İslam’a Nasıl Davet Edelim?
İslam’a davet kimlere ve nasıl yapılır? Allah’ın yoluna nasıl davet edilir? Nahl sûresinin 125-128. âyetlerinde bildirildiğine göre İslam’a, Allah’ın yoluna davetin usulleri...
Kur’ân-ı Kerîm bir konuyu ele alırken, o konuyu, birbiriyle çok sıkı irtibatlı ifadeler ve cümlelerle bir bütün halinde harika bir şekilde beyan etmektedir. Aslında bu hususiyet, yüce Kitabımız’ın anlattığı her konu için geçerlidir.
İSLAM’A NASIL DAVET EDELİM?
Bunun güzel bir örneği olarak insanları Allah’ın yoluna davetin usullerini anlatan Nahl sûresinin 125-128. âyetlerini vermemiz mümkündür:
Rabbinin Yoluna Hikmetle, Güzel Öğütle Davet Et
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel şekil hangisi ise, onunla yap. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları da hidayete erenleri de en iyi bilendir.”[1]
Yüce Allah, bu âyet-i kerîmede Resûlü’ne insanları şu üç yoldan birisiyle Rabbinin yoluna yani İslâm dinine davet etmesini, müşriklerin “sen bir iftiracısın, yalancısın, sana bunu bir beşer öğretiyor”[2] şeklindeki sataşmalarına aldırmadan bu vazifeye ısrarla devam etmesini emir buyurmaktadır. Bu yollar.
- Hikmetle davet.
- Güzel öğütle davet.
- En güzel bir yolla mücâdele.
Tebliğ Yapılacak Kişiler
İslâm’a davet edilecek muhataplara bakıldığında bunları üç grupta değerlendirmek mümkündür:
- Birincisi; işin doğrusunu öğrenmek isteyip samimi olarak bunu elde etmeye çalışan olgun ruhlu kâmil kimselerdir. Bu nevi insanlara, içinde şüphe kırıntısı bile bulunmayan doğru sözler ve yakînî delillerle davette bulunmak gerekir ki âyet-i kerimede bu hikmet olarak ifade edilmektedir.
- İkincisi; doğruyu bulma ve olgunluk bakımından birinciler gibi olmayıp asıl fıtratları ve selim yaratılışları üzere kalmış kimselerdir. Bunlar, birincilerde olduğu gibi hikmetli bilgileri anlayıp bundan faydalanacak seviyede değillerdir. Genel halk kitlesi bu grubu teşkil eder. Bu durumda olan insanlarla konuşup onları İslâm’a davet etmek ancak güzel öğütle mümkün olur ki bu, âyet-i kerimede mev‘ize-i hasene olarak ifade edilmiştir.
- Üçüncüsü; karakterlerinde doğruyu araştırıp elde etmek değil de, batıl delillerle gürültü koparıp sırf mücadele etmek arzusunda olan kimselerdir. Bu gibilere uygun düşen konuşma ise onları ilzam etmeyi ve susturmayı gerektiren mücâdeledir. İşte âyet-i kerime bu mücadelenin en güzel şekilde yapılmasını istemektedir.
Bu ayette serdedilen, ancak işin ehlinin anlayıp ortaya çıkarabileceği ince bir güzellik ve dakîk bir manaya dikkat çekmek istiyoruz: Yüce Allah burada “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et” buyurup, hak dine daveti, özellikle bu iki kısma hasretmiştir. Yukarıda da işaret edildiği üzere hak dine davet yakinî delillerle yapıldığında bu hikmet olmaktadır. Zannî delillerle yapıldığında, bu da güzel öğüt olmaktadır. Üçüncü sıradaki mücadeleye gelince, bu hak dine davet babından değildir. Aksine bununla, bu davete aykırı olan başka bir maksat kastedilmiştir ki, bu da, ne hikmetten ne de güzel öğütten anlamayan, maksadı sırf münazara ve münakaşa olan cidâlci muhatabı ilzam edip susturmaktır. Bu sebepledir ki ayet-i kerimede “Rabbinin yoluna, hikmet, güzel öğüt ve en güzel mücadele ile davet et” buyrulmamış, aksine mücadelenin hak dine daveti gerçekleştiremeyeceğine, bundan maksadın başka bir şey olduğuna dikkat çekmek üzere bunu, hak dine davet etme metotlarından ayrı zikretmiştir.[3]
Ayetin devamında “Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapan kimseleri de hidayete erenleri de en iyi bilendir” buyrulmaktadır. Bu ifadeden alınması gereken ders şu olmalıdır: “Sen, sana öğrettiğimiz bu üç yol ile Allah’a davet etmekle mükellefsin. Bunu gücün nispetinde en iyi şekilde yerine getirmeye çalış. Sen ancak bundan sorumlusun. Hidayetin bilfiil gerçekleşmesinin seninle direkt alakası yoktur. Bu, tamamen Allah Teala’nın ilmine, kudretine ve takdirine bağlıdır. Kim yoldan sapacak, kim doğru yola gelecek bunu en iyi bilen sadece Allah Teâlâ’dır. Sen sadece tebliğini yap, ne onların hidayete gelmesinden ümidini kes, ne de hidayete gelmiyorlar diye kendini harap edercesine üzül. Vazifeni yap, Allah’a tevekkül et.”
Ayetin bu kısmında “Allah’ın yoldan sapanları çok iyi bildiği” kısmı öne alınmış, “doğru yolda olanları bilmesi” ise daha sonra zikredilmiştir. Çünkü Allah’a davette öncelik yoldan sapmış olanlar içindir. Öncelikle onları davet etmek, yumuşak bir dil ve güzel öğütle onları irşad etmek ve onlarla en güzel şekilde mücadele etmek gerekir. Ayet buna dikkat çekmektedir. Hidayete erenlerde zaten problem bulunmamaktadır. Bunlar da sözü tamamlamak üzere zikredilmişlerdir. Ayetin bu kısmında ayrıca, Resûlullah’ın (s.a.v.), iman etmelerinden ümidini kestiği nice kimselerin, daha sonra Allah’ın lütfuyla İslam’a gireceklerine, ancak bunu Allah’ın bildiği ama Peygamberimiz’in bilmediğine, dolayısıyla ümitsizliğe düşmemesi gerektiğine bir işaret bulunmaktadır.[4]
Sonra ilâhî hitap özel olarak Resûlullah’a (s.a.v.) olmaktan dönüp -içinde Resûlullah da olmak üzere- mü’minlere yönelerek şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer, herhangi bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size reva görülen cezanın, misliyle karşılık verin. Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için elbette daha hayırlıdır.”[5]
Öncelikle şunu ifade edelim ki ayetler ve bu ayetlerde ifade edilen hususlar arasında söz üslûbu açısından çok güzel bir tertip vardır. Şöyle ki; öncelikle hikmetten anlayanlara nasıl muamele edileceği; sonra hikmetten anlamayıp güzel öğütten anlayanlara nasıl muamele edileceği; daha sonra ne hikmetten ne de öğütten anlamayanlarla nasıl mücadele edileceği; sonunda da hiçbirinden anlamayıp tam aksine iyi niyetle yapılan davete kötülükle karşılık verenlere nasıl muamele edileceği öğretilmektedir.[6]
Bu ayette, kendilerine karşı yapılacak bir haksızlığa ceza verilmesinin söz konusu edilmesinin elbette önemli sebepleri vardır. Şöyle ki; bir önceki ayette de dile getirildiği üzere Cenâb-ı Hak, insanları hak dine hikmetle, güzel öğütle ve en güzel bir mücâdele yoluyla daveti emretmiştir. Bilindiği üzere bu davet tabii olarak müşriklerin atalarının dininden dönmeyi, yüz çevirmeyi ve onların tabi olduğu dine küfür ve sapkınlık damgasını vurmayı beraberinde getirmektedir. Bu ise davetin muhatapları olan müşriklerin kalplerini teşvişe düşüren, gönüllerine ürküntü salan, neticede davete muhatap olanların birçoğunu, davetçiyi bazen öldürmeye, bazen dövmeye, bazen ona sövmeye sevk edecektir. Bu durumda davetçi konumunda olan kişi, böylesine menfi durumları, münasebetsiz tavırları görüp lüzumsuz sataşmaları işitince, o da bunlara karşı belki bazen dövme, bazen da öldürme şeklinde karşılık verme durumunda kalabilir. İşte bu noktada Cenâb-ı Hak, hakka davet eden kimselere, adalete ve insafa riayeti emretmiş, fazlasını yapmayı ise yasaklamıştır.[7]
Bu âyet-i kerimede yakın zamanda Yüce Allah’ın Müslümanları müşriklere galip kılacağına ve müşriklerin fena halde Müslümanların eline düşeceğine işarette bulunulmaktadır. Olur ki, müşriklerden çokça eziyet gören bir kısım müslümanlar, fırsat ele geçince öç alma düşüncesiyle cezalandırmada aşırıya gidebilirler. Yüce Rabbimiz, öncesinde onları uyarmakta ve asla adaleti ihmal etmemelerini öğütlemektedir.[8]
Dipnotlar:
[1] Nahl 16/125. [2] Nahl 16/101, 103. [3] Fahreddin Râzî, XX, 141. [4] Fahreddin Râzî, XX, 141-142; İbn ‘Âşûr, XIV, 333. [5] Nahl 16/126. [6]İbn ‘Âşûr, XIV, 335. [7] Fahreddin Râzî, XX, 143. [8]İbn ‘Âşûr, XIV, 336.
Kaynak: Ömer Çelik, Altınoluk Dergisi, Sayı: 451