İslâm’da Cihâd ve Savaş Hukuku

İslam Tarihi

İslam tarihindeki savaşların sebepleri nelerdir? Müdafaa savaşlarında Efendimizin (s.a.v) tutumu nasıldı? Müslümanın savaş ahlâkı nasıldır? Peygamberimizin (s.a.v) savaşlara gönderdiği kumandanlarına öncelikle neyi tembihler ve hangi tavsiyelerde bulunurdu? Savaş esirlerine nasıl muamele edilirdi? Savaşlarda kimlere ve neye dokunulması kesinlikle yasaklanmıştır? Osmanlı'nın savaş ahlâkı ve adaletini Macar asıllı esir nasıl anlatıyor? İslam'ın barışa öncelik vermesinin sebebi nedir? Efendimizin (s.a.v) güzel ahlâkından örnekler ile İslam'da cihad ve savaş hukuku...

Cihâdı savaştan ibaret görmek, hakîkati ifâde etmediği gibi cihâdın Kur’ân ve Sünnet’te verilen mânâ ve muhtevâsı bakımından da eksik ve yanlıştır. “Gayret etmek, çalışmak” gibi mânâlara gelen cihâd; kalp, dil, el, mal, can, kültür, ekonomi, silâh gibi her türlü vâsıta ile yapılabilir. İslâm, insanların daha çok samîmî bir kalp ve tatlı bir dille cihâd etmesini ister. Bu vazifeyi deruhte edenlere, Kur’ân-ı Kerîm’de yumuşak ve belîğ ifâdeler kullanmaları tavsiye edilir. (قَوْلًا لَيِّنًا، قَوْلًا بَلِيغًا) Gönüllerin Cenâb-ı Hak ile buluşarak ihyâ edilebilmesi için mü’minlerin mallarıyla ve canlarıyla gayret göstermesi emredilir.

İSLAM TARİHİNDEKİ SAVAŞLARIN SEBEPLERİ

İslâm sulhü esas alır. Bunun en büyük delili şudur: Kur’ân-ı Kerîm, müslümanlar aleyhine çok ağır şartlar ihtivâ eden Hudeybiye Sulhü’ne “Feth-i Mübîn: Apaçık bir fetih” ismini vermiştir. Ve bu “Fetih”, Kur’ân-ı Kerîm’deki sûrelerden birinin ismi olmuştur.

Müdâfaa Harpleri

Peygamber Efendimiz’in yaptığı savaşlar hep müdâfaa harbidir. Ya müslümanlara karşı yapılan saldırıları püskürtmek ya da istihbaratla tespit edilen saldırı hazırlıklarını bozmak için yapılmıştır. İlk büyük savaşın yapıldığı Bedir’e giden Peygamber Efendimiz’in niyeti harp değildi. Hicret eden müslümanların gasp edilen mallarıyla zenginleşen ve kazancıyla yine müslümanların aleyhine ordu hazırlanacak olan bir kervanı durdurmaktı. Kervan yol değiştirerek kurtuldu. Ancak Mekke’den çıkıp 400 kilometre yol gelerek tâ Medîne yakınlarına mevzilenen müşrik ordusu, defalarca teklif edilen sulhü kabul etmeyince mecbûren harbe girildi ve zaferle çıkıldı. (Vâkıdî, I, 61-65)

Uhud ve Hendek, Medîne’nin dibinde yapılan savaşlardır. Müşrikler saldırgan bir tavır içindeydi. Müslümanların kökünü kazımak için Medîne’nin üzerine sağdan soldan ordular yığıyorlardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise Medîne’de müdâfaa harbi yapıyordu. Üstelik Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şehrin çevresine hendek kazdırarak can kaybını sıfıra indirdi.

Mûte ve Tebük, şehîd edilen elçinin hakkını almak ve saldırıya hazırlanan düşmanı bertarâf etmek için yapılmıştır. Hattâ Tebük’te herhangi bir çatışmaya girilmemiş, birtakım anlaşmalar yapıldıktan sonra dönülmüştür.

Mekke’nin fethi, müşriklerin anlaşmaya ihânet etmeleri neticesinde gerçekleşmiştir. Bir de hicret eden müslümanların gasp edilmiş haklarının geri alınmasıdır. Bu, târihte eşine rastlanması mümkün olmayan bir sulh hareketi ve gönüllerin fethidir. Zira fethedilen şehirde ne yağma yapılmış, ne insanları öldürülmüş veya sürgün edilmiş, ne intikam alınmış, ne de kan dâvâsı güdülmüştür. Bilâkis hepsi, senelerce süren zulümlerine rağmen karşılıksız affedilmiştir.

Efendimiz’in diğer savaşları da bu şekilde saldıran veya saldırıya hazırlanan düşmanı durdurmak için yapılmıştır.

MÜSLÜMANIN SAVAŞ AHLÂKI

Müslümanlar, sulh için gösterdikleri bütün gayretlere rağmen düşmanla savaşmak mecbûriyetinde kaldıklarında ise belli bir hukuk dâhilinde hareket ederler. Çocuklara, kadınlara, yaşlılara, din adamlarına, savaşla alâkası olmayan işçilere, mâbetlere, hayvanlara, ağaçlara dokunmazlar. Sadece savaşan askerlere karşı silâh kullanırlar. Bununla birlikte onlara da işkence etmezler.

Peygamberimizin (s.a.v) Kumandanlara Tavsiyeleri

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, herhangi bir askerî birliği sefere gönderecekleri zaman kumandana, Allâh’a karşı takvâlı, yanındaki müslümanlara karşı hayırlı olmasını ve iyi davranmasını tavsiye eder, sonra da şöyle buyururlardı:

“Allâh’ın ismiyle, Allâh’ın yolunda gazâ ediniz! Allâh’ı tanımayanlarla çarpışınız! Ganimet mallarına hıyânette bulunmayınız! Zulmetmeyiniz! Müsle yapmayınız (kulak, burun gibi âzâları keserek işkence etmeyiniz). Çocukları öldürmeyiniz!” (Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358)

Bunlara Dokunulması Yasaklanmıştır

Diğer rivâyetlerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“…Çocukları, mâbedlerine çekilip ibadetle meşgul olan kişileri[1] ve yaşlıları öldürmeyiniz![2] Kiliseleri yakıp yıkmayınız, ağaçları köklerinden kesmeyiniz!”[3] buyurmuşlar, binâların yıkılmasını da yasaklamışlardır.

Peygamber Efendimiz, gazvelerden birinde bir kadının öldürüldüğünü görmüşlerdi. Bu duruma çok üzüldüler ve derhâl kadınlarla çocukların öldürülmesini yasakladılar.” (Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25)

Efendimizin (s.a.v) Kesin Emridir

Huneyn’de, Süleymoğulları öncü süvari birliğiydi. Hâlid bin Velid de onlara kumanda ediyordu. Bu esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kadın ölüsüne rastladılar:

“–Bu kadın bize karşı savaşanlar arasında değildi!” buyurdular. Yanındakilerden birine:

“–Hemen Hâlid’e yetiş ve ona; «Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Sakın hiçbir kadını, çocuğu, yaşlıyı ve savaş hârici işler için kiralanan kişileri öldürme!” diye emrediyor.» de!” buyurdular.[4]

Efendimizin Üst Üste İkaz Ettiği Husus "Dikkat Ediniz! Çocukları Öldürmeyiniz!"

Peygamber Efendimiz’e, bâzı çocukların da öldürüldüğü haber verilince çok üzüldüler ve kızgın bir şekilde:

“–Bâzılarına ne oluyor ki bugün öldürmekte aşırı gidiyorlar, işi çocukları öldürmeye kadar vardırıyorlar?!” buyurdular. Oradakilerden biri:

“–Yâ Rasûlâllah! Onlar, müşriklerin çocukları değil mi?!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sizin en hayırlılarınız da (sizler de), müşriklerin çocukları değil misiniz?” buyurdular. Sonra da şöyle devam ettiler:

“–Dikkat ediniz! Çocukları öldürmeyiniz! Dikkat ediniz! Çocukları öldürmeyiniz! Her çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar, dili dönünceye kadar böyle gider. Sonra anne babası onu yahudî veya hristiyan yapar.” (Ahmed, III, 435)

Osmanlı Ordusunun Adaletini Öven Esir

Mohaç Meydan Muhârebesi’nde (1528) Türklere esir düşen ve serbest kaldıktan sonra Türklerin Gelenek ve Görenekleri isimli bir kitap telif eden Macar asıllı Bartholomaus Georgievic şöyle der:

“Harp esnâsında Osmanlı ordusunda öyle sıkı bir disiplin vardır ki, hiçbir asker adâletsiz bir şey yapmaya cesaret edemez. Adâletsizlik yapan, hiç acınmadan cezalandırılır. Gözcüler ve düzen sağlayıcılar vardır… Geçip gidilen yolların kıyısındaki bağ ve bahçelerde sahiplerinin izni olmadan bir elma bile koparılamaz.” (Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi, Ankara 1993, s. 164)

Haram Yemeyen Ordu

Yavuz Sultan Selîm Han Mısır Seferi’ne giderken ordunun Gebze yakınlarından geçtiği yerler, hep bağlık-bahçelikti. Sultan Selîm Han:

“Acabâ askerlerim, sahibinden müsaadesiz üzüm ve elma koparıp yediler mi?!.” diye düşüncelere daldı. Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırıp:

“–Ağa fermânımdır; bütün yeniçeri, sipâhi ve azap askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker olursa, derhâl huzûruma getirilsin!” diye emretti.

Yeniçeri ağası, derhâl harekete geçerek heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultân’ın huzûruna gelerek:

“–Sultânım koparılmış hiçbir elma ve meyve izine rastlamadık!..” dedi.

Yavuz, bu habere çok sevindi. Üzerindeki ağırlık kalktı. Sonra ellerini açarak:

“Allâh’ım! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin!..” diyerek duâ etti ve ağaya:

“–Şayet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!..” dedi.

Yavuz’un bu güzel hâli neticesinde ilâhî nusret ve inâyet tecellîleri dâimâ ona yâr olmuştur.[5]

İslam Önce Sulhu Tercih Eder

Görüldüğü gibi İslâm, öncelikle sulhü tercih etmekte, savaşa mecbur kalındığında ise ölçülü, adâletli ve insâniyetli davranmayı, hiçbir zaman aşırıya gitmemeyi emretmektedir. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın! Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (el-Bakara, 190; el-Mâide, 2)

Savaş şartlarında bile müslüman olmayan mâsum insanların ve bizzat savaşa katılmayanların öldürülmesine izin vermeyen İslâm, savaş hâricindeki mâsum insanları öldürmeye nasıl müsâade edebilir?!.

İslâm’da Savaş, Cerrah Elindeki Neşter Gibidir

Şunu diyebiliriz ki, İslâm, baştan sona terörle mücâdeledir. İslâm’da kan dökmek ve toprak almak için savaşmak, toprağı kanla sulamak yasaktır, haramdır. Kılıç, ancak zulmü kaldırmak ve hidâyetlere vesîle olabilmek için kullanılır. Bu gâyeye hizmet etmeyen bir kılıç, ancak bir demir parçasıdır.

Yani cihâd, cerrahın elindeki neşter gibidir. Fesat çıkaran, kendi menfaatleri uğruna insanları kırıp geçiren kötü insanları durdurmak için kullanılır. Nasıl ki kangren olmuş bir uzuv, bütün vücûdun selâmeti için kesilirse, insanlığın huzûru için de ıslâhı mümkün olmayan kötü insanlar ortadan kaldırılır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

(Tâlût’un ordusu), Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: «Ey Rabb’imiz! Üzerimize sabır yağdır; ayaklarımızı sâbit kıl ve kâfir kavme karşı bize yardım eyle!» dediler. Sonunda Allâh’ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût’u öldürdü. Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allâh’ın, insanların bir kısmıyla diğer bir kısmını defetmesi olmasaydı, yeryüzü fesâda uğrardı. Lâkin Allah bütün âlemlere karşı büyük bir lûtuf ve ihsan sahibidir.” (el-Bakara, 250-251)

“Sizden önceki nesillerden akıllı kimseler, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etselerdi ya! Fakat onların içinden, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi bunu yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve mücrim olup çıktılar. Ahâlîsi, ıslah edici kimseler olsaydı, Rabb’in o şehirleri haksız yere helâk edecek değildi.” (Hûd, 116-117)

Dinde Zorlama Yoktur

İslâm, doğruları insanlara ulaştırıp anlatmak ister. Ancak hiçbir zaman bunları kabul etmeleri için insanları zorlamaz.[6] Zira Cenâb-ı Hak, imtihan için dünyaya gönderdiği kullarının hür olmasını murâd etmektedir. İslâm’ı kabûl edenler hür irâdeleriyle kabûl etmeli, reddedenler de hür irâdeleriyle reddetmelidir ki âhirette mükâfât veya cezâ verilebilsin.[7] Bu sebeple insanlara İslâm’ı tebliğ etmenin önüne geçen, onların hür irâdeleriyle İslâm’ı incelemesine mânî olan güçlerle de savaşmak gerekebilir. Zira onlar, inançsız insanların hürriyetini kısıtlamakta, onları İslâm’dan uzak kalmaya zorlamaktadırlar.

Îman, ancak hür irâdeyle ulaşılabilecek bir nîmettir. İnsanları zorla ve baskıyla îmân ettirmek mümkün değildir. Zorlanan insanlar ancak münâfık olurlar. İslâm ise münâfıklığı kâfirlikten daha kötü görür. Bu sebeple müslümanlar, tarih boyunca hiç kimseyi İslâm’a girmeye zorlamamış, ellerindeki esirleri bile bu hususta serbest bırakmışlardır. Mısır’ın fethine iştirâk etmiş olan Ziyâd bin Cez’ şöyle anlatır:

“...Harpten sonra elimizdeki Mısırlı savaş esirlerini bir araya topladık; hristiyan olan karşı taraf da geldiler. Biz esirleri, İslâm’ı veya hristiyanlığı tercih etmeleri husûsunda serbest bıraktık. Birisi İslâm’ı seçtiğinde biz fetih esnâsında getirdiğimizden daha kuvvetli bir sesle tekbir getiriyor ve onu yanımıza alıyorduk. (Artık o bizimle aynı hak ve vazifelere sahip oluyordu.) Hristiyanlığı seçen olunca onu da serbest bırakıyorduk ve hristiyanlar bağırarak onu yanlarına alıyorlardı; biz de cizyesini bağlıyorduk. Ancak buna sanki içimizden biri onlara katılmış gibi çok üzülüyorduk...” (Taberî, Târih, I, 512, [20. Sene])

Esirlere Güzel Muâmele

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz muhtelif tâlimat, tavsiye ve tatbikatlarıyla esirlere iyi davranılmasını istemiş, onlara eziyet ve işkence edilmesini yasaklamıştır. Kendisinden bilgi almak için bile esire baskı yapılmasının uygun olmadığına işaret etmiştir.[8] İslâm hukukçuları da aç ve susuz bırakmak gibi esire eziyet etmenin doğru olmadığını ifade ederler. (Kâsânî, Bedâi‘u’s-Sanâi‘, 1406, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, VII, 120)

Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebû Azîz, Bedir’de müşriklerin bayraktarlığını yapmıştı. Müslümanlara esir düştüğünde onlardan gördüğü şefkat ve merhameti şöyle anlatır:

“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensâr’dan bir topluluğa teslîm edilmiştim. Bedir’den dönerken, sabah ve akşam yemekleri geldiğinde ekmeği bana verirler, kendileri kuru hurma ile geçiştirirlerdi. Çünkü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, esirlere güzel muâmelede bulunmalarını tavsiye etmişti. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse hemen onu getirip bana verirdi. Ben hayâ eder o ekmek parçasını onlardan birine iâde ederdim, ancak o ekmeği tekrar bana verir, kesinlikle ona el sürmezdi.” (İbn-i Hişâm, II, 288; Heysemî, VI, 86)

Esirlerden Ebû’l-Âs bin Rebi ve Velid bin Velid de, kendilerine aynı şekilde muâmele edildiğini söylemişlerdir. Hattâ Kureyş esirlerinden Yezid’in haber verdiğine göre Medîne’ye gelirken, esirler hayvanlara binmiş, müslümanlar ise yaya yürümüşlerdir. (Vâkıdî, I, 119)

Esire Misafir Gibi Muamele

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Bedir Gazvesi’nde ele geçirilen esirleri topluca bir yerde tutmamışlardır. Bunları ashâb-ı kirâma birer birer dağıtarak misafir etmelerini ve onlara ikramda bulunmalarını tavsiye buyurmuşlardır. (İbn-i Hişam, II, 288)

Bu esirler, yapılan istişâre neticesinde, fidye karşılığında serbest bırakıldılar. Okur-yazar olanların fidyesi ise Medîneli on çocuğa okuma-yazma öğretmekti. Böyle bir imkânı da olmayanlar, karşılıksız serbest bırakıldılar. (Ahmed, I, 247; Vâkıdî, I, 129; İbn-i Sa‘d, II, 22)

Huneyn Gazesi’nde Hevâzin kabilesinden çok sayıda esir ele geçirilmişti. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Büsr bin Süfyân’a, esirler için elbise temin etmesini emrettiler. Büsr de satın aldığı elbiseleri esirlere giydirdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, esirler arasında bulunan süthala ve sütteyzeleri hatırına öncelikle kendisinin ve Abdülmuttalip Oğulları’nın payına düşen esirleri serbest bıraktılar. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm da hisselerine düşen esirleri fidye almaksızın salıverdiler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, esirini karşılıksız bırakmak istemeyen müslümanlara fidyelerini bizzat kendisinin ödeyeceğini taahhüt ettiler. Bu şekilde 6.000 esir karşılıksız serbest bırakıldı. Ayrıca ganimet olarak alınan mallardan 24.000 deve, 40.000 koyun ve 4.000 ûkıyye (yaklaşık 500 kg.) gümüş iâde edildi. (İbn-i Hişâm, IV, 135; Vâkıdî, III, 943, 950-954)

Esirleri Çoğu Zaman Karşılıksız Serbest Bırakırdı

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, daha pek çok savaşta aldıkları esirleri karşılıksız serbest bırakmışlardır.[9]

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtelif vesîlelerle esirleri serbest bırakmayı severlerdi. Meselâ Ramazan ayı girdiğinde bütün esirleri serbest bırakırlar, kendisinden bir şey isteyen herkese ihtiyâcını verirlerdi. (İbn-i Sa‘d, I, 377)

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da malının çoğunu esir ve köleleri âzâd etme yolunda sarf etmişti. Servetini bu şekilde harcamasından hoşlanmayan babası Ebû Kuhâfe bir gün:

“–Oğlum, sen hep zayıf ve güçsüz köleleri satın alıp âzâd ediyorsun. Madem köle âzâd edeceksin, şöyle güçlü kuvvetli köleler satın al da tehlike ve kötülüklere karşı önünde durup seni muhâfaza etsinler.” demişti.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Babacığım, benim böyle davranmakta yegâne maksadım Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. Ben onları âzâd etmekle ancak Allah katındaki mükâfâtı istiyorum!”

Hazret-i Ebû Bekir’in bu ve benzeri cömertliklerini medhetmek üzere şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Malını Allah yolunda harcayıp O’na saygı duyarak haramlardan sakınan (takvâ sahibi olan ve), o en güzel kelimeyi (kelime-i tevhîdi) tasdik eden kimseyi Biz de en kolay yola muvaffak kılarız.” (el-Leyl, 5-7)[10]

Belirli bir hukukî düzenleme getirilerek, esir alınan kadınların iffet ve şahsiyetleri de emniyet altına alınmıştır. Dört Sünnî mezhebe göre, kölelik yolu ile hukukî bir statüye kavuşturulmadan önce esir alınan bir kadınla cinsî münâsebette bulunmak haramdır.[11]

İSLÂM, ALLÂH’IN BÜTÜN İNSANLIĞA GÖNDERDİĞİ BARIŞ VE SELÂMET DÎNİDİR

İslâm, Allâh’ın bütün insanlığa gönderdiği barış ve selâmet dînidir. Peygamber Efendimiz de Cenâb-ı Hakk’ın bütün âlemlere hediye ettiği bir Rahmet Peygamberi’dir.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

(Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- bu âyet-i kerîme hakkında şöyle buyurmuştur:

“Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne îman ederse dünyada ve âhirette tam olarak rahmete nâil olur. Kim de Allâh’a ve Rasûlü’ne îman etmezse, önceki kavimlerin dünyada uğradığı «yerin dibine geçme», «maymuna çevrilme», «üzerlerine taş yağdırılması» gibi ilâhî azaplardan muhâfaza edilir. Bu onun, Allah Rasûlü sâyesinde nâil olduğu dünyevî rahmettir.” (Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, V, 486; Heysemî, VII, 69)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetinin umûmî bir kıtlıkla helâk edilmemesi, suda boğulmak sûretiyle helâk edilmemesi ve toplu helâke uğramaması için Rabb’ine niyâz etmiştir.[12] Peygamber olarak gönderildiği günden itibâren bütün insanlar O’nun ümmetidir.[13] Dolayısıyla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün insanlığı büyük âfetlerden muhâfaza etmiş olmaktadır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde:

“İnsanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı, insanlara en faydalı olanıdır.” buyurmuşlardır. (Heysemî, VIII, 191)

Bu sebeple müslümanlar, bütün insanlığın selâmeti için gayret ederler. Hangi inanca sahip olursa olsun insanların iyiliği için çalışır, mazlûma yardım ederler. “Yaratılanı hoş gör Yaratan’dan ötürü!” düstûruyla hareket ederler. Cenâb-ı Hakk’ı sevdikleri için, O’nun yarattığı bütün insanları da severler. Haksızlık yapmadığı, insanların fikir hürriyetini kısıtlamadığı sürece, inancı ne olursa olsun kimseye müdâhale etmezler.

Târihe baktığımızda, İslâm medeniyeti, hiçbir zaman diğer medeniyetleri yok etmeye çalışmamıştır. Aksine onlardaki, kendi değerlerine uyan unsurları alıp geliştirmiştir. İdaresi altında iseler onları himâye etmiştir. Peygamber Efendimiz’in tesis ettiği Medîne şehir devletinde, Dört Halife devrinde, Emevî, Abbâsî, Endülüs, Hindistan ve Osmanlı devletlerinde Yahudî, Hristiyan, Budist, Hindu ve Mecûsî kültürleri muhafaza edilmiştir. Eğer İslâm, sadece kendi mensuplarının selâmeti için çalışsaydı, bugün sözkonusu medeniyetlerin en azından bir kısmı tarih sahnesinden silinmiş olurdu.

İslâm’ın Müsâmahası ve Üstün Anlayışı

İslâm’ın bu müsâmahası ve üstün anlayışı, birçok ırk, din ve millet tarafından Afrika, Asya ve Avrupa kıtalarında tecrübe edilmiştir.

İslâm’ın bütün insanlığı kucakladığını sergileyen pek çok misal mevcuttur. Bunlardan biri şöyledir: Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Mısır’a vâli tayin ettiği Mâlik bin Hâris’e bir emirnâme yazmıştı. Orada şu ifadelere de yer verdi:

“İnsanlara, canavarın sürüye baktığı gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnâsız bütün insanlar ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir. İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allâh’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allâh’a karşı asla kafa tutma! Affından dolayı asla pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!”[14]

İslâm’a göre, savaş hâli dışında, kâfir bile olsa, insanların malı, canı ve ırzı haramdır.

İnsanları öldürmek bir tarafa, onlara lânet etmek bile İslâm’ın hoş görmediği bir davranıştır.[15]

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâimâ yumuşaklığı ve merhameti tavsiye etmiş, şiddeti, kabalığı ve zorbalığı hep zemmetmişlerdir. Şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ beni cömert ve güzel ahlâk sahibi bir kul olarak yarattı, zorba ve inatçı bir zâlim kılmadı.” (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 17/3773)

“Allah Teâlâ beni şiddet uygulayan (muannif) birisi olarak göndermedi, bilâkis eğitici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” (Ahmed, III, 328)

Hakîkaten Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, en güzel ahlâkı tamamlamak ve bütün insanlığa güzellikler bahşetmek için gönderilmiştir.

Devlet Başkanı Olan Peygamberimizin (s.a.v) Güzel Ahlâkı

Devlet başkanı olan Peygamber Efendimiz’in, kendisine tuzak kuran yahudî tebaaya karşı sergilediği şu güzel ahlâk, nice ibretlerle doludur:

Bir grup yahudî, Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelmişti. (Müslümanların “es-Selâmu aleyküm” şeklindeki selâmına benzeterek):

“–es-Sâmu aleyküm! (Ölüm senin üzerine olsun!)” dediler.

Bu hileyi anlayan Hazret-i Âişe c perde ardından:

“–O sizin üzerinize olsun, Allah sizlere lânet etsin, Allah sizlere gazab etsin!” diye seslendi.

Güzel ahlâkı kemâle erdirmek için gönderilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona müdâhale ederek:

Yavaş ol ey Âişe! İncelik ve yumuşaklıkla muâmele et! Şiddetten ve çirkinliklerden sakın!” buyurdular.

Hazret-i Âişe vâlidemiz:

“–(Yâ Rasûlâllah!) Onların ne dediğini işitmediniz mi?” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

“–Sen de benim onlara ne dediğimi işitmedin mi? Sadece «Ve aleyküm: Asıl sizin üzerinize olsun!» diye sözlerini onlara iâde ettim. Benim onlar hakkındaki duâm kabul olur, fakat onların benim hakkımdaki duâları kabul olunmaz!” (Buhârî, Edeb, 38)

Efendimiz (s.a.v) Hakâret İhtivâ Eden, Çirkin ve Lânet İfâde Eden Sözlerden Uzak Dururdu

Diğer bir rivâyete göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Âişe vâlidemize şunu da söylemişlerdir:

“Allah Teâlâ her işte rıfkla, yani yumuşaklıkla muâmele etmeyi ister ve sever!” (Buhârî, İsti’zân, 22)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:

“Hakâret ihtivâ eden, çirkin ve lânet ifâde eden sözler, Peygamber Efendimiz’e giran gelirdi, bunlardan hep uzak dururdu. Bizden birine kızıp onu azarlayacak olduklarında sadece:

Ona ne oluyor, alnı toprak olasıca!” buyururlardı. (Buhârî, Edeb, 38, 44)

Efendimiz’in bu sözü bir duâ olup; “Namaz kılıp secde etsin de alnı topraklansın!” demektir.

"Beni Ne Zaman Kötü Söylerken ve Davranırken Gördün?"

Şu hâdise de kabalığın ve güzel ahlâka uymayan çirkin davranışların Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatında yeri olmadığını gösterir:

(Münâfıklardan) biri Peygamber Efendimiz’in huzûruna girmek için izin istedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu uzaktan görünce, (insanları şerrinden korumak için):

O, aşîretin ne kötü kardeşidir veya aşîretin ne kötü oğludur!” buyurdular.

Adam içeri girip oturunca Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona güleryüz gösterdiler, tatlı dille konuştular ve iyi davrandılar. Adam gidince Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–Yâ Rasûlâllah! Adamı gördüğünüz zaman onun hakkında şöyle şöyledir dediniz, sonra da yüzüne gülüp iyi davrandınız?!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ey Âişe! Sen ne zaman beni kötü söylerken ve kötü davranırken gördün?! Kıyâmet günü Allah katında en kötü insan, (dünyadayken) şerrinden korunmak için insanların kendisinden uzak durduğu kimsedir.” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 38)

Burada bahsedilen zâtın kötü hâlleri daha sonra iyice artmış ve Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- zamanında müslümanlara karşı savaşırken esir alınmıştır. İşte o zaman Peygamber Efendimiz’in onun hakkındaki sözünün, ileriye yönelik bir mûcize olduğu anlaşılmıştır.[16]

Dolayısıyla müslümanların, dinlerinden kaynaklanan bir terör faaliyetine katılmaları mümkün değildir. Bâzı insanlar terör faaliyetlerini İslâm ile alâkalıymış gibi gösteriyorsa, bu iddia ya İslâm’ı kötülemek için kasıtlı yapılan bir hıyânet veya büyük bir gaflet ve cehâlettir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları

Dipnotlar

[1]. Bkz. Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562.

[2]. Bkz. Taberânî, Evsat, I, 48/135.

[3]. Bkz. Abdürrazzak, Musannef, V, 220.

[4]. Ebû Dâvûd, Cihâd, 111; İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912.

[5]. Osman Nûri TOPBAŞ, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, s. 166-167.

[6]. Bkz. el-Bakara, 256; Yûnus, 99; Ebû Dâvûd, Cihâd, 116/2682.

[7]. Bkz. el-Enfâl, 42; el-Kehf, 29; ez-Zümer, 7; el-Câsiye, 15.

[8]. Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 115; İbn-i Hişâm, II, 255; Vâkıdî, II, 514.

[9]. Bkz. Müslim, Cihâd, 132, 133; Ebû Dâvud, Itk, 2/3931; İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 559, 560, 835; İbn-i Sa‘d, II, 88, 142-143.

[10]. İbn-i Hişâm, Sîretü’n-Nebî, I, 341; Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXX, 279 [el-Leyl, 5-7]; Süyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, s. 257-258.

[11]. Ahmet Özel, “Esir” mad., DİA, XI, 385.

[12]. Bkz. Müslim, Fiten, 19-20; Tirmizi, Fiten 14/2177; Ebû Dâvûd, Fiten 1/4252.

[13]. Bkz. Heysemî, I, 174.

[14]. Muhyiddîn Seydî Çelebi, Buhârî’de Yönetim Esasları, İstanbul 2000, s. 47.

[15]. Bkz. Müslim, Birr, 84-86; Ebû Dâvûd, Edeb, 45.

[16]. İmâm Nevevî, el-Minhâc Şerhu Sahîhi Müslim, Beyrut 1392, XVI, 144.