İslam’da Eğitim Yöntemleri
İslam’da eğitimin yeri ve önemi nedir? İslam’da eğitim yöntemleri nelerdir?
İbn-i Abbâs (r.a):
“Kitab ta’lim etmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulunduğunuz için rabbânîler olunuz!”[1] âyet-i kerîmesini; “Hilim ve hikmet sahibi fakîh âlimler olunuz!” şeklinde tefsîr etmiştir.
“Rabbânî, insanları, evvelâ ilmin küçük ve basit meselelerini, daha sonra da derece derece ağır ve zor mevzûları öğreterek yetiştiren kişidir” de denilmiştir. (Buhârî, İlim, 10)
Hangi yaşta olursa olsun ilim öğrenmeye devam etmek lâzımdır. Nitekim İmâm Buhârî (r.a) şöyle buyurur:
“Bir makam ve mevkîye getirildikten sonra da dînî ilimleri derinlemesine öğrenmeye devam ediniz! Zira Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in ashâb-ı kirâmı, ileri yaşlarında ilim öğrendiler!” (Buhârî, İlm, 15)
İSLAM’DA EĞİTİM YÖNTEMLERİ
Akâid’in İnşâsı
İslâm’da en mühim husus akâid yani inanç esaslarıdır. Her şeyden evvel bunların kalbe iyice yerleştirilmesi lâzımdır. Bunu yaparken de şu noktalara dikkat etmek gerekir:
- Sünnetullâhı bilmek ve ona ittibâ etmek. İslâm, mûcizelerle yayılmamıştır. İlk Müslümanlar sünnetullâhın îcâbı olan halleri yaşamış, üzerlerine düşen vazifeleri yapmışlardır. Müslümanlar, hayatın kânunlarını iyi bilmeli ve ona göre hareket etmelidirler. (Tedrîcîlik…)
- Îtikâdî, fikrî, ahlâkî hususlarda evvelâ kendimizden başlayarak değişimi sağlamak îcâb eder.
- Eğrilen ve bozulan yerleri tashih etmek gerekir.
- Cennet’i anlatmak,
- Cehennem’i tanıtmak,
- Kader’in öğretilmesi,
- İnsan hakîkatinin idrak ettirilmesi lâzımdır.
- İnsan ile şeytan arasındaki mücadele izah edilmelidir.
- Kâinât, hayât ve mahlûkât ile alâkalı bilgiler verilip insanlar bunlar üzerinde tefekküre dâvet edilmelidir.
İbâdet ve Ahlâkın İnşâsı
İtikattan sonra ibadet hayatının ve ahlâkî güzelliklerin kazanılması gerekmektedir. Bu kademede:
- Tefekkür, teemmül, namaz, teheccüd, dua, zikir, Kur’ân tilâveti gibi muhtelif ibadetlerle ruhların tezkiye edilmesi gerekir.
- Zannı terk, hakkı araştırma ve tam bilgi sahibi olma, tedebbür, hikmeti araştırma, tarihe bakıp ibret alma gibi zihnî faaliyetlerle aklın tezkiyesi şarttır.
- Habis ve pis şeyleri terk edip tıyb (güzel ve hoş) olan şeylerle beslenme, takvâ elbisesine bürünme gibi faaliyetlerle bedeni terbiye etmelidir.
- Güzel ahlâkı kazanıp alışkanlık hâline getirmek için dâimî bir gayret içinde olunmalıdır.
Nitekim Mekke’de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in vazîfeye başladığı haberi Ebû Zer (r.a)’e ulaştığında, kardeşi Üneys’e:
“‒Bineğine binip Mekke vâdisine git ve O zâtın sözlerini dinle!” demişti. O da denileni yaptı. Mekke’den dönünce Ebû Zer’e şöyle dedi:
“‒Ben O zâtın herkese mekârim-i ahlâkı yani en üstün ahlâkî güzellikleri öğrettiğini gördüm!” (Buhârî, Edeb, 39)
Kur’ân-ı Kerîm’in Kaydedilip Ezberlenmesi
Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), vahiy nâzil oldukça âyetleri unutmamak arzûsuyla acele ederek Cibrîl-i Emîn ile beraber okumak isterlerdi. Bu hâl üzerine şu âyetler nâzil oldu:
“Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’ân’ı okumakta acele etme! «Rabbim! İlmimi arttır» de!” (Tâhâ, 114)
“(Rasûlüm!) vahyi çarçabuk almak için dilini kımıldatma! Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O hâlde, biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et!” (Kıyâme, 16-18)
Artık bundan sonra Cibrîl-i Emîn geldikçe Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) susarlar; Cibril (a.s), vahy-i îlâhî’yi tamâmen tebliğ edip bitirince Rasûlullah (s.a.v) gelen âyetleri tam olarak ezberlemiş bulunurlar ve öylece tilâvet buyururlardı.
Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in pek çok vahiy kâtibi vardı. Bunların sayısı 65’e kadar çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’den bir kısım geldiğinde Efendimiz (s.a.v), kâtiplerden müsait olanları çağırır ve vahyi yazdırırlardı.[2] Onlar da, inen âyetleri o zamanın yazı malzemelerine yazarlardı. Yazma işlemi bittikten sonra Rasûlullah (s.a.v), kâtiplere yazdıklarını okuturlar ve eksikleri varsa düzeltirlerdi. Daha sonra kâtip çıkar vahyi insanlara arzederdi.[3] Akabinde Rasûlullah (s.a.v) de inen âyetleri önce erkek sonra da kadın sahâbîlere okurlardı.[4] Müslümanlar da gelen vahyi ezberler, bir kısmı da yazarak yanlarında muhafaza ederlerdi.
Kısım kısım inen âyet ve sûrelerin Kur’ân’ın neresine yerleştirileceği Cenâb-ı Hak tarafından bildiriliyor, Cebrail (a.s) bunları Allah Rasûlü’ne tarif ediyor, Efendimiz de kâtiplerine yazdırıyorlardı.[5]
Şurasını hatırdan çıkarmayalım ki, ilk inen âyetler, “kalem”in ve “yazdığı satırlar”ın medh ü senâsına hasredilmiş, yazılmış olan bilgiler mânâsına gelen “Kitâb” kelimesi üzerinde ısrarla durulmuştur.[6] İşte Allah Rasûlü’nü, Kur’ân’ı yazıyla tesbit etmeye sevkeden âmillerden biri de budur.
Nâzil olan Kur’ân âyetlerini yazmak ashâb-ı kirâm arasında çok yaygındı. Herkes bu işe dört elle sarılmıştı. Yazmayı bilmeyenler de ellerinde yazı malzemeleriyle Efendimiz’in yanına gelirler, orada bulunan bir sahâbî Allah’ın rızâsını kazanmak için kalkar ve onun için Mushaf’ın bir kısmını yazar, daha sonra başka biri devam eder, nihâyet yazı bilmeyen sahâbî için bir Mushaf yazıverirlerdi.[7] Bu sebeple Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), karışıklığa meydan vermemek için ilk günlerde Kur’ân ile hadislerin aynı yere yazılmasını yasaklamışlardı.[8] İlk günlerde hadislerin yazılmasını yasaklamalarının bir hikmeti de muhtemelen insanların öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’e teksif olarak onu güzelce öğrenmeleri, başka şeylerle meşgul olmamalarıdır.
Yani âyetler İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren hatta müslümanlar Kureyş’in zulmü altında sayısız sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirilmiştir. Abese sûresinin 11-16. âyetlerinde, Kur’ân’ın ilk senelerde mevcut çok sayıdaki yazılı metinlerinden (nüshalarından) bahsedilmektedir. İbn-i Abbâs (r.a) da Mekke’de inen âyetlerin hemen orada kaydedildiğini söylemiştir.[9] Nitekim ilk senelerde Hz. Ömer (r.a), Kur’ân yazılı bir sahifeyi okuduktan sonra iman etmiştir.[10] Râfi bin Mâlik (r.a) Akabe Bey’atı’na katıldığında, Rasûlullah (s.a.v) o zamana kadar vahyedilmiş tüm âyet ve sûrelerin yazıldığı malzemeleri ona teslim etmişlerdi. Râfi (r.a), Medine’ye döndüğünde kendi mahallesinde inşâ ettirdiği ve İslâm âleminde ilk câmi diye bilinen mescidde toplanan müslümanlara bu âyet ve sûreleri tilâvet ederdi. Yûsuf Sûresi’ni de Medîne’ye ilk defâ Râfî getirmiştir.[11]
Nâzil olan Kur’ân âyet ve sûreleri; ilk günden beri, namazlarda ve bilhassa uzun uzun kılınan teheccüdlerde sesli ve sessiz olarak gece gündüz okunuyordu. Ashâb-ı kiram arasında büyük bir okuma-yazma ve Kur’ân’ı öğrenip ezberleme faaliyeti başlamıştı. Efendimiz’in teşvik ve gayretleri neticesinde pek çok insan Kur’ân’ı baştan sona ezberlemiş ve yazmıştır. Bu güzel gayretler günümüze kadar artarak devam etmiştir.
Efendimiz’in hayatına baktığımızda onun Kur’ân’ı her vesileyle okuduğunu görürüz. İnsanlara İslâm’ı anlatırken, ashabına sohbet ederken, bir meseleyi izah ederken, gece ibadetlerinde Kur’ân’dan bir kısım okurdu. Kendisi ve ashâbı, her gün düzenli olarak Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okumayı âdet edinmişlerdi.[12]
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Kim geceleyin hizbini veya hizbinden bir kısmı okumadan uyursa bunu sabah namazı ile öğle namazı arsında tamamlasın! Bu takdirde, sanki gece okumuş gibi aynı sevâba nâil olur.” (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 142)
***
Allâh Teâlâ can ve mal nîmetlerini birer imtihan sebebi kılmış ve bunlarla kendi yolunda cihâd etmemiz için pek çok îkazda bulunmuştur. Nitekim bu husustaki âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Peygamber ve O’nunla beraber inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (et-Tevbe, 88)
“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti göstereyim mi? Allâh’a ve Rasûlü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allâh yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff, 10-11) Bir gün ashâb-ı kirâm, Sevgili Peygamberimiz’e:
“–Yâ Rasûlallâh, hayırlı insan kimdir?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de:
“–Canı ve malı ile Allâh yolunda cihâd eden mü’mindir.” buyurdular. (Buhârî, Cihâd, 2; Müslim, İmâret, 122)
Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde ifâde buyrulan mal ve can ile cihâddan maksat, yalnız silâhla savaşmak değildir. Zîrâ silâh, zulmü kaldırmak, hakkı tevzî etmek gibi zarûret hâllerinde kullanılan bir vâsıtadır. Asıl fetih ise gönüllerin fethidir ki, o, başta sözlü ve yazılı teblîğ olmak üzere pek çok vâsıta ile îfâ edilebilir.
Nitekim cihâd âyetlerinin çokça indiği Mekke döneminde mü’minlerin henüz ciddî bir harp gücü yoktu. Onlar, câhiliye insanlarının terörüne karşı sadece Kur’ân’ı öğrenmek ve öğretmekle meşgul oluyorlardı. İnsanlarla tek tek ve birebir ilgilenerek onlara Kur’ân ilimlerini naklediyor ve îmânı telkin ediyorlardı. Cenâb-ı Hak, onların bu hâlini “büyük cihâd” diye isimlendirmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kâfirlere aslâ boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı büyük bir mücâhede örneği sergile!” (el-Furkân, 52)
Âyette geçen “جِهَادًا كَبِيرًا” tâbiri, İslâm’ın gâlip gelmesi, yâni insanlığın hidâyet ve huzur bulması yolunda bütün imkân ve kaynakları seferber etmek ve Allâh’ın dînini yüceltmek için hâl ve kâl ile teblîğde bulunmak demektir. “Cihâd”da, savaşmaktan önce dâimâ tebliğ, eğitim ve öğretim faaliyetleri gelmektedir.
***
O devirdeki Kur’ân-ı Kerîm eğitim ve öğretimine dâir birkaç manzara şöyledir:
İbn-i Abbâs (r.a) şöyle buyurur:
“Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut!”[13] âyet-i kerimesi, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Mekke’de gizli hareket ederlerken indirildi. Seslerini yükselttiklerinde müşrikler bunu işitir, Kur’ân’a, onu indirene ve getirene söver, hakaretler ederlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“Namazında sesini müşrikler duyacak kadar yükseltme, ashâbın işitmeyecek kadar da alçaltma! İkisi arası bir yol tut! Sesini fazla yükseltmeden ashâbına işittir ki Kur’ân’ı Sen’den alsınlar, ezberlesinler!” buyurdu. (Buhârî, Tevhîd, 34, Tefsîr, 17/14)
***
Ebû Abdurrahman es-Sülemî şöyle anlatır:
Allah Rasûlü (s.a.v)’in ashâbından bizlere Kurân-ı Kerim tâlim eden biri vardı. Şöyle dedi:
“Biz, Peygamber Efendimiz’den on âyet alır, bunlardaki bilgileri ve amelleri öğrenmeden diğer on âyete geçmezdik. Rasûlullah (s.a.v) bize hem ilim hem de ameli (birlikte) öğretirdi.” (Ahmed, V, 410; Heysemî, I, 165)
…Bizden sonra Kur’ân’a öyle bir topluluk vâris olacak ki onu su içer gibi içecekler ama içtikleri -elini boğazına koyarak- işte burayı geçmeyecek.” (İbn-i Sa’d, Tabakât, VI, 172; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, X, 460)
Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân tâlimindeki metodu, öğretilecek yerleri kısımlara ayırmaktı. Bir kısım beş âyeti aşmazdı. Bir rivayette 10 ayet denilmiştir. Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den bu âyetlerin nassını ezberler, edâsının ve kıraatinin nasıl olduğunu ve bu âyetlerdeki ilim ve ameli öğrenirlerdi. İbn-i Ömer (r.a) şöyle buyurur:
“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ne zaman bir sûre nâzil olsa biz mutlaka o sûrenin içindeki emirleri, nehiyleri, sakındırmaları, helâli ve harâmı bilirdik. Şimdi ise kişi bir sûreyi başından sonuna kadar okuyor da ahkâmından bir şey bilmiyor!” (Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, Beyrut 1419, II, 352; Aynî, Umdetü’l-kârî, V, 203)
***
Allah’ın Rasûlü (s.a.v), Mekke devrinin çileli günlerinde insanları İslâm’a dâvet ederken, önceki ümmetlerin kıssalarını da anlatarak onlardan ibret alınmasını isterlerdi. O günlerde Allah Rasûlü (s.a.v) bir mecliste otururlar, oradakileri Allah’a çağırırlar, onlara Kur’ân okurlar ve onları, geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden sakındırırlardı. Oradan kalkıp gittiklerinde hemen peşinden Kureyş’in şeytanlarından biri olan Nadr bin Hâris gelir, onlara Rüstem’den, İsfendiyar’dan ve Pers krallarından hikâyeler anlatırdı… (İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, I, 381)
***
Ashâb-ı kirâm da Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmek için büyük bir gayret gösteriyordu. Zira Rasûlullah Efendimiz (s.a.v);
“Sizin en hayırlılarınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.” buyuruyorlardı. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 21)
Bir şahıs, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelmiş ve:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!” demişti.
Rasûlullah (s.a.v) de onu, kendisine Kur’ân öğretmesi için ashâbından birine gönderdiler. O sahâbî yeni gelen zâta Zilzâl Sûresi’ni sonuna kadar öğretti. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür” âyetlerine gelince, bu ifadelerden son derece müteessir olan şahıs, derin düşüncelere daldı ve:
“–Bu bana yeter” dedi. Bu durum Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e haber verilince:
“–Onu bırakın! Zira o hakîkati idrak etti, anlayış sâhibi oldu” buyurdular. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VIII, 597)
***
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in huzûrunda sadece dinin öğretimi ve ümmet-i Muhammed’in işleri konuşulurdu. O hiç kimsenin bunların dışında faydasız bir şey konuşmasına râzı olmazdı. Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:
“Ashâb-ı kirâm onun huzuruna ilim öğrenmek için girer, ilmin tadını almış olarak çıkıp gider, her biri Kitap ve Sünnet’i öğrenmiş olarak oradan ayrılırlardı.” (Kâdî Iyâz, Şifâ, I, 340)
***
Müslümanlar târih boyunca Kur’ân eğitimine pek büyük bir ehemmiyet atfetmişlerdir. Zira Allah ve Rasûlü, insanları, bir araya gelerek Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamaya teşvik etmektedir.[14] Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu tür gayretlerden Cenâb-ı Hakk’ın ziyâdesiyle memnûn olduğunu şöyle ifade buyururlar:
“…Bir cemaat, Allah Teâlâ’nın evlerinden bir evde toplanıp Allah’ın kitâbını okur ve onu aralarında müzâkere eder, anlayıp kavramaya çalışırlarsa, üzerlerine sekînet iner ve kendilerini rahmet kaplar. Melekler onları kuşatırlar. Allah Teâlâ da onları kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder…” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
Abdullah bin Mesut (r.a) şöyle demiştir:
“Bir gün biz Peygamber (s.a.v) Efendimiz ile beraber Minâ’daki bir mağarada bulunuyorduk. O esnâda, Efendimiz’e Ve’l-Mürselât Sûresi indi. Allah Rasûlü (s.a.v) bu sûreyi okuyor, biz de bu sûreyi O’nun mübarek ağzından taze taze alıyorduk. Efendimiz (s.a.v) henüz okumasını bitirmemişlerdi ki birden üzerimize bir yılan sıçradı. Nebî (s.a.v):
«‒Öldürün onu!» buyurdular. Biz süratle yılana doğru davranınca o kaçtı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Efendimiz:
«‒Allah sizi onu şerrinden koruduğu gibi onu da sizin şerrinizden korudu!» buyurdular.” (Bkz. Buhârî, Cezâü’s-Sayd, 7; Müslim, Selâm, 137)
Abdullah bin Mesut (r.a) anlatıyor:
“Nebiyy-i Muhterem (s.a.v), ellerim onun avuçları arasında olduğu halde, Kur’ân’dan bir sûre öğretir gibi bana teşehhüdü (Tahiyyat duâsını) öğretti.” (Buhârî, İstîzân, 28)
Abdullah bin Mesut’un şu sözü de ashâb-ı kiramın Kur’ân eğitimine verdikleri ehemmiyeti ne güzel ortaya koyar:
“Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim, Allah’ın kitâbından hiçbir sûre indirilmemiştir ki ben onun nerede ve kimin hakkında nâzil olduğunu bilmeyeyim. Bir kimsenin Allah’ın Kitâbı’nı benden daha iyi bildiğini duysam ve deveyle ona ulaşmak da mümkün olsa, hiç durmaz hemen yola düşerim!” (Buharî, Fedâilu’l-Kurân, 8)
Abdullah bin Mesut (r.a) birisine bir âyet okutur ve:
“–Bu âyet, üzerine Güneş’in doğduğu veya yeryüzünde bulunan her şeyden daha hayırlıdır” buyururdu. Bu sözünü Kur’ân’ın her âyeti için tekrar ederdi. (Heysemî, VII, 166)
İslâm, Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz ve ashâbının muazzam gayretleri neticesinde dağlarda ve çöllerde yaşayan insanlara kadar ulaşmıştı:
Ebû Katâde ve Ebu’d-Dehmâ (r.a), Beytullah’a çokça sefer yaparlar, çok haccederlerdi. O ikisi şöyle anlattılar:
“Bir defasında çöl ehlinden bir kişinin yanına vardık. Ona:
«–Hiç Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den bir şey işittin mi?» diye sorduk. O bedevî de:
«–Evet, işittim» dedi ve şunları anlattı:
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) elimi tuttular ve Allah Teâlâ’nın kendisine öğrettiği şeylerden bana öğretmeye başladılar. Kendilerinden öğrendiğim şeyler arasında şu mübârek sözleri de vardı:
«–Sen Allah’tan korkarak (yanlış) bir şeyi terk edersen, Allah (c.c) sana ondan daha hayırlısını (dünyada veya âhirette) mutlaka ihsân eder!».” (Bkz. Ahmed, V, 78, 79, 363)
Sağlam Hocadan Ders Almak
Abdullah bin Amr, Abdullah bin Mesut’tan bahsetti ve:
“‒Ben onu daima seveceğim. Zira Nebî (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:
«Kur’ân’ı şu dört kişiden alın: Abdullah bin Mesut, Sâlim, Muâz ve Übey bin Kaʻb (r.a)».” (Buhârî, Fedâlilü’l-Kur’ân, 8)
Bu hadis, Kur’ân’ı öğrenmek ve ezberlemek için daha sağlam olan hocayı araştırmanın meşruiyetine delildir. Zira Kur’ân, herkesten öğrenilmez.
Bu hadis Kur’ân kıraatinin bizzat kurrâların fem-i muhsinlerinden alınması, talim edilmesi gerektiğine de delildir. Çünkü Rasûlullah, “Kur’ân’ı şu dört kişiden alın!” buyururken sahabe topluluğuna yani Arab’ın en fasihlerine hitap etmiştir.
Bu hadiste ehl-i Kur’ân’ın sevilmesi gerektiğine de delil vardır. Kurrâ, hâfız, müttakî olanlara ise ayrı bir alâka gösterilmelidir. Ayrıca umumî olarak fazilet ve ilim ehlini sevmek, imanın bir alâmetidir. (Abdü’l-Azîz el-Kâri, Sünenü’l-Kurrâ, s. 46-48)
Dipnotlar:
[1] Âl-i İmrân, 79. [2] Prof. Dr. M. M. el-A’zami, Kur’ân Tarihi, s. 106-107; a.mlf., Küttâbü’n-Nebî (s.a.v), Beyrut 1398, el-Mektebü’l-İslâmî. [3] Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 4; Tirmizî, Menâkıb, 74/3954; Ahmed, V, 184; Heysemî, I, 152. [4] İbn-i İshâk, Sîret, s. 128. [5] Buhârî, Tefsîr, 2/45; Ebû Dâvûd, Salât, 120-121/786; Tirmizi, Tefsir, 9/3086; Ahmed, IV, 218; Ali el-Müttakî, II, 16/2960. Bkz. Mehmet Fâik Yılmaz, Âyetler ve Sûreler Arasındaki Münasebet, Ankara 2005. [6] Alâk, 1-5; Kalem, 1; Bakara, 2; Zuhruf, 2; Duhân, 2. [7] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye 1424, VI, 27. [8] Prof. Dr. M. M. el-A’zami, Kur’ân Tarihi, s. 107-108. Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân vahyi ile kendi sözleri olan hadisleri birbirinden ayırmaya çok dikkat ediyorlar, “Bu Allah’tan gelen vahiydir”, “Bu benim kendi düşüncemdir” diye açıklıyorlardı. Bazen de ashâb-ı kiram, “Bu düşünce size mi ait, yoksa ilâhî bir vahiy mi?” diye soruyorlardı. (Bkz. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, s. 15-18) [9] İbnü’d-Dureys, Fedâilü’l-Kur’ân, Dımeşk 1408, s. 33. [10] İbn-i Hişâm, I, 369-371. [11] Bkz. İbn- Hacer, İsâbe, no: 2546 [Râfîʻ bin Mâlik mad.]; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 152; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 157; Kettânî, Terâtib, Beyrut, ts., I, 44; A’zami, a.g.e., s. 106; Hamidullah, a.g.e., s. 44. [12] Müslim, Müsâfirîn, 142; Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178. [13] el-İsrâ, 110. [14] Fâtır, 29; Sâd, 29; Tâhâ, 124-126; Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21; Müslim, Zikir, 38; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk, XXVII, 67.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.