İslam'a Davet Mesuliyeti
Dinlediğimiz her sohbet, aslında îmânımızın en tabiî bir îcâbı olan “hakkı ve hayrı tavsiye edip kötülük ve bâtıldan men etme” vazifemizi hatırlatmaktadır. Sohbetten lâyıkıyla istifâde edip etmediğimiz, bu yöndeki gayretimizle belli olur.
Bir kardeşimiz sohbetlere devam ediyor, lâkin kendinden başlayarak halka halka çevresine doğru genişleyen bir tebliğ ufku ve heyecanı kazanamıyorsa, onun için sohbet, kuru bir beraberlikten öteye geçmemiş demektir.
Bir mü’minin düşünmesi lâzımdır:
Ben kendimden ne kadar mes’ûlüm? Çoluk-çocuğumdan ne kadar mes’ûlüm? İçinde yaşadığım toplumdan ne kadar mes’ûlüm? İnsanlığa güzel ve örnek bir müslüman şahsiyeti sergileyebiliyor muyum? Yaşayışımla, hâl ve tavırlarımla İslâm’ın güler yüzünü aksettirebiliyor muyum?
Sahâbe neslini düşünmeli… Sahâbe-i kirâm bu mes’ûliyeti kendisinde ne kadar hissetti? Niçin Medîne-i Münevvere’nin güzel hurmalıklarını bırakıp da tâ Çin’e kadar gitti? Semerkand’a kadar niye gitti?
Tâbiînden Ukbe bin Nâfî, büyük bir iştiyak ve fedâkârlıkla fütûhâta devam ederken karşısına okyanus çıkınca, atını okyanusa sürüp:
“–Yâ Rabbî! Şu okyanus olmasaydı Sen’in yolunda cihâd ederek önümdeki beldelerde ilerlemeye devam ederdim!” demişti. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, Beyrut 1385, IV, 105-106)
Dînin aşk, vecd ve istiğrak hâlinde tebliğ edilmesi, onlarda nasıl bir îman heyecanı hâline geldi? Bu nasıl bir duyuştu, nasıl bir idrâk edişti?
İşte biz de selef-i sâlihîni örnek alarak mes’ûliyetimizin idrâki içinde olmak durumundayız.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Sohbet ve Adabı, Erkam Yayınları