İslam’da Diğergâmlık Örnekleri

Müslümanların dertleriyle dertlenmek ile ilgili örnekler ve diğergâmlık örnekleri.

Cenâb-ı Hak, âciz olarak yarattığı insanların cemiyet hâlinde yaşamalarını ve birbirlerine yardım ederek sevap kazanmalarını murâd etmiştir. Dünyaya imtihan için gönderdiği kullarının, bencillik ve hodgâmlıktan kurtularak diğergâm bir gönle sâhip olmalarını istemiştir. Kardeşinin ihtiyacını gören ve bir sıkıntısını gideren kimsenin ihtiyaçlarını bizzat kendisinin karşılayacağını ve âhiret sıkıntılarından birini gidereceğini va’detmiştir.

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede; “…Mü’minlere kol kanat ger.” (el-Hicr, 88) buyurarak, Allah Rasûlü’nün şahsında bütün müslümanlara, mâtemlerin civârında bulunmalarını ve din kardeşlerinin dertleriyle dertlenmelerini emretmektedir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ahlâkta olan kimselere şu müjdeyi verir:

“Allah Teâlâ insanların ihtiyaçlarını temin etmek üzere bâzı kimseler yaratmıştır ki, insanlar ihtiyaçları için onlara koşarlar. İşte onlar, Allâh’ın azâbından emin olan kimselerdir.” (Heysemî, VIII, 192)

MÜSLÜMANLARIN DERTLERİYLE DERTLENMEK

Müslümanların dertleriyle dertlenen ve mâtemlerin civârında bulunan mü’min, Allah ve Rasûlü’nün sevdiği bir kuldur. O, bu güzel ahlâkıyla devamlı ecirler kazanır. Peygamber Efendimiz, insanlara yardımcı olmanın mükâfâtını hadîs-i şerîflerinde şöyle haber verir:

“Bir kimse benden bir şey ister, ben de onu bâzen kasden geciktiririm ki, sizden biri şefaat ederek ihtiyâcının karşılanmasına yardımcı olsun ve ecir kazansın. Evet, muhtâcın ihtiyâcını karşılamak üzere şefaatçi olun ki ecir kazanasınız.” (Nesâî, Zekât, 65)

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Allâh’ı arayan kişi, mâtemlerin civârında dolaşmalıdır. Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- birgün:

“–Yâ Rab! Seni nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allah Teâlâ ona:

“–Beni kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Bu hakîkati lâyıkıyla idrâk edip mûcibince yaşayan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözü ne kadar ibretlidir:

“İki nîmet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum:

Birincisi, bir kimsenin, ihtiyâcını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün samîmiyetiyle benden yardım istemesidir.

İkincisi de, Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vâsıtamla yerine getirmesi yâhut kolaylaştırmasıdır.

Bir Müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sâhip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, VI, 598/17049)

Sadece kendini düşünüp diğer insanlara karşı duygusuzlaşmak, yâni nemelâzımcı bir tavır, Müslümanın ahlâkı olamaz. Çünkü Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” buyurmaktadır. (Hâkim, II, 15)

Hak dostlarının ve âriflerin bu mevzûdaki hikmetli sözlerinden bir kısmı şöyledir:

“İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhâfaza eder.” (Hazret-i Ebû Bekir)

“Eğer gönlünün dertli olmasını istemiyorsan, git dertli gönülleri dertlerinden kurtar.” (Sâdî-i Şîrâzî)

“İlaç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.” (Hazret-i Mevlânâ)

“Başkalarının yükünü yüklenmeli, fakat onlara yük olmamalıdır. Cefâ edenlere karşı, ses çıkarmadan vefâ göstermelidir.” (Yusuf Has Hâcib)

DİĞERGÂMLIK ÖRNEKLERİ

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Müslümanların meseleleri hakkında Ebûbekir ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla beraber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169)

Peygamberimizin Müminlere Duası

Rasûl-i Ekrem Efendimiz yatağına girdiğinde bile mü’minleri düşünür ve şöyle duâ ederdi:

“Bizi yedirip içiren, koruyup barındıran Allâh’a hamd olsun. Koruyup barındıranı bulunmayan nice kimseler var.” (Müslim, Zikir, 64; Ebû Dâvûd, Edeb, 98)

Şifa Nasıl Gerçekleşir?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- etrafındaki insanlarla ilgilenir, dertlerine ortak olur ve hastalıklarını tedâvi etmeye çalışırdı. Bir kimsenin herhangi bir yeri ağrıdığında veya yaralandığında Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şehâdet parmağını toprağa değdirip kaldırarak şöyle duâ ederdi:

“–Bismillâh, bu birimizin tükrüğüyle karışmış, bizim yurdumuzun toprağıdır. Rabbimiz’in izniyle hastalarımıza iyi gelir.” buyururdu. (Buhârî, Tıb, 38; Müslim, Selâm, 54; Ebû Dâvûd, Tıb, 19; İbn-i Mâce, Tıb, 36)

Bu şifânın tahakkuk edebilmesi için şu üç şeyin olması lâzımdır:

1. Allâh’ın şifâ vermeyi murâd etmesi.

2. Duâyı okuyanın ihlâsı.

3. Kendisine duâ okunan kişinin ihlâsı.

Peygamberimizin Derdini Çözdüğü Kadın

Ümmü Züfer isminde aklî dengesi yerinde olmayan bir kadın vardı. Bir gün Peygamber Efendimiz’e gelerek:

“–Yâ Rasûlallah! Sen’inle görülecek bir işim var!” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da:

“–Pekâlâ, nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini halledelim.” buyurdu.

Kadınla yolun kenarına çekilip meselesini halledene kadar görüştü. (Müslim, Fedâil, 76; Ebû Dâvûd, Edeb, 12)

Hz. Osman’ı Üzen Dert

Müslümanlar Habeşistan’a hicret etmiş, orada güzel bir şekilde karşılanmışlardı. Bir müddet sonra Mekkeli müşriklerin Müslüman olduğu yönündeki asılsız bir haber üzerine geri döndüler. Mekkeli müşrikler, gelen Muhâcirlerin Habeşistan’da hüsn-i kabûl gördüklerini öğrendiklerinde, bundan büyük bir endişe duydular ve yapmakta oldukları işkenceyi daha da şiddetlendirdiler.

Akrabâsı Velid bin Muğîre’nin himâyesinde rahat bir hayat süren Osman bin Maz’un -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının akıl almaz zulüm ve işkencelere mâruz kaldıklarını, bâzılarının ateşle dağlandığını, kırbaçla dövüldüğünü görünce tefekküre daldı:

“Vallâhi, bir müşriğin himâyesinde emniyet içinde yaşayarak, arkadaşlarımın ve akrabâlarımın Allah yolunda çektikleri türlü türlü çileleri benim çekmeyişim, büyük bir noksanlıktır! Allâh’ın himâyesi daha şerefli ve daha emniyetlidir!” diye düşünerek hâmîsi Velid’in yanına gitti. Ona:

“–Ey amcamın oğlu! Sen beni himâyene aldın! Güzelce de himâye ettin ve taahhüdünü yerine getirdin! Şimdi senin himâyenden çıkıp Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitmek istiyorum. O ve ashâbı, benim için en güzel örnektir. Beni Kureyşlilerin yanına götürüp üzerimdeki himâyeni kaldırdığını bildir!” dedi.[1]

Osman -radıyallâhu anh-, mü’minlerle hemdert olmayı tercih etmiş, onlar eziyet görürken kendisinin rahat yaşamasına gönlü râzı olmamıştır. Elinden bir şey gelmediği için, Müslümanların derdine ancak böyle iştirâk edebilmiştir.

Kıtlık Yılı

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:

Babam Hazret-i Ömer’in halîfeliği döneminde, bir ara şiddetli bir kıtlık olmuştu. O seneye “Kıtlık yılı” denildi. Babam Hazret-i Ömer, develerle, bütün verimli arâzilerden elde ettiği buğday ve zeytin yağı ile bedevîlere yardım husûsunda büyük bir gayret sarf etmişti.

Kıtlık o kadar şiddetliydi ki, bütün yeşillikler kurumuştu. Ömer -radıyallâhu anh- duâya durup şöyle dedi:

“–Allâh’ım, onların rızıklarını dağ başlarında ver!”

Allah Teâlâ, onun ve müslümanların duâlarına icâbet etti. Bu duâların ardından yağmur yağınca Hazret-i Ömer şöyle dedi:

“–Elhamdülillâh! Vallâhi Cenâb-ı Hak bu sıkıntıyı gidermeseydi, imkânı olan bütün mü’minlerin evine, hâne halkı sayısınca fakir verirdim ve bir kişinin yiyeceğiyle iki kişi idâre ederdi.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 562)

Allah’ın Kendisini Dinlediği Mübarek Kadın

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir grup insanla yolda yürürken ihtiyarlamış olan Havle -radıyallâhu anhâ-’ya rastladı. Havle, Hazret-i Ömer’e durmasını söyledi. O da durdu, kadının yanına yaklaştı. Başını Havle’ye doğru eğip onu dikkatlice dinlemeye başladı. Hazret-i Havle’nin derdini dinleyip arzusunu yerine getirdikten sonra geri döndü. Bir kimse:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Kureyş büyüklerini şu ihtiyar kadın için mi beklettin?” dedi. Hazret-i Ömer kızdı:

“–Yazıklar olsun sana! O kadının kim olduğunu biliyor musun?”

“–Hayır!”

“–O kadın, Allâh’ın yedi kat gökler ötesinde dinlediği Havle bint-i Sa’lebe’dir! Allâh’a yemin ederim ki, eğer akşama kadar yakamı bırakmasaydı, işi görülmedikçe yanından ayrılmazdım.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 290)

10 Yıl İtikâfta Kalmaktan Daha Hayırlı

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- birgün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-:

“–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.” dedi ve konuşmaları şöyle devâm etti:

“–Evet, ey Rasûlullâh’ın amcaoğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukâbilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sâhibi (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki, onun hakkını ödeyemiyorum.”

“–Senin hakkında onunla konuşayım mı?”

“–Sen bilirsin.”

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- ayakkabılarını alarak mescitten çıktı. Adam ona:

“–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescitten çıktın?” diye seslendi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-:

“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan muhterem zâttan duydum ki, (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu):

«Her kim, din kardeşinin bir işini tâkip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile cehennem arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425)

Bir Sepet Helva

Utbe bin Ferkad anlatıyor:

Bir seferinde Hazret-i Ömer’e hurma ve yağdan yapılan birkaç sepet helva götürdüm. O, bana bunların ne olduğunu sorunca ben de:

“–İçlerinde yiyecek var, sana getirdim. Çünkü sabahtan akşama kadar halkın işleriyle meşgulsün. İstedim ki, evine döndüğünde iyi bir gıdâ alarak kuvvet kazanasın.” dedim.

Hazret-i Ömer, sepetlerden birinin ağzını açtı ve:

“–Ey Utbe, Allah aşkına söyle! Bunlardan her bir müslümana bir sepet verdin mi?” diye sordu.

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Kays Kabîlesi’nin bütün mallarını harcasam yine de her Müslümana bir sepet helva veremem.” dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Öyleyse bana da lâzım değil.” dedikten sonra kuru ekmek ve sert etlerle yapılmış bir sahan tirit getirtti… Sonradan bana, etlerin iyi taraflarını uzaklardan gelen Müslüman misâfirlere ikrâm ettiğini, sert yerlerinin ve sinirlerinin ise kendine kaldığını ve onları yediğini söyledi…” (Ali el-Müttakî, XII, 627/35936)

Bir Çocuğu Annesinden Ayırmanın Vebali

Ebû Abdurrahman Cebelî şöyle anlatıyor:

Rumlara karşı vukû bulan bir sefer esnâsında Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- ile bir gemide idik. Başımızda Abdullah bin Kays bulunuyordu. Ebû Eyyûb el-Ensârî, ganimetleri taksime memur olan zâtın yanına geldi ve orada bir kadının ağladığını gördü. Bu kadın, gazâ esnâsında esir düşenlerden biriydi. Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-, bu kadının niçin ağladığını sorunca ona:

“–Bu kadının bir çocuğu var, çocuğu anasından ayırdılar, bu yüzden ağlıyor.” cevâbı verildi.

Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-, hemen çocuğu buldu ve onu anasına teslim ederek kadının gözyaşlarını dindirdi. Ganimetleri taksim eden memur, Abdullah bin Kays’a giderek Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin yaptıklarını anlattı. Abdullah bin Kays, Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye bu davranışının sebebini sorunca şu cevâbı aldı:

“–Ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

«Ana ile çocuğunu birbirinden ayıranları Cenâb-ı Hak kıyâmet gününde bütün sevdiklerinden ayırır.» buyurduğunu işittim. (Ahmed, V, 422; Tirmizî, Büyû’, 52/1283)

Hz. Ömer’in Hizmeti

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gece evinden dışarı çıkmıştı. Talha -radıyallâhu anh- onu gördü. Hazret-i Ömer onu fark etmeden yürüdü ve bir eve girdi, oradan çıkıp başka bir eve girdi. Talha -radıyallâhu anh- çok meraklanmıştı. Sabah olunca bu evlerden birine gitti. Bir de ne görsün, evde gözleri kör, yatalak bir kadın var. Talha -radıyallâhu anh- kadına:

“–Sana gelen o adamın işi neydi?” diye sordu. Yaşlı kadın:

“–O, şu vakitten beri devamlı gelir. Her gün bana ihtiyacım olan şeyleri getirir, üstümü başımı temizler ve beni sıkıntılardan kurtarır.” dedi. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 48)

Nerede Borçlular?

Ömer bin Abdülaziz, tellâllar tutarak ahâliye:

“Nerede borçlular? Muhtaçlar, yetimler, evlenmek isteyen fakirler, mazlumlar nerede! Ey hak ve ihtiyaç sâhipleri! Geliniz ve haklarınızı alınız!..” diye nidâ ettirerek müslümanların dertleriyle meşgul olurdu.

Müslümanların Derdiyle Dertlenme

Hâce Ubeydullah Ahrâr’ı bir an şiddetli bir üşüme almıştı. Ateş yakıp ısıtmaya çalıştılar fakat nâfile. Hazret şiddetle titriyordu.

Tam o esnâda kendisi ile aynîleşmiş olan bir mürîdi, soğuk su dolu bir hendeğe düşerek tamamen ıslanmış bir vaziyette, titreyerek kapıdan içeri girdi. Hemen kurulayıp ısıttılar. O ısınınca, Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin üşümesi de bir anda bitiverdi.

Müslümanların derdiyle dertlenme ahlâkının kâmil mânâda tezâhürü, herhâlde böyle olmaktadır.

«Ümmetî Ümmetî» Diyenler

Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh- anlatıyor:

“Zamanımızda binlerce velî vardı. Fakat asrın kutupluğu vazifesi Ebû Hafs adında bir demirciye verilmişti. Bunun hikmetini öğrenmek için dükkanına gittim. Kendisini çok dertli gördüm ve sebebini sordum. Büyük bir hüzünle şöyle dedi:

«–Acaba benim derdimden daha büyük bir dert, benden daha dertli bir insan var mı? Derdim şudur ki; acaba kıyâmet gününde bu kadar ibâdullâh’ın hâli nice olur?»

Ardından ağlamaya başladı ve beni de ağlattı. Merak edip sordum:

«–Halkın muazzeb olmasına niçin bu kadar üzülüyorsun?»

Ebû Hafs Hazretleri cevâben:

«–Benim fıtratım, merhamet ve şefkat mayasıyla yoğrulmuştur. Şayet ehl-i cehennemin bütün azâbı bana yükletilip onlar affedilse, ben bundan ziyâdesiyle memnun olurum ve derdim de son bulur...» dedi.

Bunun üzerine anladım ki, Ebû Hafs Hazretleri «nefsî nefsî» diyenlerden değil, peygamber meşrebinde olup «ümmetî ümmetî» diyenlerdendir. Onun yanında bir müddet kaldım. Bu arada kendisine bâzı Kur’ân sûrelerini tâlim ettim. Ancak kırk senedir tahsil ve idrâk edemediğim dereceye onun vesîlesiyle ulaştım. Yâni asıl tâlimi o bana yaptı. Bâtınım feyz-i Rabbânî ile doldu. Yine anladım ki, kutbiyet, ayrı bir sırdır. Fazîlet, sadece ilim ve çok ibâdet ile değil, onların irfâna tebdîli ve Cenâb-ı Hakk’ın mevhibe ve teveccühü iledir. Şu kadar var ki, bu teveccüh ve mevhibenin Ebû Hafs Hazretleri’ne nasîb olmasında, ondaki engin şefkat ve merhametin tabiat-i asliye hâline gelmesinin bereketini de unutmamak gerekir.”

Mü’minlerin Dertleriyle Dertlenmeyen, Onlardan Değildir

Seriyy-i Sakatî -kuddise sirruh-, birgün derste talebelerine:

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”[2] hadîsini îzâh ederken, bir talebesi heyecanla içeri girer ve:

“–Üstâdım! Bütün mahalle yandı, kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu.” der. Hazret; “Elhamdülillâh!..” der.

Otuz sene sonra bir dostuna:

“–Ben o vakit; «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ıztırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o andaki gafletimin tevbesi içindeyim!..” der.

Kendisine Zulmedene Üzülen Hak Dostu

Birgün Allah dostlarından Fudayl bin Iyâz’ı ağlarken gördüler:

“–Niçin ağlıyorsun?” dediler. O da:

“–Bana zulmeden bir zavallı Müslümana üzüldüğüm için ağlıyorum! Bütün kederim, onun kıyâmette rezil olacağından dolayıdır...” buyurdu.

İşte bir Allah dostunun gönül ufku… Kendi gördüğü zulme aldırmadan, o zulmü yapan insanın âhirette çekeceği sıkıntıyı düşünerek ağlıyor.

Kâtibin Hatıratı

Abdülhamid Hân’ın mâbeyn kâtibi, hâtırâtında şu câlib-i dikkat hâdiseyi anlatır:

“Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektup, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini düzenlemiştim. Tam huzûra çıkmak üzere iken bir telgraf geldi. İstanbul Lâleli Postahânesi memurlarından birinin Hünkâr’a çektiği bir telgraftı bu...

Bîçâre memur, telgrafında karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların kendisini îkâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şâhâneye sığındığını bildiriyordu.

Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-ı şâhâneye vereceğim listenin içerisine almadım. Ancak huzûrda, pâdişah, âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:

«–Başka bir şey var mı?»

«–Kayda değer bir şey yok efendim!” dediysem de Sultan, ısrarla suâlini tekrarladı ve:

«–Sen kayda değer saymadığını da söyle!» dedi.

Bunun üzerine mâlum telgraftan bahsettim. Arz edilmeye değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek tâlimat verdi:

«–Hemen getiriniz!»

Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdim. Sultan, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine derhal saray doktorunu çağırtarak bana döndü:

«–Derhal beraberce Lâleli’ye gidiniz ve doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdâhaleyi yaptırınız!» diye ferman buyurdu.

Sultân’ın bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine gittik. Vazifemizi yerine getirip hastahâneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi fark eden Sultan, perdeyi araladı ve eliyle «Gelin!» diye işâret etti. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ ile meşgul olmuştu. Hemen huzûruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:

«–Sultanım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh. Bir erkek çocuk dünyâya getirdi. Adını da Abdülhamid koydular. Sabaha kadar gözyaşları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine duâ ettiler...» dedim.

Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir «Elhamdülillâh!» dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki rekât şükür namazı kıldı.”

Mesnevi’nin Hidayetine Vesile Olduğu Hoca

Evvelce bir ortodoks olan hocam Yaman Dede, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si bereketiyle hidâyet bulmuş, içli, yanık bir Peygamber âşığı idi. Âdeta O’nun ve ashâbının ahlâkı ile ahlâklanmıştı. Şu hâdise, onun bu hâlini aksettirmeye kâfîdir:

Birgün derste öğrencilerinden biri sorar:

“–Hocam, ağır bir günâhın altında kalmayı mı, yoksa cüzzam illetine tutulmayı mı tercih edersiniz?”

Yaman Dede der ki:

“–Allâh’ın kullarının gönül dünyasından bir an için uzaklaşmak ve duyarsız kalmaktansa diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim!”

İşte İslâm’ın insana kazandırdığı diğergâmlık, merhamet ve muhabbet ufkunun enginliği!..

Muhtaçlarla İlgilenmenin Bereketi

İstanbul’da anarşi hâdiselerinin zirvede olduğu bir dönemde yaşanan şu hâdise, muhtaçların derdiyle dertlenmenin daha bu dünyâdaki bereketini gösteren ibretli bir manzaradır:

Beş-altı soyguncu, büyük bir markete girmişler ve dükkan sâhibine kasada ne varsa vermesini söylemişlerdi. İhtiyar adamcağız, çâresiz bir şekilde kasanın anahtarlarını tam eline almıştı ki, gelen-gideni kontrol için kapıda bekleyen soyguncu, yaşlı adamı fark etti ve birden yerini terk ederek süratle içeri girip yaşlı dükkan sâhibine siper oldu. Silahını da arkadaşlarına doğrultmuş bir vaziyette haykırdı:

“–Buradan tek kuruş almadan çıkacağız!”

Bu âni gelişme karşısında şaşıran arkadaşları:

“–Hayrola! Buraya kadar kaç dükkan soyduk; bir şey demedin! Ne oldu sana birden?!. Çekil önümüzden de işimize devâm edelim!” dediler.

Fakat o, arkadaşlarına mânî olabilmek için hem kararlı hem de mahcup bir edâ ile şunları söyledi:

“–Hayır! Buradan bir iğne bile almayacağız! Sakın ısrar etmeyin. Bilin ki, benim cesedimi çiğnemedikçe bu dükkandan size hayır yok! Bu ihtiyar amca kim biliyor musunuz? Ben yıllar yılı kumarhâne ve meyhâne köşelerinde âilemi ve çocuklarımı ihmâl ederken, merhamet elini uzatarak, âdeta onlara babalık yapan ve yavrularımı büyütüp okutan müstesnâ bir insan!..”

Bu hâl üzerine arkadaşları, başlarını önüne eğdi ve hep birlikte özür dileyerek oradan ayrıldılar.

İşte Allâh için infâkın dünyevî fâidesinin, yaşanmış, ibret dolu bir misâli ve; “Sadaka belâyı defeder.”[3] hakîkatinin müşahhas bir tecellîsi…

İmkânı az olan az sadaka ile, çok olan da çok sadaka ile Allâh’ın rızâsını kazanmaya çalışmalı, belâlara karşı kendine siper hazırlamalıdır.

Müslümanların Dertlerine Ortak Olma Gayreti

Bir muallim, küçük bir yüreğin Müslümanların dertlerine ortak olma gayretini şöyle nakleder:

Bosna Savaşı’nın en yoğun olduğu günlerdi. Sınıftaki talebelerimle orada yaşanan vahşet manzaralarını konuşmuştuk. Talebelerden biri:

“–Hocam, biz de yardım gönderelim.” dedi. Ben de:

“–Âilelerinizden para istememek şartı ile olur.” dedim. Onlar İş Eğitimi dersinde öğrendikleriyle bir şeyler yapacak, ben de on beş gün sonra Bosna’ya yardım için tertiplenen bir kermeste eserlerinin satılmasını sağlayacaktım.

Bir hafta sonraki dersimde talebelerin çoğu yaptıkları küçük ama benim gözümde kıymeti çok büyük olan eserlerini teslim ettiler. Birkaç tanesi yetiştiremediklerini, bir sonraki derse getireceklerini söylediler. Hepsi çok mutluydu. Ancak ön sırada oturan sınıfın en sessiz ama başarılı talebelerinden Songül, ders boyunca başı öne eğik vaziyette hiç konuşmadan durdu. Ders zili çaldığında Songül, sessizce yanıma geldi:

“–Ben Bosna-Hersek’teki kardeşlerime verebilmek için yalnızca bunu bulabildim hocam. İnşâallah işlerine yarar.” dedi. Avucumun içine bir şey bıraktı ve hızla uzaklaşıp gitti. Avucumu açtığımda gördüğüm, bir öğrenci otobüs biletiydi. “Herhalde Bosna-Hersek’lilerin de aynı biletle otobüse binebileceklerini düşündü.” dedim. Güldüm ve yürüdüm.

Okuldan çıktığımda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Arabama bindim ve yol yapım çalışmaları olduğu için normalde hiç kullanmadığım arka caddeden evime doğru yöneldim. Silecekler yağmura yetişemiyordu. Önümü zorlukla görüyordum.

Issız bir yolun kenarında sırılsıklam ıslanmış, hızlı hızlı yürümeye çalışan 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu görünce arabaya almak için yavaşladım. Baktım ki Songül…

Küçük kız, son biletini Bosna’daki kardeşleriyle paylaştığı için o yağmurda evine yürüyerek gitmeye çalışıyordu. Arabaya aldım. Onu babası ve üç kardeşiyle yaşamaya çalıştığı yıkık-dökük gecekonduya bıraktım. Üç-dört kilometrelik yol boyunca ondan saklamaya çalıştığım gözyaşlarım, artık sel gibi akıyordu.

Bir hafta sonra düzenlediğimiz kermesin açılışına gelen Belediye Başkanı ve yanındaki misafirlere bileti gösterdim. Kendisi çok zor şartlarda yaşayan, ama yüreği çok zengin talebemin hikayesini anlattım. Başkan bileti açık artırmaya çıkardı. Ve o bilet, kermeste satılan bütün eşyânın toplamına yakın bir para kazandırdı...

ÜMMETE HİZMET

Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmayı arzu eden ince ve hassas bir mü’min gönlü, mâtemlerin civârında bulunarak Müslümanların dertleriyle dertlenmeyi îtiyad hâline getirmeli, Allah Teâlâ’yı kalbi kırıkların yanında aramalıdır. Zîrâ kuluna hizmet, Allah Teâlâ’ya hizmet; ümmetine hizmet de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hizmet gibidir.

Müslümanların derdine çâre olmak, Allâh’ın rızâsını kazandıran büyük bir ictimâî ibâdettir. Bîgâne kalmak ise, Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği bir hodgâmlıktır. Bütün Müslümanlar, tek bir vücut gibi olduğundan, bir âzânın ağrısına bîgâne kalmak, nihâyette bütün vücûdun acı ve ıztırâbına sebep olabilir.

Dipnotlar:

[1] İbn-i İshâk, Sîret, Konya 1981, s. 158; Heysemî, VI, 34. [2] Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87. [3] Bkz. Tirmizî, Zekât, 28/664; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 108.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDAN İSAR ÖRNEKLERİ

Peygamberimizin Hayatından İsar Örnekleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.