İslam’da Borç Alıp Vermek

Kimden borç istenir? Borç zamanında ödenmezse ne yapılır? Borç isteyene vermemek günah mıdır? İslam’da borç alıp vermenin hükmü.

İnsanlar arasında borç alışverişi ve ödemesinde yaşanan birtakım problemler sıkça soruluyor.

Kulaktan dolma bilgiler sebebiyle yanlış anlamalar ve yanlış uygulamalarla karşılaşıyoruz.

Bu yüzden de borç meselesini enine boyuna ele alalım istiyoruz:

BORÇ İKİ TÜRLÜDÜR

Evvelâ borç iki türlü olur:

Birincisi: Karz-ı hasen dediğimiz, ihtiyaç sahibine yardım kabîlinden verilen borçtur. Yani arada herhangi bir ticârî münasebet olmadığı hâlde;

“–10 bin liraya ihtiyacım var. Bana borç verir misin?” diyen bir kişiye, arada ticârî bir işlem veya o parayı vermenizi gerektiren bir akit / sözleşme olmadığı hâlde, borç veriyorsunuz. Bir anlamda destek oluyorsunuz.

Borç olarak verilen bu para, emânet hükmündedir. Yani komşunun komşuya verdiği emânet gibi, istenildiğinde geri verilmesi gereken bir emânettir. Çünkü arada bir ticârî işlem yok.

İkincisi: Akitlerden, sözleşmelerden doğan borçtur.

Vâdeli bir alışveriş var. Meselâ kitap satın aldınız. Ödemeniz gereken meblâğ borç olarak kaydedilir. Ne zaman ödeyeceğiniz konusunda da anlaştınız; meselâ üç ay sonra veya filân tarihte ödeyeceksiniz. İşte bu tür borçta vâdeye riâyet gerekir.

Vâdesi gelmeden önce, satıcı kitabın parasını sizden isteyemez. Çünkü arada ticârî bir münasebet var. Bu ticârî sözleşmeden doğan bir borç var. Ve bu borcun bir vâdesi var. Kitabın fiyatı da bu vâdeye göre belirlendi. Peşin olsa fiyatın daha düşük, uzun vâdeli olsa daha yüksek olması kuvvetle muhtemeldi. Dolayısıyla satıcının, vâdesi gelmeden bu parayı isteme hakkı yok. Borçlunun da parası olsa bile, vâdesi gelinceye kadar ödememe hakkı var. Hatır îcâbı satıcı;

“Ödeme imkânın var mı?” diyebilir, alıcı da hatır sayıp ödeyebilir, o ayrı mesele.

Birinci tip borç, yani karz-ı hasende zaman konuşulmaz. Konuşulsa da bağlayıcı olmaz. Burada asıl olan, ihtiyacın görülüp akabinde ilk fırsatta paranın iade edilmesidir.

Lâkin günümüzde bu durum çok sû-i istimal ediliyor. Hattâ bu hususta ağzı yanmış birçok zengin artık;

“–Ben borç vermem! Zekât istersen vereyim ama borç vermem!” diyor. Niye vermiyorsun?

“–Ne zaman ödeyeceği belli değil, getirecek mi belli değil. Ödeyeceğim diyorlar ama ödemiyorlar vs.”

Bu da çok yanlış bir ifade. Hâlbuki Cenâb-ı Allah âyet-i kerîmede buyuruyor.

“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allâh’a güzel bir borç (isteyene fâizsiz ödünç) verecek yok mu?” (el-Bakara, 245)

Dolayısıyla, verdiği borçlarda sıkıntılar yaşayan kişiler, borcu;

“Ahmet’e, Mehmet’e verdim!” diye düşünmesinler.

“Allâh’a borç veriyorum ben.” desinler.

“Veriyorum, geri gelmiyor, mağdur oluyorum.” diyorsan, yine de;

“Hiç borç vermeyeceğim!” deme; tahammül edebileceğin miktarda ver de bu âyet-i kerîmenin şümûlüne girmeye gayret et.

Tekrarlayalım:

Bu tür karşılıksız borçlarda, süre mefhumu olmaz. Bunu da bazıları;

“Ne demek süre mefhumu olmaz?” diye tuhaf karşılıyorlar.

Evet, karz-ı hasende süre yoktur. Şöyle ki;

Meselâ bir kişiye, 10 bin lira borç verdiniz. Fakat üç gün sonra ânî bir şekilde sizin ihtiyacınız oldu. O paradan başka da paranız yok.

Kendi paranız varken başkalarından mı isteyeceksiniz?

Hakkınızdır, gider ve;

“–Sana üç gün önce 10 bin lira vermiştim, âcil bir ihtiyaç zuhûr etti, geri verebilir misin?” dersiniz. Eğer alan kimse, henüz kullanmamışsa, bir yere tasarrufta bulunmamışsa;

“–Buyurun!” deyip geri vermesi uygun olur. Ama eğer kullanmışsa;

“–Ben bunu harcadım ama bana müsaade et, senden aldığım gibi başkasından alıp sana ödeyeyim.” diye çare araması muvâfıktır. Doğru olan budur.

“–Bir aydan önce istemem demişti!” diye itiraz etmeye, kızmaya hakkı yoktur.

Sen hiç yoktan (herhangi bir akit, sözleşme olmaksızın) geldin istedin. O da verdi. O kendi parasını senden isteyemeyecek mi?

Düşünülebilir ki ayıp olmasın diye istemez. Gider bir başkasından halleder. O da bir tercihtir, öyle de yapabilir.

Borçla alâkalı başka meselelere temas edelim.

ÖDEMEDE GECİKMELER

Borç zamanında ödenmezse ne yapılır?

Kur’ân-ı Kerim, fâizi yasaklamış. Rabbimiz fâizi şiddetle yasaklıyor, fâiz yiyenlerin kıyâmette çarpılmış gibi kalkacaklarını bildiriyor. Fâiz yasağına uymayanların, Allah ve Rasûlü’ne savaş açma ahmaklığına düşeceklerini ifade buyuruyor.

Fâizin çeşitleri var; bir tanesi de vaktinde ödenmeyen borca para ilâve ederek vâdeyi uzatmak şeklinde yapılanıdır. Câhiliyyede bu yaygın idi. Hattâ zamanla fâiz, borcu kat kat aşardı. Demek ki borcun vaktinde ödenmemesini hemen paraya tahvil etmek fâizdir ve haramdır. Ancak borcun aslını, hak sahibi alır. Âyette buyurulur:

“…Sermayeniz (borcun aslı) sizindir; (böylece) ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (el-Bakara, 279)

Çünkü, borcun aslını almazsanız siz haksızlığa uğrarsınız; fazlasını isterseniz karşı tarafı haksızlığa uğratmış olursunuz. Zulmetmek de yok, zulme râzı olmak da yok.

Peki, borçlunun ödeme gücü yok ise ne yapmalı?

Müteâkip âyet, «anlayış ve bağış» şeklinde iki çözüm bildiriyor:

“Eğer (borçlu) darlık içinde ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir)…”

“…Sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz.” (el-Bakara, 280)

Borçlu borcunu zamanında tedârik edememiş ise böyle bir durumda zarûret hükümleri geçerli olur. Canını alacak hâlin yok.

İkinci çözüm olan, Kur’ân’ın tasadduk emrini yerine getirmek ise başlı başına bir imtiyaz. Buna yapamıyorsan, borçlunun eli bollaşıncaya kadar beklemelisin.

Gelelim şimdi borçlunun elinin bollaşması meselesine. Burası işin püf noktası.

Borçlu bir kişi, karnını doyurabilecek kadar yiyebilir. Yani ekmek ve peynirle doyuyorsa;

“Bunların yanına bir de karpuz alayım…” diyemez. Önce borcunu ödemek esastır.

Eskiyen perdelerini yenilemek aklına geliyorsa; «O perdelerle bir süre daha idare etmek mümkündür.» deyip borcunu öncelemelidir. Giyecek elbisen var; gidip bir çorap dahî almak uygun değildir. Önce borcunu ödeyeceksin.

Eğer böyle yapmıyorsa yani imkânı olduğu halde;

“Borcumu ödeyemem!” diyorsa bu adam zâlim, bu adam hâin bir kişi olur.

Hadîs-i şerif bu durumu çok açık bir şekilde beyan etmektedir:

“Zenginin, imkân sahibi bir kişinin, vakti gelmiş borcunu ödememesi zulümdür.” (Buhârî, Havâle, 1-2)

Açık söyleyelim:

Parası olduğu hâlde; borcunu;

“Ödemesem ne olur ki!..” diyen bir insan, hırsız addedilir. Fakat adam iflâs etmiş, takdîr-i ilâhî, hiçbir şekilde ödeyebilecek durumu da yoksa bu adamın başında sürekli;

“–Ver parayı!” demek de doğru bir davranış değildir.

Yukarıda; «Ödeyebilecek durumda iken ödememek zulümdür.» demiştik. Peki; bu zulmü işledikten sonra, yani meselâ borcu vâdesinden senelerce geciktirdikten sonra ödemek isterse bir kimse, o zaman ne yapacak?

Hesaplayacak önce; aldığı borç para ile o zaman ne aldıysa, onun şimdiki kıymetini hesaplayıp o miktarı sahibine götürecek.

Niye böyle yapmalı? Çünkü helâllik alması gerekiyor; zulmetmiş bu adam, haksızlık yapmış. İmkânı varken ödememiş.

Borç meselesi çok hassas bir meseledir. Kimse başkasının parasıyla para kazanma cihetine gitmemelidir;

“–Onun parasıyla ticaret yapayım. 10 bin lirayı 100 bin lira yapayım. Oradan da borcumu veririm…” denilemez. Böyle bir hak yok. Ancak teklif edilebilir;

“–Kardeşim, ben ticaret yapacağım senin paranla. Gel ortak olalım veya seni de ortak edeyim…” denilebilir. O da râzı olmaz ve;

“–Yok kardeşim, ben sana borç vereyim. Elin bollaşınca ödersin…” derse, işte ancak o zaman onun parasını ödedikten sonra kazanılan para, anamızın ak sütü gibi helâl olur.

Ama adam parasını istemiş. Senin de kasanda var yahut başka mülkün var; çıkarıp vermemişsin, satıp da borcunu ödememişsin; bu durumda vallâhi senin işin çok zor. Allah yardımcın olsun. Çünkü o parayı fazlasıyla ödesen bile, alacaklıya çektirdiklerinin hesabını âhirette vereceksin.

Rabbimiz bizi birbirimize muhtaç eylemiş. Muâmelât zarurî.

Kimse kimseye borç vermezse, kimse kimseye vâdeli mal satmazsa ne oluyor? Ortalık tefecilere kalıyor.

Evlenecek genç, bankanın yolunu tutuyor.

Adam ayın sonunu getiremedi, kredi kartına yükleniyor.

Fâize bulanmış bir memlekette de ne aile huzuru ne kazancın bereketi ne de saâdet kalıyor.

Rabbim, can borcunu tertemiz iade edebilenlerden eylesin!.. Âmîn…

Kaynak: Ahmet Hamdi Yıldırım, Yüzakı Dergisi, Eylül 2020

İslam ve İhsan

İSLAM'DA BORÇ HUKUKU

İslam'da Borç Hukuku

İSLAM’DA BORÇ ALIP VERMENİN ŞARTLARI

İslam’da Borç Alıp Vermenin Şartları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.