İslam Ümmeti Neleri Kaybetti?
Büyüklerden birine demişler ki; “Efendim dua edin de Ümmeti Muhammed kurtulsun.” O da demiş ki; “Siz bana Ümmeti Muhammed’i gösterin ki ben de onların kurtulduğunu söyleyeyim.” Tabi bu biraz abartılı gibi görünebilir ama ne yazık ki biz Kur’anı Kerim’de o vasf edilen “İnsanlığın hayrına çıkartılmış, görevlendirilmiş en hayırlı ümmetsiniz” vasfını kaybetmiş gözüküyoruz.
Bu ümmet, baştan en hayırlı ümmetti. Dünyayı değiştirdi. Ama bu vasıflar bugün kayboldu. Emrederken emir alır konumuna düştük…
Bu ümmete Allah Teâla’nın yüklediği “İyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirtmek.” gibi bir görevi var. Ancak biz ümmet olarak düzeltmeye çalıştığımız hataları kendimiz yapmaya başladık. “Yapmayın” dediğimiz şeyleri biz yapar olduk. “Yapın” dediğimiz şeyleri de biz yapmaz olduk.
SİZ YERYÜZÜNDE ALLAH'IN ŞAHİTLERİSİNİZ
Allah Teâla yine Ayeti Kerime’de;
“Biz sizi öyle dengeli, ölçülü bir ümmet yaptık ki insanlığa önder, imam olasınız, Resulullah da size önder, imam olsun diye.”
Yani Hz. Peygamberin rehberliği söz konusu. Sonra onun rehberliğinde bizim bütün insanlığa rehberliğimiz söz konusu.
Velhasıl bu anlamda rehberliğimizi kaybettik… Sonra şahitlik vasfımızı kaybettik. Bir hadisi şerifte Efendimiz Medine-i Münevvere’de bulunurken bir cenaze geçmiş. “Vecebet” buyurmuş. Arkadan bir cenaze daha geçmiş onun için de “Vecebet” buyurmuş. Demişler ki; “Ya Rasulallah anlamadık her iki cenaze için de ‘vacip oldu’ buyurdunuz. Ne vacip oldu?” diye sormuşlar.
“Önden geçen için bu nasıl bir zattır diye sordum, ‘iyidir’ dediniz. Ben de “Vecebet” yani cennet vacip oldu dedim. Sonra diğeri geçti, bunu nasıl bilirsiniz diye sordum. İyi bilmeyiz dediniz, ben yine “Vecebet” dedim. Ona da cehennem vacip oldu.” Hadisi şerifin şurası önemli; “Siz yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz. Gökte de melekler Allah’ın şahitleridir.”
Fıkıhta şahit olabilmek için belli vasıflara haiz olmak gerekiyor. Herkesin şahitliği kabul edilmez. Bu ümmetin şahitlik vasfı ciddi yara aldı. Bu vasfın yeniden kazanılması lâzım…
ÜMMET OLARAK KALİTEYİ KAYBETTİK
Hz. Peygamber (s.a.v.) çölün ortasındaki cahil bedevilerden örnek, medeni bir ümmet oluşturdu. Bu örnek ümmet, Kur’an mektebinde, Hz. Peygamberin önderliğinde oluştu. Bu mektep sayesinde kalite kazandı.
Ebu Davud’ta geçen bir hadisi şerifte Efendimiz; “Bir zaman gelecek aç insanların sofraya üşüştüğü gibi diğer ümmetler sizi yağmalamak için sizin üzerinize üşüşecekler.” buyurdular. O zaman soruyorlar. “Ya Resullah o zaman biz az mı olacağız?” diye. “Hayır az olmayacaksınız, aksine çok olacaksınız. Fakat siz sel sularının sürüklediği çer çöp gibi kalitesiz olacaksınız.” buyurmuşlar. Yani Allah, düşmanların gözünden sizin heybetinizi alacak. Düşmanlarınız sizi ciddiye almayacak.”
Bir zamanlar çok güçlüydük de neden şimdi zaafa uğradık?
Problem islamî değerlerde olsaydı o zaman da zaaf içinde olurduk. Bedevilerden dünyaya yön verecek medeni bir toplum oluştuysa, bu da İslam ve Kur’an sayesinde olduysa bu her zaman olabilir demektir.
Bir başka husus ümmeti ümmet yapan ana değerler yitirilince mezhep, ırk, cemaat, grup çıkarları ön plana geçti.
Ayette buyuruluyor; “Onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.”
Ümmet bir inanç bloku demek. Yani aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı kıbleye yönelik insanların oluşturduğu bir birliktir değil mi? Ne yazık ki biz bu ana kavramları kaybettik. Ya mezhep ya ırk ön plana çıktı. Veya grup ön plana çıktı. Ümmet bütün müminleri kapsayan bir şemsiyedir değil mi? Biz ümmet bilincini ön planda tutacağımıza grup kimliğimizi, cemaat kimliğimizi ön plana çıkardık. Maalesef o büyük şemsiyenin altından çıktık. Onun için parça parça olduk. Namazda aynı kıbleye doğru yöneliyoruz ama bir ümmet olmanın ana hedefinden, gayesinden fersah fersah uzaklaştık. Neticede kendi zaaflarımızı yaşıyoruz.
Dolayısıyla bu ana değerlerden uzaklaşmamız sebebiyle zaaflar oluştu. Kendi zaaflarımız, dış zaaflarımız bir araya geldi. Kalite problemi ortaya çıktı. Kalitemizi kaybedince dünyamız bozuldu. Nüfusumuz çok oldu ama nüfuzumuz azaldı. Dünyada neredeyse 1 milyar 600 milyon Müslüman nüfus var ama hadisi şerifde vasıflandırıldığı gibi sel sularının sürüklediği çer çöp gibi. Dünyaya şekil verecek, önder olacak, emredecek pozisyon kaybedildi. Batı karşısındaki kompleksin meydana getirdiği zaaflar oldu. Kendinden kaçma, değerlerini küçümseme oldu.
Nureddin Yıldız - ULEMA VE ÖNDERLERİ KAYBETTİK
İslam’ı bütün zamanlara göre yaşamayı tanzim etmekle mükellef ulemayı ve önder kadroyu kaybettik. Bütün zamanların, bütün insanların, bütün mekânların, bütün şartların dini İslam’ı zaman, mekân, konu olarak daraltmanın bedelini ödüyoruz. Kurtuluşumuz da uzun vade de olsa bu açılım ile mümkün olacaktır.
Abdullah Yıldız - NAMAZ VE KUR’AN DUYARLILIĞINI KAYBETTİK
Ümmet olarak çok şey kaybettik. Ümmetin bugünkü ahvali bu kayıplardan kaynaklanıyor. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz iki farklı nesli tasvir ederek adeta bugüne bir mesaj veriyor:
Meryem sûresinin 58. âyetinde birçok peygamberin isimleri zikredilerek onların secdelerinden, dualarından, ibadetlerinden bahsediliyor:
“Onlara Rahman’ın âyetleri okunduğunda onlar gözyaşları içinde secdeye kapanırlar.”
Bu âyeti kerimede onların vahye ve namaza karşı olan duyarlılıklarının, gözyaşlarıyla süslenmiş, taçlandırılmış secdelerinin onları temsil edecek bir biçimde tasvir edilmesi çok dikkat çekicidir. Ama hemen ardından 59. âyeti kerime’de sanki bizi, sanki şu anki ümmeti ve özellikle Türkiye Müslümanlarının şu anda içinde bulundukları hali tasvir edercesine; “Onlardan sonra, namazı zayi eden, kaybeden, şehvet ve dünyevî tutkularının peşine düşen bir nesil geldi. Onlar bu tutumlarından ötürü büyük bir azaba çarptırılacaklardır.” buyuruluyor.
Peki namaz duyarlılığını yitirince ne oldu? Âyeti Kerimede gerçekten muhteşem bir tanımlama yapılıyor. Bu tanımlama ümmeti Muhammed’in içinde bulunduğu hali resmetmesi bakımından çok önemlidir. Namaz duyarlılığı dolayısıyla namazda okuduğunuz vahye, Kur’an-ı Kerim’e karşı duyarlılığınız kaybolunca ne oluyor? Âyette bu da açıklanıyor; “Tutku ve şehvetlerinize, dünya lezzetlerine dalarsınız, onlara tabi olursunuz.”
Şehvet kelimesinin karşılığı Türkçemizde cinsel arzu ve istek olarak bilinir. Ancak şehvet, dünya zevklerine karşı, insanı cezb eden hazlara karşı ciddi bir tutkuyu, eğilim gösterme ve bunların peşinden koşturmayı da ifade eder.
Peki bunun sonucu ne olur? Âyeti Kerime’de bunu yapanlar “Gayyaya yuvarlanacaklar” buyuruluyor. Yani namazı terk etmenin, namaz bilincini yitirmenin, haramların, zevki sefanın peşinden koşturmanın bir sonucu, bir cezası var. Yani cehennemde ebedi azaba, bu dünyada da sıkıntıdan sıkıntıya, bunalımdan bunalıma yuvarlanmak söz konusu.
Bu konuyu tasvir eden bir hadisi şerifle konuyu toparlamaya çalışalım. Efendimiz (a.s.) buyuruyor ki; “Ümmetim üzerine iki şeyden korkuyorum. Onlar maddi imkanları bol olan, yerlere göç ederler de namaz kılmayı ve Kur’an okumayı terk ederler.”
Âyeti kerime’nin tefsiri gibi anlaşılabilecek bir hadisi şeriftir bu.
Maalesef noktada Türkiye’den bir rakam verecek olursak, yapılan araştırmalara göre insanımızın yüzde 70’i beş vakit namaz kılmıyor. Cuma namazını kılanlar yüzde 60-65 civarında. Bir mümin günde beş vakit, sürekli ve kesintisiz olarak Allah Teâla ile olan namaz bağını koparırsa, zayi edip, kaybederse bütün felaketlerin bunun arkasından gelmesinin önünü açmış olur. Beş vakit namaz bizi kesintisiz olarak Rabbimize bağlayan bir ibadettir. Bu bağı kaybeden Rabbiyle bağını yitiriyor, Kur’an-ı Kerim ile bağını yitiriyor, İslam’la bağlantılarını yitiriyor, duyarlılığı kayboluyor ve her türlü tehlikeye açık hale geliyor. Maalesef biz başta namazı, namaz duyarlılığını kaybettik. Kur’an duyarlılığını kaybettik. Rabbimiz ile olan ilişkilerimizi gevşettik. Dinimizin ilkeleriyle olan ilişkilerimizi gevşettik. Hayatımızda İslam’ın ilkelerini kaybettik. Bizi haramlar, nefsani arzular kuşattı. Ümmeti Muhammed olarak bu hallerdeyiz. Rabbimiz bize bu durumdan en kısa zamanda kurtulmayı nasip eylesin. Bunun çözümü konusunda buyuruluyor ki; “Eğer tövbe ve iman eder salih amel işlemeye devam ederseniz Allah size cennet vaat ediyor.”
Demek ki bizim tövbe edip imanımızı güçlendirip bir diğer adı iman olan namaza tekrar başlayıp imanımızı beş vakit güçlendirip tali amellerimize devam edersek Allah Teala bize yeniden nusret edecek, bizim birliğimizi dirliğimizi, kardeşliğimizi yeniden tesis edecek, Ümmeti Muhammed’e yeniden zaferler ihsan edecektir.
Prof. Dr. Ali Köse - ÜMMET OLGUSUNU YİTİRDİK
Öncelikle söylenmesi gereken temel nokta; Müslümanın, ümmet bilinci diye bir bilince, kavrama sahip olması gerektiğidir. Bugün İslam dünyası diye bir şey varsa ki var, ama bunu ifade ederken bile yutkunarak ifade ediyoruz… Ancak bir ümmet bilinci olgusu kesinlikle söz konusu değil. İslamiyet’in genel özelliği birleştirici olmasıdır. Ama İslam dünyasına baktığımız zaman din unsurunun, bırakın birleştirici olmasını, ayrılıkları körükleyici, tahrik edici bir unsur olarak kullanıldığını görüyoruz.
İslamiyetin en önemli mihver merkezleri olan tarihi camileri tahrip edebilecek, bu camilerde namaz kılmaya gelen, hiçbir şeyden haberi olmayan cemaatin hayatına kastedebilecek bombanın pimini çok rahat bir biçimde çekebiliyor.
Şimdi buradan baktığınız zaman birleştirici olması gereken dinin tam tersine ayrıştırıcı unsurlar haline dönüşmesini maalesef biz Müslümanlar gerçekleştiriyoruz. Bu noktada Diyanet İşleri Başkanımız “Günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Yüzde 90’ı Müslüman bir kardeşi tarafından katlediliyor.” ifadeleriyle bir istatistiğe dikkat çekmişlerdi.
Peki temel problem ne? Birincisi herkes kendi din anlayışının, İslam anlayışının en doğrusu olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla diğerlerinin yok edilmesi gerektiğini savunuyor. Böyle bir anlayışa sahipler. En temel problem burası.
Bütün dinlerin farklı okumaları, anlayışları söz konusudur. Mezhep, grup, cemaat dediğimiz hadise sadece bizim dinimize ait bir olgu değil. Her dinde bu vardır. Tek mezhepten, tek gruptan, tek cemaatten oluşan büyük bir din yok dünyada. Bu farklılıkların doğal görülmesi gerekiyor. Bu düşünce yapısının değiştirilmesi gerek en temel nokta burası diye düşünüyorum. Bunu doğal görmediğimiz müddetçe birbirimizle savaşmaya, birbirimize kastetmeye devam edeceğiz.
İkincisi bizim dışımızdan kaynaklanan ama nihayetinde bize sirayet eden bir yangının içerisindeyiz. Ortadoğu dediğimiz bir bölge var. Bu bölgede yaşayan Müslümanlar, dünya Müslümanlarının yüzde 20’sini oluşturuyor. Ama bütün hadise burada veya Ortadoğu’nun çevresi dediğimiz mekânlarda olup bitiyor. Ortadoğu üzerine uluslararası güçler tarafından oynanan oyunların içerisinde biz kalıyoruz. Ancak suçu bir başka yere atmak için tespit edilmiş bir nokta değil bu. Olayın başlangıcı, yürütücüsü başkaları fakat bizim ümmet olgusunu yitirmiş olduğumuzdan dolayı, içimizde ümmet olgusuna uymayan problemler bulundurduğumuz için dışarıdan gelen körüklemeleri, tahrikleri, çok kolay bir biçimde satın alıyoruz ve birbirimize düşüp, asıl olayı yönlendiren, problemin kaynağı olan güçlerle mücadele yerine birbirimizle mücadele yolunu seçiyoruz. Bu da bizi ümmet olmaktan uzaklaştırıyor.
M. Emin Yıldırım / ÜMMET-İ MUHAMMED’DEN OLMANIN SORUMLULUĞU
Kur’an-ı Kerim, Ümmet-i Muhammed’in değer, görev ve sorumluluklarını onlarca ayette bize anlatır. O ayetlerden bir tanesi şüphesiz şudur:
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten meneden bir ümmet bulunsun. İşte kurtuluşa/felaha erenler yalnız onlardır.” (Ali İmran Sûresi, 104)
ALİ İMRAN 104. AYETTEN NELER ANLAMALIYIZ?
- Ümmet içinde bir ümmet olsun.
- Ümmet içinde bir maya topluluk bulunsun.
- Ümmet içinde bir rafine cemaat korunsun.
- Ümmet içinde hayra anahtar, şerre kilit olan, özel vazifeli bir grup kurulsun.
- Ümmet içinde marufu emreden, münkeri/kötülüğü izale eden ve bunun nasıl olduğunu gösteren bir çekirdek kadro oluşsun.
ÜMMET-İ MUHAMMED’DEN OLMANIN SORUMLULUKLARI NELERDİR?
- Ümmet-i Muhammed’in İslam’ı anlama, yaşama ve temsil etme sorumluluğu vardır.
- Ümmet-i Muhammed’in, maddi ve manevi şahsiyetine zarar vermeme sorumluluğu vardır.
- Ümmet-i Muhammed’in, Sünnet-i Muhammed ile ayakta durabileceğini unutmama sorumluluğu vardır.
- Ümmet-i Muhammed’in, Ümmet-i İcabet’e; İslam’ın mesajlarını ulaştırma sorumluluğu vardır.
- Ümmet-i Muhammed’in bir ve bütün olarak ümmetin maslahatını her şeyin önüne alma sorumluluğu vardır.
ÜMMET’İN ZITTI, HİZİP’TİR
Ne fark var ümmet ile hizip arasında?
- Ümmet dili birleştirir, hizip dili parçalar.
- Ümmet dili büyütür, hizip dili küçültür.
- Ümmet dili kuvvetlendirir, hizip dili zayıflatır.
- Ümmet dili yarıştırır, hizip dili rekabetlendirir.
- Ümmet dili ufukları alîleştirir, hizip dili hayalleri daraltır.
Prof. Dr. Mustafa Kara / KURTULUŞUN İÇİNİ BOŞALTAN ÜÇ BELÂ
Toplumu ayakta tutan değerler, hasletler ve müesseseler zaman içinde, mekânların/kurumların yardımıyla, ihvanın/insanın himmetiyle oluşur.
Yüzyılımızda değerlerimizi yiyip tüketen, içini boşaltan veya obeziteye dönüştüren üç büyük “bela” vardır:
Materyalizmin kurdu
Kapitalizmin güvesi
Sekülerizmin çekirgesi.
Birincisi maddeyi öne çıkardı. İkincisi parayı “kıble” yaptı. Üçüncüsü dünyayı allayıp pulladı. Sözüm ona üniversitelerde bir ana bilimdalı olan Reklam tuzaklarıyla insanoğlunun dikkati bambaşka noktalara çekilerek uyutuldu. Beyni iğfal edildi. Zebun hale düştü. İnsan insanın kurdu olmaya başladı.
Bu üç büyük kasırga bir araya gelince tsunami oluştu. Kâinatın dengesi alt üst oldu. Dünyanın havası, suyu, en önemlisi insanı kirlendi. Değerler alt üst oldu. İnsanlar deli divaneye döndü.
Ne yazıktır ki bu kasırgaya kafa tutabilecek olan maneviyat dünyasının temsilcileri de bu “afet”ten nasibini aldı. Dinin manevi konularını maddeci gibi yorumlamaya başladılar. Kapitalistler gibi yaşamaya özendiler. Laf olarak Hz. Peygamber’in yolunda olduklarını söylediler. Fakat O’nun “dünyada garib gibi ol, yolcu gibi davran” sözünün vaazını yaptılar hakikatına kulak asmadılar. Ötekiler gibi yaşamanın yollarını aradılar. Azimeti değil ruhsatı tercih ettiler. Peygamberlerin yoluna davet ettiklerini ifade ettiler, fakat Kur’an-ı Kerim’de Peygamberlerin dilinden defalarca tekrarlanan şu ayetin manası üzerine hiç düşünmediler: “Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi alemlerin Rabbi verecektir.”
Bu kaygı bulutlarını, bu teşviş ve kafa karışıklığını gidermek için nereden başlamak gerekir? Bu perişanlıktan kurtulmanın reçetesini 600 sene önce İznik’li Eşrefoğlu Rumî hazretleri yazmış göndermiş: Üç harfle beş nokta.
Bir aşk düştü canımıza bahar eyledi kışımız
Kaygı bulutların sürdü komadı hiç teşvişimiz.
Lügatlerinde umutsuzluk kelimesi olmayan gönül adamları celâl içre cemâl olduğunu, dikenin yanında gül bulunduğunu da bize öğretmişlerdir. Bu noktada Malatya’lı Niyazî-i Mısrî hazretlerine kulak vermek gerekir:
Cemâli zâhir olsa tîz celâli yakalar ânı
Nerde bir gül açılsa yanında har olur peyda
Abdullah Büyük / NEREDE EBU BEKR’İN ÖMER’İN AHLÂKI?
Bu ümmet Rasûlullah (sav) ve dört halife döneminde kendini rahatça ifade ediyor, edebince, ahlakınca ve erkanınca farklı da olsa fikirlerini rahatça dile getirebiliyordu. Rasûlullah (sav), bir teklif getirdiğinde “bu vahiy mi, sizin fikriniz mi? diye sorduktan sonra vahiy olmadığı söylenince “şu şekilde olsa daha iyi olur ya Rasûlallah” diyerek farklı fikrini söylüyordu. Çünkü ifade özgürlüğü, bir insan hakkı idi.
Halkın; devlet başkanını, idareci ve görevlerini kontrol etmedeki hakkı, İslam’ın ilk asrında en güzel şekliyle yürürlükteydi. Hatta İslam devlet başkanları, gidişlerinde sapma gördükleri zaman, halkı kendilerini düzeltmeye veya kontrol etmeye davet ederlerdi. Bununla ilgili ilk tatbik şekillerini tarih bize aktarmıştır. Mesela halife Hz. Ebû Bekir, hitabesinde: “Eğer doğru gidersem bana uyunuz, saparsam düşürünüz” diyerek bunu seslendiriyordu. Halife Hz. Ömer’e ait bir hutbede de halkı, murakabeye/denetlemeye davet vardır: “İçinizden biri, doğrudan ayrıldığımı gördüğü zaman hemen davransın.” Hazır olanlardan biri: “Allah adına söylüyorum ki, eğer sende bir sapma görürsek kılıcımızla düzeltiriz” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Muhammed ümmeti içerisinde, Ömer’i kılıçla düzeltecek kimseler kılan Allah’a şükürler olsun” dedi. (Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukunda Fert ve Devlet, s. 64-65)
İran Seferi, Hazreti Ömer’in hilâfeti zamanında yapılmış ve bol miktarda ganimet elde edilmişti. Ganimetler arasında kıymetli kumaşlar da vardı. Harpten dönüldükten sonra kumaş ve diğer ganimetler ashab arasında dağıtılmış ve herkes hissesine düşeni almıştı.
Hazreti Ömer, kendi kumaşı ile oğlu Abdullah’ın hissesini birleştirerek üzerine bir elbise diktirdi.
Bir Cuma günü üzerindeki yeni elbise ile hutbe irad etmeye çıkıp:
-Ey mü’minler, beni dinleyin ve bana itaat edin! diye hutbe okumaya başladığı zaman, ashaptan Selman ayağa kalktı ve:
-Üzerindeki elbisenin hesabını vermedikçe seni dinlemiyor ve sana itaat da etmiyoruz. Çünkü ganimetten bize düşenle bir elbise diktirmek imkânsızdı. Sen nasıl oluyor da elbise olabilecek kumaş alabiliyorsun? dedi.
Hazreti Ömer, Selman’ın konuşmasını dinledikten sonra, oğlu Abdullah’a:
-Ey oğlum Abdullah, kalk da cevap ver, dedi. Abdullah bin Ömer, ayağa kalktı:
- Allah’a yemin ederim ki, babamın üzerindeki kumaşın yarısı benim hisseme düşen kumaştır. Babam ikimizinkini birleştirdikten sonra elbise yaptı, diyerek meseleyi açıklığa kavuşturdu.
Hazreti Ömer’in oğlunu dinleyen Selman tekrar ayağa kalkarak:
-Ya Emire’l Müminin, şimdi konuş. Hem seni dinliyor, hem de itaat ediyoruz, dedi. Hazreti Ömer de ancak ondan sonra hutbesini okumaya devam etti.
Bütün bu örnek davranışlar, tarihte yaşanmış bitmiş vakıalar olarak algılanmamalıdır. Bunlar İslam siyaset anlayışının tâ kendisidir. Yöneticilerimiz, tarihin bu şeref levhalarını, hikâye gibi anlatıp geçmeden, içlerine sindirmeli, özümsemeli ve bilinç haline getirerek uygulamalarına yansıtmalıdır.
Bu gün İslam âlemine bir bakın. Siyasi ahlâk ve erdemini kaybetmiş bir durumdadır. Çöküş döneminden itibaren cehalet ve istibdat diz boyu. Halkın iradesine rağmen halkı Müslüman olan Ortadoğu ülkelerini idare eden yöneticiler totaliter, baskıcı ve diktatör.
İşte biz bu gün, ilme, eğitime, kalkınmaya ve halkının inançları doğrultusunda âdil yönetime önem veren İslamî değerlerden uzaklaşarak kendimizi, cehalet, taklit, istibdat ve yağma düzenlerinin kucağına attık. Ne zaman ki, cehalet, taklit ve istibdattan ricat edip asrı saadetteki öz değerlerimize dönersek kurtuluşumuz o zaman mukadder olacaktır inşallah.
Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, Eylül 2015, 355. Sayı