İslama İman Nedir?

İman nedir? İman ile amel arasındaki ilişki nedir?

1. İmanın Sözlük ve Terim Anlamları

İman kelimesi, sözlükte “bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek ve doğrulamak, söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde yürekten inanmak” anlamına gelir.

Terim olarak “Hz.Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümleri tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip, bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak” demektir.

Hz. Peygamberin Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen hususlar, Kur’ân ve mütevatir hadislerle bildirilen hükümlerdir. Bunlar dinimizde kesinlik ifade ettikleri için bunların inkar edilmesi kişiyi imandan çıkarır. Dinen inanılması mecburi olduğu için bunlara “zarûrât-ı diniyye” denir.

Mütevatir hadis: Yalan üzere birleşmeleri imkansız olan çok sayıda insanın aynıyla  rivayet ettikleri haberdir.

 

2. İmanda Tasdikin Rolü

İman, Hz. Peygamber’in haber verdiği, ve tevatür yoluyla bize kadar ulaşan bazı bilgileri, kişinin kendi arzu ve iradesiyle kabullenmesi ve bunlara gönülden inanması demektir. Öyleyse iman kalple ilgili bir husustur. İman elle tutulur, gözle görülür bir nesne değildir. Her inanan kişi neye inandığını bilir. Fakat her bilen inanan değildir. İnanılacak esaslarla ilgili bilgiye iman denilmesi için, kişinin gönlünde kendi iradesiyle teslim olması ve tasdik etmesi gerekir. Nitekim Kur’an bize Yahudi ve Hristiyanların Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin hak peygamber olduğunu kesin bildiklerini fakat kıskançlıklarından dolayı onun peygamberliğini kabul ve tasdik etmediklerini bildirir.[1] Bu bize imanın, bilmekten daha ileri bir şuur ve irade gerektiren bir iş olduğunu gösterir.

İmanın kalbin tasdiki olduğunu gösteren ayet ve hadisler vardır. Allah Teala, münafıklar hakkında: “Ey peygamber, kalpleri iman etmediği halde, ağızlarıyla inandık diyenler ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin”[2] buyurarak, imanın kalbin tasdiki olduğunu belirtmiştir. Yine Cenâb-ı Hak ebedi olarak cennete girecek ve kendilerinden hoşnut olacağı kimseler hakkında şöyle buyurmuştur:

“İşte onların kalbine Allah imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir”[3]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin devamlı yaptığı şu dua da iman açısından kalbin önemini gösterir

“Ey kalpleri evirip çeviren Rabbim! Kalbimi dininde, Sana itâatte sabit kıl!”[4]

Görüldüğü üzere, imanın aslı, kalbin inanılacak şeyleri tasdik etmesidir. Bir kimse diliyle inandığını söylese bile kalbiyle tasdik etmediği sürece mü’min olamaz. Buna karşılık kalbiyle tasdik edip, inandığı halde inancını diliyle söylemeyen kimse, ahirette mü’min kabul edilir. İnanılacak şeyleri kalbiyle tasdik ettiği halde dilsizlik gibi bir özrü sebebi ile inancını diliyle açıklayamayan kişi de aynı şekilde mümindir. Ölüm tehdidi altında olduğu için kâfir ve inançsız olduğunu söyleyen kimse de mü’min sayılır. Şu olay buna güzel bir örnektir:

Hazret-i Ammâr müşriklerin zulüm ve eziyetlerine karşı sarsılmaz bir imanla ve sabırla göğüs geren Müslümanlardandı. Kureyş müşrikleri, yine birgün onu yakalamışlar, başını kuyunun içine batırarak nefessiz bırakmak suretiyle işkence yapmışlardı:

“−Muhammed’e hakâret edip, Lât ve Uzzâ’yı medhedinceye kadar seni bırakmayacağız!” dediler. Lât ve Uzzâ’ya inandığını söyleyinceye kadar işkencelerine devam ettiler.

Allâh Rasûlü’ne:

“−Yâ Rasulallâh! Ammar kafir olmuş!” diye haber verildi.

Peygamber Efendimiz ise:

“−Hayır! Ammâr, tepeden tırnağa kadar îmanla doludur! Îman onun etine ve kanına kadar içine işlemiştir!” buyurdu.

O esnâda Ammâr -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Mübârek sahâbî ağlıyordu...

Âlemlerin Efendisi onun gözyaşlarını eliyle silerken:

“−Sana ne oldu?” diye sordu.

Ammâr -radıyallâhu anh-:

“−Yâ Rasûlallâh! Beni Sana hakaret ettirmedikçe, putların da Sen’in dininden daha iyi olduğunu söyletmedikçe bırakmadılar!” dedi.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“−Sen bunları söylerken kalbin nasıldı?” diye sordu.

Ammâr:

“−Kalbim Allah’a ve Rasûlüne îmânın ferahlığı içinde, dînime bağlılığım da demirden daha sağlamdı!” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem bir taraftan onun gözyaşlarını eliyle silerken diğer taraftan da:

“−Ey Ammâr! Eğer onlar bir daha bu söylediklerini tekrarlatmak için seni zorlarlarsa, tekrar söyleyiver!” buyuruyordu.

Bu hadise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allâh’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.”[5]

3. İmanda İkrarın Rolü

İkrar, kalpte bulunan inancın dil ile söylenmesi ve açığa vurulması demektir. Kalpte neyin gizli olduğunu insanlar bilemeyeceği için ondaki inancın dil ile söylenip açığa vurulması ve bu söz ve ikrar sayesinde inanç hakkında kanaate varılması gerekmektedir. Aksi takdirde kişiye hayatında ve ölümünden sonra mümin olarak mı kafir olarak mı muamele edileceği bilinemez. Bu sebeple ikrar, imanın bir parçası değil, olmazsa olmaz bir şartıdır.

Kalplerde neyin gizli olduğunu ancak Allah bilir. Herhangi birinin iman ettiğini ya kendi ikrarı ya da cemaatle namaz kılmak gibi mü’min olduğunu gösteren belli başlı ibadetleri yapması ile anlarız. Böyle bir durumda bu kimse mü’min olarak tanınır ve kendisine müslüman muamelesi yapılır. Mesela kişi ancak mümin olması şartıyla müslüman bir kadınla evlenebilir, kestiği hayvanın eti yenebilir. Aynı zamanda bu kimse zekat ve öşür gibi dini vergilerle yükümlü tutulur. Ölünce de cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına gömülür. Bir kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, müslümanlara özgü bu tür hükümler uygulanamaz.

İmanda ikrarın önemini, Peygamber efendimiz şu hadisiyle dile getirmiştir: “Kalbinde buğday tanesi miktarı imanı olan ve لَااِلَهَ اِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ (Allah’tan başka Tanrı yoktur. Muhammed O’nun elçisidir) diyen kimse cehennemden çıkar.”[6]

Dil ile ikrar bu derece önemli olduğu için, genellikle iman “Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat imanı bu şekilde tanımlamak, kalbiyle inanmadığı halde, inandım diyenin, mü’min olmasını gerektirmez. Bu konuda bir ayeti kerimede “İnsanlardan bazıları vardır ki, inanmadıkları halde, Allah’a ve ahiret gününe inandık  derler.”[7] buyurulmuştur.

Gönülden inanmayıp dil ile inandığını söyleyen kişiye, kalbindeki inanç veya inkarı bilinemediğinden ötürü bu dünyada müslüman gibi davranılması mümkündür. Fakat ahirette, münafık yani kâfir olduğu için, ebedi cehenneme duçar olur.  

 Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, kalbin tasdiki, imanın aslı, olmazsa olmaz unsuru ve değişmez temelidir. Dilin ikrarı ise bu asıl ve gerçeğin tanınmasını sağlayan bir şarttır.

4. Gayba İman

Gayb, müşahhas olarak görülemeyen, idrak edilemeyen insana gizli bilgiler demektir. Varlıklar ikiye ayrılır. Gözle görülüp, duyularla kavranabilenler “Şehadet alemi”, gözle görülmeyen ve duyu organlarıyla kavranamayanlara “Gayb alemi” denir. Fakat bu, aklı ve duyuları sınırlı bir varlık olan  insan için geçerlidir. Allah’a göre hiçbir şey gayb değildir. Çünkü O, her şeyi görür, her şeyi bilir.

Gayb alemine ait varlıklar iki guruba ayrılır:

  1. Varlığını ancak Allah’ın bildiği, hakkında bir bilgi ve ipucu bulunmayan şeyler: Allah’ın ilmi, kaza ve kaderi buna örnek gösterilebilir. ”Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onları, O’ndan başkası bilmez.”[8] ayetinde gaybın bu çeşidi söz konusudur.
  2. Varlıkları kavranılmadığı hâlde delil ile anlaşılabilenler: Allah Teâlânın varlığı, sıfatları, melekler, cennet ve cehennem gibi, اَلَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ “Onlar gayba inanırlar...”[9] ayetinde kastedilen bu tür gaybtır. Yani mü’minler görmedikleri halde, nakli ve akli delillerle Allah’a, meleklere, ahirete, cennet ve cehenneme inanırlar.

Gayba iman konusunda bize ışık tutan önemli bir olay da “Cibrîl hadisi” diye meşhur olan ve Hz. Ömer’den  radıyallâhü anh gelen şu rivayettir:

Ben Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem’in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde hiçbir yolculuk alameti yoktu, tertemizdi. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu. Gelip Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in önüne oturup dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini dizlerinin üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:

–Ey Muhammed -sallâllâhü aleyhi ve sellem-! Bana İslam hakkında bilgi ver!

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- açıkladı:

“İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekat vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah’ı haccetmendir.”

Yabancı:

–Doğru söyledin, diye tasdik etti.

Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik.

Sonra tekrar sordu:

–Bana iman hakkında bilgi ver?

Hazret-i Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem- açıkladı:

  • Allah’a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmandır. Kadere de yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmandır.”

Yabancı yine:

–Doğru söyledin! diye tasdik etti.

Sonra tekrar sordu:

–Bana ihsan hakkında bilgi ver?

Hazret-i Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem- açıkladı:

–İhsan, Allah’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allâh’a ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görüyor.”

Adam tekrar sordu:

–Bana kıyâmetin ne zaman kopacağı hakkında bilgi ver?”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- bu sefer:

–Kıyamet hakkında kendisine sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor!” karşılığını verdi.

Yabancı:

–Öyleyse kıyametin alametlerinden haber ver!, dedi.

Hazret-i Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem- şu açıklamayı yaptı:

–Köle kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, davar çobanlarının yüksek binalar yapmakta yarıştıklarını görmendir.

Bu söz üzerine yabancı ayrılıp, gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

–Ey Ömer! Soru soran bu zatın kim olduğunu biliyor musun?” dedi.

Ben:

–Allah  ve Rasülü daha iyi bilir!, deyince şu açıklamayı yaptı:

–Bu, Cebrail -aleyhisselam- idi.  Size dininizi öğretmeye geldi.”[10]

Gayba yani bir varlığa görmediği halde iman etmek, gerçek imandır. Ashab-ı Kiram’ın da Hz.Peygamber’in gayba ilişkin bildirdiklerini, hiç tereddüt etmeden kabul etmeleri, imanlarının kuvvetinden kaynaklanmaktadır.

Nitekim, Mîrac hadisesini duyduklarında, müşrikler derhal yalanlamaya koyuldular. Ortalıkta bir dedikodu aldı yürüdü. Müşrikler bunu fırsat bilerek, mü’minleri şüpheye düşürmek ve îmanlarından caydırmak istediler. Hatta Hazret-i Ebû Bekr’e bile gittiler. Ancak o, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan tam bir îman sadâ­kati ve güven içinde:

“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım...” dedi.

Müşrikler:

“−Yani şimdi Sen O’nun, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“−Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allâh’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdîk ediyorum.” dedi.

Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübârek lisanından dinledi ve:

“–Söylediklerinin hepsi doğrudur, Yâ Rasûlallâh!..” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîk edişinden gâyet memnûn kalarak tebessüm etti ve:

“– Ey Ebu Bekir, sen «Sıddîk»sın!..” (beni doğrulayansın) buyurdu.[11]

B. İCMALÎ VE TAFSİLÎ İMAN

1. İcmalî İman

İnanılacak şeylere topluca inanmaktır. İmanın en özlü ve en kısa şekli olan icmalî iman, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir.

Kelime-i Tevhid:

لَا اِلَهَ اِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ

“La İlahe İllallah Muhammedün Rasulullah!” Manası şu şekildedir:

“Allah’tan başka İlah yoktur. Hz. Muhammed O’nun elçisidir.”

Kelime-i Şehâdet:

أَشْهَدُ أَنْ لَا اِلَهَ اِلَّا اللهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

 “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasülühü.” Manası şu şekildedir:

“Allah’tan başka Tanrı olmadığına, Muhammed’in, O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.”

 İmanın ilk derecesi ve dinin temeli budur. Gerçekte Allah’ı yegane ilah tanıyan; Hz.Muhammed‘i (sallallahu aleyhi ve sellem) O’nun peygamberi olarak kabullenen kişi, diğer iman esaslarını ve peygamberimizin getirdiği bütün hususları da toptan kabul etmiş demektir. Çünkü diğer inanç esasları, Hz.Peygamber aracılığıyla bize bildirilmiş, onlara inanmanın gerekliliği Peygamberimiz kanalıyla bize ulaşmıştır. O halde Allah elçisini tasdik, O’nun bildirdiği şeylerde O’nu gönülden doğrulamak demektir.

Kelime-i tevhid ve kelime-i şehadeti inanarak söyleyen kimsenin imanına, inanılacak bütün esasları ayrı ayrı söylemediğinden dolayı, “İcmali İman (Toptan iman)” denmektedir. Mü’min sayılabilmek için, İcmali iman yeterli olmakla birlikte kişinin, dinin diğer hükümlerini ve inanılması gerekli olan esasların her birini teker teker öğrenip onlara inanamalıdır.

2. Tafsili İman

 İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde inanmaya tafsili iman denir. Tafsili iman üç derecede incelenmektedir:

Birinci Derece: Allah’a Hz. Muhammed’in, sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın peygamberi olduğuna ve ahiret gününe kesin olarak inanmaktır. Bu, icmali imana göre daha açık ve daha geniştir. Çünkü burada ahirete iman da yer almaktadır.

Nitekim bazı ayetlerde Allah’a ve ahiret gününe iman birlikte vurgulanmıştır:

“Allah’a ve ahiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz.”[12]   

İkinci Derece: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Tafsili imanın ikinci derecesinde yer alan esasların pek çoğu bir arada şu ayette zikredilir.

“Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin (tutum ve davranışları)dır.”[13]

Üçüncü Derece: Hz. Muhammed‘in sallallahu aleyhi ve sellem Allah katından getirdiği ve bize kadar yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız görülen büyük bir topluluk tarafından (tevatür yoluyla) ulaştırılan bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir. Bir başka ifadeyle manası apaçık (muhkem) ayet ve mütevatir hadislerle sabit olan hususların hepsine ayrı ayrı, Allah ve Rasulünün bildirdiği şekliyle inanmaktır. Mesela namaz, oruç, zekat, hac ve diğer farzları; helal ve haram olan şeyleri öğrenip, bunların farz, helal ve haram olduklarını kalpten tasdik etmek, tafsili imanın üçüncü derecesidir.

Müslüman olmayan bir kimse, icmali iman ile İslam dininin kapısından içeri girer, bir diğer ifadeyle müslüman değilken müslüman olur. Fakat tafsili iman ile bir müslümanın imanı olgunlaşır, sağlam temeller üzerine oturur. Bir müminin Allah’ı ve O’ndan geleni kalpten tasdik ettikten sonra Peygamberimizin, farz olarak bildirdiklerini farz, haramı haram, helali de helal olarak kabul ve tasdik etmesi gerekir. Hasılı, tafsili imanın üçüncü derecesi, inanılması zorunlu olan bütün inanç, ibadet ve hükümlere olduğu gibi inanmayı içerir.

C.TAKLİDİ VE TAHKİKİ İMAN

Taklidi iman, kişinin delillere dayanmaksızın, ana-babadan veya çevresindeki insanlardan görerek ve öğrenerek iman etmesine denir. Bir nevi kişinin İslam toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak oluşan imandır. İslam ulemasının çoğunluğunun görüşüne göre bu tür bir iman geçerlidir. Ancak o kişi imanını akli ve dini delillerle güçlendirmediği için sorumludur. Zira, taklidi iman inkarcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir.

Tahkiki iman ise, delillere, bilgiye, araştırmaya ve kavramaya dayalı olan imandır. Taklidi imana göre daha şuurlu bir imandır. Kişi elde ettiği bu delillerle ileri sürülecek şüphe uyandırıcı, bir takım sapık düşüncelere karşı koyabilir ve bu imanın direncini kuvvetlendirir. Bu sebeple imanı, akli ve dini delillerle güçlendirerek, “taklit” seviyesinden “tahkik” seviyesine çıkarmak gerekir. Aslolan, her müslümanın tahkiki imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının şuurunda olmasıdır.

D. İMAN İLE AMEL ARASINDAKİ İLİŞKİ

Amel, iradeyle yapılan, sevap veya günah kabilinden değeri olan iş ve davranışlardır. Namaz kılmak, oruç tutmak, anne babaya hizmet etmek, bir muhtaca yardım etmek, Kur’an okumak iyi amellere birer örnektir. İman ile amel birbirinden ayrı şeyler olmasına rağmen her ikisi arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki bulunmaktadır.

Ehli Sünnet: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) söz ve hareketlerine kesin ve sağlam delillerle uyan kişi. Sahabe ve onlara tabi olanlarin mezhebini ve yolunu takip eden kişi.

I. Amel İmanın bir Parçası Değildir

Ehli sünnet âlimlerine göre amel, imanın parçası ve rüknü değildir. Bu sebeple bütün dini esasları kalpten benimsemiş fakat çeşitli sebeplerle bunların gereğini yerine getirmemiş veya yasakları çiğnemiş olan kimse, işlediği günahı helal saymadığı müddetçe günahkâr mümin sayılmıştır.

Amelin, imanın parçası olmadığı konusunda ileri sürülen deliller şunlardır:

  1. Kur’an-ı Kerim’de

“İman edenler ve salih amel işleyenler...”[14] şeklinde başlayan pek çok ayet vardır. Bu ayetlerde iman edenlerle salih amel işleyenler ayrı ayrı zikredilmiştir. Eğer amel, imanın bir parçası olsaydı, “iman edenler” denilince, bir de “salih amel işleyenler” demeğe gerek kalmazdı. Çünkü “Ali geldi” dediğimizde Ali’nin birer parçası olan el, ayak ve başı zikretmiyor, “Ali ve ayakları, elleri ve başı geldi.” demiyoruz.

  1. Bazı ayetlerde iman, amelin geçerli olabilmesi için şart kılınmıştır. Mesela: “Her kim mü’min olarak helal olan işlerden yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar.”[15] buyrulmuştur. Burada iman amelin şartıdır. Eğer iman ile amel aynı şey olsaydı veya amel, imanın parçası olsaydı o zaman iman ile amel ayrı ayrı zikredilmeyecekti.
  2. Bazı ayetlerde büyük günahın imanla birlikte bulunabileceği zikredilmiştir. Bunlardan birinde:

“Eğer mü’minlerden iki grup birbiriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin...”[16] denilmiş, büyük günah sayılan öldürme fiilini işleyen kişilerden “mü’minler “ diye söz edilmiştir. Eğer amel, imanın parçası olsaydı bu kişiler işledikleri adam öldürme suçundan ötürü dinden çıkar, kâfir olur ve dolayısıyla âyeti kerimede “mü’minler” olarak anılmazlardı.

  1. Asr-ı Saadet’ten itibaren büyük din âlimleri kalbinde imanı bulunduğu ve bunu diliyle söylediği halde iyi amelleri işlemeyen veya bazı yasakları çiğneyen kimseleri – yaptıklarını helâl ve meşru olduğunu iddia etmedikleri sürece – günahkar mümin saymışlardır. Onların diğer müslüman muamelesi görmesine karşı çıkmamışlardır. Böyle kimselerin günahkar mümin oldukları konusunda fikir birliği (icma) oluşmuştur.

II. Amelin Gerekliliği ve İmanla İrtibatı

İman ile amel, kavram ve kapsam açısından birbirinden ayrı ve farklı olmakla birlikte, etle tırnak gibi birbirine bağlıdır.

Çeşitli sebeplerle ibadetlerin ve ahlaki davranışların bazısını yerine getirmemek, yani iyi ameller işlememek mümini dinden çıkarmaz. Fakat olgun imana erişmek, imanı üstün bir dereceye çıkarmak ve Allah’ın vaadettiği nimetlere kavuşmak için, ibadet ve salih amelller gereklidir. Kalpte gizli kalmış hayata yansımamış güzel ameller ortaya çıkarmayan iman, meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte yakılan iman ışığının, hiç sönmeden sürekli parlaması, gücünü artırması ve çevresini aydınlatması için ibadetler, salih ameller ve güzel ahlak gereklidir. Çünkü insan sadece kalpteki inançla yetinir, ilahi emirleri ve nebevi tavsiyeleri yerine getirmezse Allah’a olan bağlılığı yavaş yavaş zayıflar. Nihayet günün birinde bu iman ışığı sönüp gider. İyi ameller ve güzel ahlak hem imanı kuvvetlendirir, hem de mü’mini iki dünyada mutlu kılar.

Namaz, oruç gibi ibdetlerin farz olduğunu, şarap içme, adam öldürme vb. yasakların haram olduğunu kesinlikle kabullendiği halde kişi, farzları yerine getirmez, haramları işlerse, imandan çıkmaz fakat imanının olgunluğunu yitirmiş ve onu tehlikeye düşürmüş olabilir. Dalları ve budakları yok edilen bir ağaç yine ağaçtır. Fakat bu durumuyla günün birinde kuruyabilir. İşte amelsiz insanın durumu da böyledir. Bu sebeple “İmanı korumak, kazanmaktan zordur” sözü meşhur olmuştur.

Yine imanı yanan bir ateşe, amelleri de ateşin etrafındaki bir fanusa benzetebiliriz. Nasıl ki fanus herhangi bir rüzgar çıkması durumunda ateşi sönmekten koruyorsa, kişinin ibadet etmesi, haramlardan uzak kalıp helallerle yetinmesi de imanını muhafaza etmesi açısından çok önemlidir. Hiçbir mü’minin imanlı olarak öleceği garantisi yoktur. O halde bir mümin bunun endişesini yaşamalı, imanlı yaşayıp imanlı ölmek ve Allah’ın huzuruna imanlı olarak çıkmak için daima dua etmelidir. Yusuf aleyhisselamın şu duası dilimizden düşmemelidir:

“Canımı Müslüman olarak al ve beni salih kulların arasına dahil eyle!”[17]

III. Ehl-i Sünnete Göre İmanın Artması ve Eksilmesi

İmanın artması ve eksilmesi konusuna iki açıdan bakılabilir:

  1. İman, inanılması gereken hususlar yönünden artmaz ve eksilmez. Çünkü bir kimse inanılacak esasların hepsini kabul etse, fakat meleklere inanmasa veya namazın farzolduğuna ya da zinanın haram olduğuna inanmasa iman etmiş sayılmaz. İman edilecek esasların birini kabul etmeme durumunda iman gerçekleşmiş olmaz. Dolayısıyla imanın artıp eksilmesi de söz konusu olmaz. Herkes aynı şeylere iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda alimle cahil, kadınla erkek, peygamberle peygamber olmayan arasında hiçbir fark yoktur. İmam Ebu Hanife bu konuda şu güzel açıklamayı yapmıştır: “İman artmaz, eksilmez. Çünkü imanın artması, ancak küfrün eksilmesiyle; imanın eksilmeside küfrün artmasıyla mümkün olabilir. Bir şahsın aynı anda hem mü’min, hem de kâfir olması ise yanlış bir düşünce şeklidir.”[18]
  2. İman, nitelik yönünden artma ve eksilme gösterebilir. Kiminin imanı kuvvetli ve olgun, kiminin zayıftır. Kiminin ki “ilme’l yakin” (İşitmeye ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç ) derecesindedir, kiminin de “ayne’l yakin” (görmeye dayanan bilgi ve inanç ) veya “hakka’l- yakin” (yaşamaya, gönülde duymaya dayalı bilgi ve inanç) derecesindedir. İmanda bu çeşit bir artma ve eksilmenin olduğu, ayet ve hadislerde de bildirilmektedir. Mesela İbrahim aleyhisselâm ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah’tan istemiş, Yüce Allah’ın “İnanmadınmı?” sorusuna, “Hayır, inandım, fakat kalbimin mutmain olması için görmek istedim”[19] cevabını vermiştir... Böylece, Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki onun imanı, öncekinden daha kuvvetli olduğu ortaya konulmuştur.

Kur’an-ı Kerim’deki

“Müminler ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, Allah’ın ayetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını artıran kimselerdir”[20] ayeti yanı sıra imanın artıp eksildiğini ifade eden diğer ayetler[21] ve hadisler, imanın sayı ve hacim bakımından artıp eksilmesini değil keyfiyet bakımından kuvvetli veya zayıf oluşunu göstermektedir.

IV. Büyük Günah

Arapça’da “kebire” (çoğulu, kebâir) kelimesi ile ifade edilen büyük günah bozgunculuğa sebep olan, hakkında tehdit edici bir nass (ayet ve hadis) bulunan günahlar için kullanılır. Büyük günah işleyenin ahiretteki cezasıyla birlikte bazen dünyada da cezalandırılması da gerekir.

Büyük günahların en büyüğü Allah’a ortak koşmak (şirk) ve Allah’ı inkar etmektir (küfür). Büyük günahların neler olduğu konusunda hadislerde çeşitli bilgiler vardır. Peygamberimiz bir hadisinde: “Size büyük günahların en büyüklerinden haber vereyim mi? Bunlar: Allah’a ortak tanımak, ana, babaya itaatsizlik ve yalancı şahitliktir.”[22] buyurmuş, bir başka hadislerinde ise “sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, riba, savaştan kaçmak, iffetli ve iman sahibi bir kadına zina iftirasında bulunmaktır.” diyerek, büyük günahların yedi tanesini zikretmiştir.[23] Bir başka hadiste büyük günahların sayısı dokuz olarak belirtilmiş, ana babaya itaatsizlik ve Mescid-i Haram’da yapılması yasak bir fiili işlemek de bunlara eklenmiştir.

Kalbinde inancı olup bunu diliyle söylediği halde çeşitli sebeplerden dolayı ibadetleri terk eden; şirk ve küfür dışındaki büyük günahların birini işleyen kimse, işlediği günahı helal saymıyorsa mümindir, kâfir değildir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir. Bu kimse için tevbe kapısı da açıktır. Yüce Allah böyle bir kimseyi ahirette dilerse affeder, dilerse günahı ölçüsünde cezalandırır. Neticede imanlı olduğu için cennete koyar.[24]

Allah’a ortak koşmak ve küfür dışındaki büyük günahları işleyenlerin, kâfir olmayıp, mü’min olduklarını gösteren ayet ve hadislerden bazıları şunlardır:

  1. “Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin...”[25] anlamındaki ayette savaşan ve bu sebeple adam öldürenler, “mümin” olarak nitelenmektedir.

“Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün ...”[26] Bilindiği gibi tevbe, büyük günahlar için de yapılır. Bu ayette mü’minlerin günah işledikleri varsayılarak, işlenen günaha karşılık tevbe etmeleri istenirken, onlara “ Ey iman edenler!” diye seslenildiği görülmektedir.

  1. Sahabilerden Ebu Zerr el-Gıfari’nin anlattığına göre, Hz. Peygamber “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur deyip bu inancı üzere ölen kimse cennete girer.” buyurmuş, Ebu Zerr:

- O kişi zina yapsa, hırsızlık yapsa da mı ? diye sormuş.

- Evet, zina yapmış, hırsızlık etmiş de olsa cennete girer, cevabını vermiştir. Ebu Zerr soruyu üç kez tekrar edip, aynı karşılığı alınca, dördüncü sorusunda Allah elçisi:

- “Ebu Zerr bu durumdan hoşlanmasa bile cennete girer.” buyurmuştur.[27]

Doğrusu biz insan olarak elimizden geldiğince korunmaya çalışsak da günah işleyebiliyoruz. Ancak Müslümanın günaha düşse bile günahı hafife almaması ve günah işlediğinde hemen tevbe etmesi gerekir. Kişinin günahı küçük görmesi, günahı hafife alarak zevkle işlemeye devam etmesi işlediği günahtan çok daha ağır bir günahtır. Nitekim âlimler şöyle demiştir:

“İşlediğin günahın küçüklüğüne değil, kendisine karşı günah işlediğin Zatın büyüklüğüne bak!”

Yine İslam alimleri şu sözü de darb-ı mesel haline getirmişlerdir:

Manası: “Günah ısrarla işlendiği takdirde küçük olmaz; tevbe edildiği takdirde de affolmayacak büyük günah yoktur.”

V. İmanın Geçerli (Sahih ) Olmasının Şartları           

İmanın, geçerli olabilmesi ve sahibini ahirette ebedi kurtuluşa erdirebilmesi İçin şu şartları taşıması gerekir:

  1. Kişi, ümitsizlik (ye’s) halinde iman etmiş olmamalıdır. Mesela Müslüman olmayan bir adam son nefesinde, ilahi azabı bildiren bir takım işaretler alırsa bundan sonraki imanı geçerli değildir. Nitekim din, gayba imanı emreder. Ayette şöyle buyrulur:

“Azabımızı gördükleri zaman, ‘Yalnız Allah’a inandık; O’na ortak koşmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik’ dediler. Fakat azâbımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine fayda vermedi. Bu, Allah’ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan kanunudur. İşte orada inkârcılar hüsrana uğradılar.”[28]

  1. Mümin kişi inkara ve dini yalanlamaya alamet sayılan bir davranış içinde olmamalıdır. Mesela Yüce Allah’ı ve bütün peygamberleri tasdik edip, Hz.Muhammed aleyhisselâm’in, peygamberliğine inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü (namazın farz, şarabın haram oluşu gibi) kendi hür iradesiyle inkar eden, puta, haça vb. şeylere tapan bir kimseye mü’min denilemez.
  2. İslami hükümlerin hepsi bir bütün kabul edilip hiçbirinin yerine getirilmesinden çekinmemelidir. Mesela bir kişi Allah’ın diğer buyruklarını kabul edip de, namaz ve oruç gibi ibadetlerden birini güzel görmez ve bu ibadetlerle alay ederse imanını yitirir. Yine bir kimse sırf Allah buyruğu olduğu için ibadetleri terkeder veya haramları işlerse iman dairesinin dışına çıkar.
  3. Mü’min, ne Allah’ın rahmetinden ümitsiz, ne de gazabından emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Mü’minin “Nasıl olsa imanım var, bu sebeple muhakkak cennete girerim.” düşüncesiyle Allah’ın azabından güven duygusu içinde bulunması veya “Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim” diye Allah’ın rahmetinden ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir. Yüce Allah ayeti kerimelerde şöyle buyuruyor:

“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.”[29]

 “Allah’ın mekrinden (onlara mühlet verip de sonra ansızın yakalamasından) emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın (böyle) mühlet vermesinden emin olmaz.”[30]

E. İMAN İLE KÜFÜR ARASINDAKİ SINIR

Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mü’min olarak kabul edilmesi, İslam toplumundan dışlanmaması gerekir. Çünkü dünyada insanlara zahire göre ve inancını ikrara göre muamele yapılır. İçten inanıp inanmadığını tespit etmek ise ahirette Allah’a mahsustur. Nitekim bir ayette şöyle buyurularak, bu gerçek dile getirilmektedir.

“...Size selam verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mümin değilsin’ demeyin....”[31] Hz. Peygamber de kelime-i tevhidi söyleyenin Müslüman kabul edilmesi gereğine işaret etmek için şöyle buyurmuştur: “ ‘İnsanlar, Allah’tan başka Tanrı yoktur. Hz. Muhammed O’nun elçisidir.’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dini cezalar bundan müstesnadır. İç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.”[32]

Kalpten inanmadığı halde inandığını söyleyen kimse olarak tanımlanan münafığın bile, kalbindeki inancını bilemediğimiz için, bu dünyada müslüman gibi işleme tabi tutulacağı anlaşılmalıdır.

Özetle söylemek gerekirse, iman, inanılacak şeyleri kalben tasdik, küfür ise inkardır. Kalpte bulunanı ancak ikrar ve dış görünüşle değerlendireceğimiz için, ikrar edeni mümin, diliyle ve davranışlarıyla inkar edeni kâfir saymak durumundayız.

Dipnotlar:

 [1] Bakara 2/146; En’am, 6/20.

[2] Maide sûresi,41. ayet 

[3] Mücadele Sûresi, 22. ayet

[4] Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13.

[5] Nahl sûresi, 106. ayet. Bkz. İbn Sa’d, III, 249.

[6] Buhari, İman, 33; Tirmizi, Cehennem, 9, İbn Mace, Zuhd, 37.

[7] Bakara sûresi,8. ayet 

[8] En’am sûresi,59. ayet 

[9] Bakara sûresi,3. ayet 

[10] Müslim, Îmân, 1.

[11] İbn-i Hişâm, II, 5.

[12] Nisa suresi, 162. ayet

[13] Bakara suresi, 177. ayet

[14]  Bkz.Bakara sûresi,277; Yunus sûresi,9; Hud sûresi,23; Ankebüt sûresi, 7, 9; Lokman sûresi,8; Fatır sûresi,7. ayetler

[15] Taha sûresi,112. ayet

[16] Hucurât sûresi,9. ayet 

[17] Yusuf suresi, 101. ayet

[18] Ali el- Kâri, Şerhu’l- fıkhı’l- Ekber, s. 79.

[19] Bakara sûresi, 260. ayet

[20] Enfâl sûresi, 2. ayet

[21] Mesela bkz. Ali İmran suresi, 173. ayet, Ahzab suresi 22. ayet, Fetih suresi, 4. ayet

[22] Buhari, Edeb, 6; Müslim, İman, 38; Tirmizi, Tefsir, 5.

[23] Ahmed b. Hanbel, II, 201, 214; Müslim, İman, 143-146.

[24] Buhari, Vasaya, 23, Müslim, İman, 38, Ebu Davud, Vasayâ, 10.

[25] Hucurat sûresi, 8. ayet

[26] Tahrim sûresi,8. ayet

[27] Buhari, Tevhid. 33; Rikak; 16; Müslim; İman, 40; Tirmizi. İman. 18.

[28] Mü’min suresi, 84 ve 85. ayetler

[29] Yusuf sûresi, 87. ayet

[30] Araf suresi, 99. ayet

[31] Nisa sûresi, 94. ayet 

[32] Buhâri, Cihad, 102; Müslim; İman, 8; Ebu Davud, Cihad;104.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.