyallâhu anh-’tan bir hâdiseyi Cenâb-ı Hak bize naklediyor.
“Kendileri muhtaç olduğu hâlde, fakire, yetime ve esire verirler. (Verirken de:) «Sizden bir teşekkür beklemiyoruz.» derler...” (el-İnsân, 8-9)
Yani bir minnet altında kalmayın…
“عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا”; Zira biz, o kıyâmetin şiddetinden, o sert ve belâlı günden korkarız, derler. Allah da onların gönüllerine huzur verir buyruluyor, sevinç verir buyruluyor. (Bkz. el-İnsan, 10-11)
Demek ki bu sadakalarda meçhul kalmak. Bu çok mühim. Meçhul kalmak. Eğer meçhul kalınırsa, bu Cenâb-ı Hakk’a gidiyor. “يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ” Cenâb-ı Hak alır, buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 104)
Tabi bunu, rencide etmemek alanı. Bu da çok mühim.
Bir de, en mühim olanı, verdiğini az görmek.
Bu da mühim. Çünkü Cenâb-ı Hak:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92]) Sevdiklerinizden vermedikçe birre, Allâh’a yaklaşamazsınız buyuruyor.
Yani kendini seviyorsun, kendine ne kadar, çoluk-çocuğunu seviyorsun, çoluk-çocuğuna ne kadar, Allâh’ı seviyorsun, Allah için ne kadar (verebiliyorsun)?
Cenâb-ı Hak orada bize bir ölçü vermiş oluyor.
Onun için bunu ecdatta görüyoruz; dünyayı bir tarafa bir kenara itmişler. Yani kendileri bir kuyumcu dükkânı gibi, altın, mücevherat dolu değil de arkalarından kendilerine devam edecek hayır-hasenatla yolculuklarını yapmışlar gerçek âleme.
Bu, Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, tabi bu çok ayrı bir anne. Bu, Dolmabahçe Sarayı’nın yanındaki Vâlide Câmii de onundur. Barok ve ampir sanatının müşterekliğinde yapılmış bir şeydir, çok zariftir.
Onun Şam’da kurduğu bir vakıf vardır. Bugünkü insanın hayâli ona, bilmiyorum, zor gider. Der ki;
“Kırılacak eşyâ, müstahdemlerin, çalışan kişilerin kırdıkları eşya tazmin edilecek. Onlar azarlanmayacak. Onların kalplerine diken batırılmayacak, onlar mahzun edilmeyecek.”
Bu nedir bu? Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzıdır bu. Sen de kırabilirdin bunu, o kırdı. Azarlama onu o zaman. Bu, İslâm’ın insana bakış tarzı.
O tazmin edilecek, kırdığı eşya.
Yeter ki kalbi kırılmasın, üzülmesin.
Evet.
Yine bu, Guraba Hastahânesi, Vakıf Guraba Hastahânesi, 1843’tür yapılış tarihi. Bugün de 2017’deyiz. Demin bahsettiğim gibi 174 seneden beri devamlı bir sadaka-i câriye devam ediyor.
Ve yaşıyor annemiz, hâlâ yaşıyor.
Yaşıyor. İş zaten gönüllerde yaşamasıdır.
Önemli olan da o.
Yani ömrüyle beraber bitmemesidir.
Tabi Cenâb-ı Hak da sevdiriyor. Sevdiği kulunu Cenâb-ı Hak da sevdiriyor, rahmetle andırıyor.
Efendim, sevgili dinleyicilerimizin ve seyircilerimizin aklına bir şey gelmesin, acaba bu hayır-hasenatı yapanlar sadece Osmanlı hanımları mı, hanım sultanlar mı? Halktan insanlar, hanımefendiler de yapmıyor mu diye akla gelebilir…
Efendim, tabi burada.
Sıradan halkın, vatandaşın…
Burada anneler güzel bir numûne olmuştur.
Evet, diğer vatandaşlarımızın da var mı?
Tabi bu numûneyi gören bütün hanımlar, vatandaşlar da; “Aman biz de alâ kaderi’l-imkân bir hizmet edelim.” gayreti içinde olmuşlardır.
Burada hiçbir şey imkânı yoksa bir rahle getirip koymuştur. Bir câminin önünde bir şerbet dağıtmıştır. Kuşlara bir arpa dağıtmıştır. Hamalların geçeceği yerlere bir mola taşları koymuştur.
Hamal orada koysun küfeyi, dinlensin, ondan sonra devam etsin.
Bir heyecandır bu.
Yani hastaya, garibe, gitsin ziyaret etsin. Bunların en mühim, burada şey yapacağımız, çeşmeler var. O çeşmelerden ben bahsetmek arzu ediyorum.
Tabi, buyrun.
Bu, Osmanlı’daki, Osmanlı Medeniyeti’ndeki bu çeşmelerin ayrı bir zarâfeti, ayrı bir inceliği var. Bir defa çeşmeler zarif bir mîmârî içinde. Şöyle baktığınız zaman bir huzur veriyor.
Tabi su içene de bu hendese içinde o suyu daha bir huzurla içiyor, tefekküre sevk ediyor, tefekküre sevk ediyor.
Diğer taraftan da bu çeşmelerin üzerinde âyetler var. Bu âyetleri okuyor. Bu âyetlerde de suyun Allâh’ın büyük bir lûtfu olduğunu, her şeyin bir sudan halkolduğunu, Cennet sularını bildiren âyetler yazılı. Ve Allâh’ın nîmetlerini hatırlatıyor.
İnsanın en çok muhtaç olduğu su. Cenâb-ı Hak en bol suyu veriyor, ihsân ediyor.
Bir de bunlarda, bu çeşmelerin bazılarında şiirle yazılmış ebced hesapları var. Bu ebced hesapları da bu çeşmenin yapıldığı tarihi gösteriyor.
Tarih düşürme diyoruz.
Evet, tarih düşürme deniyor.
Velhâsıl çeşmelerin de ayrı bir insana verdiği bir huzur var. O da bir İslâm medeniyetinin seviyesini göstermektedir.
Bazı çeşmelerde meselâ;
“…Her canlıyı sudan yarattığımızı görmezler mi?..” (el-Enbiyâ, 30) Cenâb-ı Hak buyuruyor. “…Her canlıyı sudan yarattığımızı görmezler mi?..” (el-Enbiyâ, 30)
Yine bir Vâkıa Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:
“Biz onu ya tuzlu olarak indirseydik...” buyuruyor. (Bkz. el-Vâkıa, 70) Yani bir tefekküre götürüyor.
Sûre-i İnsân’da:
“…Rab’leri onlara tertemiz bir içecek verir.” “شَرَابًا طَهُورًا” buyruluyor. (el-İnsân, 21)
Yine diğer bir şeyde, ben birkaç tanesini okuyorum, İnsan Sûresi’nde:
“Şüphesiz Biz ona (doğru) yolu gösterdik. (İnsana doğru yolu gösterdik.) O isterse şükreder olur, isterse nankör olsun.” (el-İnsân, 3)
Bunlar hep böyle çeşmelere konmuştu.
Vakıf eserlerinin günümüze de mesajı devam ediyor.
Sırf bu değil. Yani çok, birçok âyetler, benzer hadîs-i şerîfler ve şiirler… Allâh’ın nîmetini insanlara takdim edici mâhiyette.
Elhamdülillâh. Peki Efendim, son bir sorumuz olacak. Dedik ki röportajımızda, hanımlardan bahsettik, İslâm’da hanımların yerinden bahsettik. Osmanlı’da hanımlardan bahsettik. Özellikle mütevâzı olmaları, tutumlu olmalarından bahsettik. Günümüz hanımlarına sizin ağzınızdan mesaj alabilir miyiz? Onlara ne tavsiye edersiniz?
Efendim, ben kısaca şunu şey yaparım, yine bir hadîs-i şerîfte -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Benim ümmetim yağmur gibidir. Başı mı sonu mu daha üstündür bilinmez.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81)
Şimdi demek ki başı bir câhiliye devriydi. Bir âhiret haberi istemiyorlardı.
عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ
(“Büyük haberden.” [en-Nebe, 2])
Âhiret haberi geldiği zaman şaşkına döndüler. Hattâ, “bunu kaldır” dediler, “biz Sana tâbî olalım” dediler.
Âhiret haberi onları çok endişeye götürdü câhiliye insanını. İstedikleri gibi rahat yaşıyorlardı.
Bir misal verirsem:
Ebû Süfyan’ın karısı, ilk zamanlar, sonra müslüman oldu, Mekke Fethi’nde müslüman oldu. O ilk İslâm tebliğe başladığı zaman;
“Böyle din mi olur?” dedi. “Ben köleyle bir mi olacağım?” dedi.
Aynı bugün Batı dünyasının gördüğü gibi, güçlülerin gördüğü gibi.
“Ben dedi, bir köleyle bir mi olacağım? O tâlihine küssün!” dedi.
Yani böyleydi hayat tarzı. Yani güçlünün elinde, güçsüz tâlihine küssün! Bu bir câhiliye devriydi.
Bugün de gardrop değişmiş bir cahiliye devrine girdik. Hendese değişmiş, geometri değişmiş, gardrop değişmiş bir câhiliye devrine.
Bugünü gördüğümüz zaman, ne oluyor? Güçlü, güçsüzü eziyor. Güçsüzün toprağına giriyor; “bu toprak benim” diyor. “Ben buraya üs kuracağım” diyor. “Sen talihine küs” diyor.
O kadar insan orada hebâ oluyor, ölüyor vs. şu bu oluyor; duymuyor. Vicdanlar tamamen dumura uğramış.
Sıfırlanmış.
Kurumuş. O sessiz feryatlar, Arş-ı Âlâ’ya çıkan o sessiz feryatlar, duyulmuyor. Merhamet bitmiş, şefkat bitmiş. Aynı o câhiliye devri bugün de var.
Bu gün ise, o câhiliye devriyle bugünkü câhiliye devrinde yaşayıp takvâ sahibi olabilenler için, büyük mükâfat Cenâb-ı Hak vaad ediyor. “قَرْضًا حَسَنًا” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11; el-Mâide, 12…)
Yani nasıl bir tehlikeli yerlerde yaşayan memurlara prim verilir, bugün de Cenâb-ı Hak bu zor zamanda İslâm’ı yaşayacak, ibadet, muâmelât, muâşeret, ahlâk, hak-hukuk vs… Bu, İslâm’ı yaşayacak.
Efendimiz;
“…Başı mı sonu mu daha hayırlıdır bilinmez.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81)
“Ben onların havz kenarında bekleyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Demek ki bugün de takvâya çok ehemmiyet vermek lâzım.
Bu da hanımlara.
Hem hanımlara, hem erkeklere.
Bir defa gıdâya dikkat edilecek, haram gıdâ olmayacak. Gözler, nazarlar değmiş gıdâlar alınmayacak.
Bugün baktığımız zaman devamlı kebapçılar vs. şu bu, kokuları ortalığa yayılıyor. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yemek kokularıyla komşulara eziyet etmeyin buyuruyor. Fakirler, garipler, yetimler o vitrinlere bakıyorlar, içlerini çekerek gidiyorlar. Bu, yiyene -Allah aşkına- şifa olur mu bu? Feyz olur mu?
Onun için ne görüyoruz? İbadetlerde feyz azaldı, rûhâniyet azaldı, muâşeret gitti.
O bizim ecdâdımızın o zarifliği, inceliği vs. onların yerine kabalık geldi, güç gösterme geldi, israf geldi.
Ömür israf ediliyor. Zamanın kıymeti bilinmiyor. En çok muhtaç olduğumuz, kıyâmet günü, o zor gün, zamandır. Zamanı ben nasıl harcadım?..
Zamanı geri almak mümkün değil. Satın almak mümkün değil. Borç vermek mümkün değil. Borç almak mümkün değil. Zaman, en kıymetli sermayemiz. Zaman ziyan oluyor.
İsraf ekonomisi var; kendini gösterme, eşyâ ile kendini gösterme. Bu da aşağılık duygusunu (bastırmak için) kendini gösterme meylidir bu da. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“İsraf edenler, şeytanların arkadaşlarıdır…” (el-İsrâ, 27)
Bu nedir? Allâh’ın verdiği nîmetleri ziyan etmektir.
Şimdi, yine Osmanlı’ya geleceğim ben.
“Allah bana bu nîmeti niye verdi, ben bunu nerede kullanacağım?..”
Cenâb-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
(“Sonra o gün, verdiğimiz nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” [et-Tekâsür, 8])
Verdiğimiz nîmetlerin hesabından sorulacaksınız buyuruyor. Yani hep hesap vereceğiz. Zamandan hesap vereceğiz, giyimden-kuşamdan hesap vereceğiz. Allâh’ın verdiği nîmeti nerede harcadık, onun hesabını vereceğiz.
Sonra bir mü’min tefekkür sahibi olacak. Yani “Allah bana verdi, ona vermedi. Demek ki o bana zimmetlidir.” Bunun bir idrâki içinde olacak bir müslüman.
Dünyada muhtaç, varlıklıya muhtaç. Fakir, varlıklıya muhtaç. Âhirette ise o varlıklı insan da o fakirin duâsına muhtaç. Yani Cenâb-ı Hak bütün müslümanları birbirine zimmetli olarak halketmiş, tanzim etmiş, öyle olmasını arzu ediyor.
Meselâ, dünyada hasta, sağlama muhtaç. Kıyâmette de o, hastanın duâsına muhtaç.
Velhâsıl bugün de işte “takvâ”.
Saraylılardan bahsettik. Bu saraylıların bir tasavvufî terbiye görmesi.
Zira peygamberler üç vazifeyle geliyor peygamberler:
İslâm’ı tebliğ etmek.
وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164])
İnsanların iç âlemlerini temizlemek. Bu nefsânî arzuları bertaraf etmek. O şekilde îman kemâle erecek.
Yani “Lâ ilâhe illâllah” diyoruz.
Lâ ilâhe: Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden kalp korunacak.
İllâllah: Kalp Allâh’ın cemâlî sıfatlarıyla beraber olacak. Zira Cenâb-ı Hak bunu istiyor.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“…Nereye gitseniz, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4) Allah sizinle beraberdir. Kul bunu idrâki içinde olacak.
Onun için bu zamanımızda, dünya bir vahşet yaşarken, ağır bir, müslümanlar zulüm altındayken, vicdanların kuruduğu bir zamanda, Cenâb-ı Hak:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92]) Sevdiklerinizden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız buyuruyor.
Yani bugün müslümanların o çektiği zulmün ıztırâbını yüreğimizde duyabilmek ve hayır-hasenâta gayret etmek…
İki husûsiyet vardır İslâm’ı yaşamakta:
Bir; “Tâzim li emrillâh”: Allâh’ın emirlerini en güzel, kalp ve beden âhengi içinde îfâ edebilmek.
İkincisi; “Şefkat alâ halkıllâh”: Hep evliyâullâha baktığımız zaman, hepsi bir şefkat âbidesi.
Allah cümlemize -inşâallah- cemâlî sıfatlardan nasipler ihsan eylesin.
Âmîn, âmîn -inşâallah-.
Allah râzı olsun, teşekkür ederiz.
Efendim biz teşekkür ederiz.
Sevgili dinleyicilerimiz, Erkam Radyo dinleyicileri, Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocamız’la yine farklı bir konuda -inşâallah- birlikte olduk. Kendisinden hâssaten teşekkür ediyor ve ricâ ediyoruz -inşâallah- tekrar başka konuda birlikte oluruz, istirhâm ediyoruz.
İnşâallah, inşâallah.
Birlikte olmak üzere Efendim. Teşekkürler. Görüşmek üzere. Hayırlı günler.
YORUMLAR