İslam'da Felsefenin Yeri Nedir?
“İslâm’da felsefenin yeri nedir? Felsefenin hakîkate ulaşmada en mühim vâsıta olarak gördüğü «akıl»la nereye kadar gidilebilir? Akıl terazisi bütün hakîkatleri tartabilecek kudrette midir? Aklın tıkandığı noktadan sonra nasıl yol alınabilir?” gibi sualler, tarihte olduğu gibi bugün de zihinleri meşgul etmektedir.
Evvelâ şunu ifâde etmeliyiz ki felsefe akla dayanır. İslâm ise hem tabiî hudûdu içinde akla, hem de nakle (Kur’ân ve Sünnet’e) istinâd eder. Sonsuz ilim sahibi Yaratıcımız’ın tebliğ ettiği hakîkatlere istinâd eden bir tefekkür sistemi ile, beşerî zaaflarla mâlûl ve gücü sınırlı bir akla dayanan felsefe arasında, mevzu ve gâye itibâriyle benzerlik olsa da, metod, vâsıta, tefekkür ve tahayyül gücü bakımından büyük farklar mevcuttur.
İSLAM AKLA DEĞER VERİR Mİ?
Buna rağmen, yaygın olan “İslâm Felsefesi” tâbiriyle; İslâm âleminde, İslâm tefekkürü içinde yetişmiş mütefekkirlerin veya tefekküründe felsefeye ağırlık vermiş olanların görüşleri kastedilir.( Kadir Mısıroğlu, İslâm Dünya Görüşü, sf. 32-33, Sebil Yayınevi, İstanbul 2008.) Bâzen de İslâm felsefesi tâbiriyle, dînin mücerred hakîkatleri anlatılmak istenir. Yoksa bu tâbir, İslâm’ın felsefeye müsâid olduğu mânâsına gelmez.
Meselâ İslâm da -belli ölçüde- rasyonalist, yani akılcıdır. İslâm, akla büyük değer verir. Öyle ki onu, Allah katında mes’ûl sayılmanın iki temel şartından biri sayar. Bu şartların biri, bâliğ olmak, yani bülûğa ermek; diğeri ise âkil olmak, yani haramı helâli, günahı sevâbı, yanlışı doğruyu birbirinden ayırt edebilecek seviyede aklî melekelerin gelişmiş olmasıdır. Bu sebeple çocuklar ve mecnunlar, İslâm nazarında amellerinden mes’ûl sayılmazlar.
Akla bu derecede ehemmiyet veren İslâm, mü’minleri her vesîleyle, hayat ve kâinâtın hakîkatlerini ve ilâhî beyanların hikmetlerini tefekküre teşvik eder. Bu ise ancak, birtakım menfîliklerle şartlandırılmamış olan “selîm akıl”la yapılabilir.
HİÇ BİR VARLIK SINIRSIZ KUDRETE SAHİP DEĞİL
Bununla birlikte İslâm’da, aklın hakîkatleri kavrayış kâbiliyetinin sınırsız olmadığı açıkça beyân edilmiştir. Zira Cenâb-ı Hak, yarattığı hiçbir varlığa hudutsuz bir kudret lûtfetmemiştir.
Bütün mahlûkâtın ilâhî bir lûtuf olarak sahip olduğu tâkatler hudutludur. Akıl da sahibine, hakîkate ulaşma hususunda sınırlı bir imkân sağlayabilir. Hayat ve kâinâtın ihtivâ ettiği hakîkatler ise, aklın bu salâhiyet dairesine mahsus olmayıp sonsuzdur. Bu gerçek de aklın, hakîkatleri kâmil mânâda idrâk etmekte “lâzım”, fakat “kifâyetsiz” olduğunu gösterir. Bu sebepledir ki İslâm âlimleri aklı, “akl-ı nâkıs” veya “akl-ı cüz’î” olarak ifâde etmişlerdir.
Yine bundan dolayıdır ki îman; “dil ile ikrarla birlikte -aklen değil- kalben tasdik” neticesinde gerçekleşir. Bu İslâmî esas bile, ulaşılmak istenen hedefe sadece akıl vâsıtasıyla varılamayıp onun tükendiği anda başlayacak olan kalbî bir faaliyetle, yani “teslîmiyet” ve “ön kabul” ile ulaşılabileceğini gösterir.
BEŞERİ İLİM YARIN BAŞINA NE GELECEĞİNDEN BİLE HABERSİZ
Zira beşerî akıl, ne kadar yüksek bir seviyede olursa olsun, onunla elde edilebilecek gerçekler, ilmi sonsuz olan Yaratıcımız’ın bildirdikleri karşısında, bir “hiç” mesâbesindedir.
Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;
“...Allâh’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır...” (el-A‘râf, 89)
Beşerin ilmi ise, yarın başına ne geleceğinden bile habersizdir!..
Bu bakımdan akıl, kendisini yaratan Rabbinin ilâhî beyanları istikâmetinde kullanıldığı takdirde, var oluş gâyesini gerçekleştirmiş olur.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, İslâm Nazarında Akıl ve Felsefe, Erkam Yayınları, 2013, İstanbul
YORUMLAR