İslam’da Helal ve Haramlar
İslam’da helal ve haram olan şeyler nelerdir? Dinimizde helal ve haram olan şeyler.
İslam’da helâller ve haramlar.
HELAL VE HARAMLAR NELERDİR?
1. Helal ve haram kavramlarının sınırı nedir, çeşitleri var mıdır?
Cevap: Allah tarafından yapılmasına izin verilen veya âyet ve hadislerde yasak edilmeyen her şey, fiil ve davranış helal sayılır. Zıddı haram olup, Allah tarafından kesin bir delille yasaklanan şeydir. Bir şeyin yasak oluşu kesin emirle değil de, zannî delille sâbitse o şey mekruh adını alır. Helâla daha yakın olan mekruha, tenzihen; harama yakın mekruha ise tahrîmen mekruh denir.
Eşyada asıl olan helal olmaktır. Hakkında bir hüküm gelmemiş olan şeyler helal sayılır. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yaratan O’dur.” [1] “Allah’ın göklerde ve yerde bulunan her şeyi, sizin emrinize verdiğini ve size nimetlerini açık ve gizli olarak bol bol bağışladığını görmüyor musunuz?” [2]
Bir şeyin mübah ve helal olduğu şu üç yoldan birisiyle sâbit olur: a) Günah olmadığı bildirilmekle. Kur’an’da murdar et, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların haram kılındığı bildirildikten sonra, darda kalan kimsenin, aşırı gitmemek ve sınırı aşmamak şartıyla bunlardan yiyebileceği belirtilir.[3] Bu konuda “zarûretler sakıncalı olan şeyleri mübah kılar” kuralı geçerlidir. b) Haram olduğuna dair bir delil bulunmamakla. c) Helâl olduğuna dair nass bulunmakla. Temiz olan şeyleri yiyip içmek gibi. Âyette, “Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı.” [4] buyurulur.
İslâm’ın kesin olarak yapılmasını istemediği şeyler haram sayılır. Dinî nitelikli bir yasağı ancak Allah ve Rasûlü koyabilir. Şu âyet bu konuda bir ölçü getirmektedir: “Kendi dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, “bu helâl, şu haramdır” demeyin. O zaman Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.” [5]
Bir şeyin haram oluşu şu yollarla belirlenebilir: a) Bu konuda açıkça yasak bildiren bir âyet veya sağlam bir hadisin bulunması.”Size analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz… (ile evlenmeniz) haram kılındı.” [6] b) Helallığın kaldırıldığının belirtilmiş olması.”Artık bundan sonra güzellikleri hoşuna gitse bile, ne başka kadınlar, ne de eşlerini başkalarıyla değiştirmen sana helâl değildir.” [7] c) Nehiy sıygasının kullanılması. “Zinaya yaklaşmayın, çünkü o rezilliktir, kötü bir yoldur.” [8] d) Fiilden sakınmayı ifade eden bir üslûbun kullanılması. Şarap, kumar ve benzerlerinin şeytanın işinden bir pislik olduğu belirtildikten sonra, “Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz” [9] buyurulması böyledir.
Haram doğrudan ve dolaylı olmak üzere ikiye ayrılır. a) Doğrudan haram (haram li zâtihî): Allah ve Rasûlü’nün eşyanın kendi yapısındaki bir kötülükten dolayı yasak kıldığı haram bu niteliktedir. Zina, ölü hayvan eti satma, evlenme engeli bulunan birisiyle evlenme gibi. Bunlar korunması gerekli olan beş şeye, yani can, mal, akıl, din ve nesle zarar veren fiil ve davranışlardır. b) Dolaylı haram (haram li gayrihî): Temelde meşru olması gerekirken, dış bir sebepten dolayı haram kapsamına giren fiil ve davranışlardır. Meselâ, zina doğrudan haram, zinaya karşı bir önlem olan örtünmeyi bırakmak dolaylı bir haramdır. Yine Cuma namazı sırasında alış veriş yapmak dolaylı bir yasaktır, çünkü temelde alış veriş helâldir.
2. Karada yaşayıp eti yenen ve yenmeyen hayvanlar hangileridir?
Cevap: Kur’an-ı Kerîm’de yeryüzünde ne varsa hepsinin insan için yaratıldığı,[10] göklerde ve yerde bulunan her şeyin insanın emrine verildiği bildirilir.[11] Yine etleri yenebilen hayvanların Kur’an’da tek tek sayılması yerine iyi ve temiz şeylerin helâl, pis şeylerin ise haram kılındığı ifade edilmekle yetinildiği görülür.[12]
Kur’an-ı Kerîm’de eti yenmeyecek hayvanlarla ilgili olarak şöyle buyurulur:
“Allah size yalnız ölmüş hayvan etini, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanı haram kıldı. Kim darda kalırsa, sınırı aşmadan ve başkasının hakkına da saldırmadan bunlardan yemesinde, kendisi için bir günah yoktur. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” [13]
“Ölmüş hayvan eti, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar; henüz canlı iken kestikleriniz müstesna olmak üzere boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, bir hayvan tarafından boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlarla; dikili taşlar (putlar) adına boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet (şans) aramanız size haram kılındı.” [14]
“De ki: “Bana vahyolunanlarda, leş veya akmış kan yahut domuz eti-ki bu gerçekten pistir-veyahut günah işlenerek, Allah’tan başkası adına kesilen hayvandan başka, onu yiyecek bir kimse için, haram kılınmış bir şey bulamıyorum…” [15]
Birinci âyette üç türlü hayvan etinin haram kılındığı bildirilmektedir: Ölü hayvan eti, domuz eti ve Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvan eti. İkinci âyette bunlar tekrar edildiği gibi, ayrıca “boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yüksekten yuvarlanıp ölmüş veya bir hayvan tarafından boynuzlanıp öldürülmüş olan hayvanların eti ile yırtıcı hayvanın artığından ibaret olan” altı madde ilk âyetteki “ölmüş hayvan eti” kapsamına girer. Dikili taşlar (putlar) adına boğazlanmış hayvanlar da ilk âyetin son maddesi kapsamındadır.
Yukarıda sayılan grupların dışında kalan hayvanların etlerinin yenilip yenilmemesi, “temiz olanların yenmesi, pis sayılanların da yasaklanması” ilkesine göre gerek hadis, gerekse fakihlerin ictihatları ile belirlenmiştir. Âyette; “O peygamber onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri de haram kılar” [16] buyurulur. Bu âyetle Hz. Peygamber’e verilen “pis şeyleri haram kılma” yetkisi; insana zarar verebilecek pis şeylerle beslenen hayvanları içine aldığı gibi, tabiatı gereği insanın iğrendiği tüm hayvanları kapsar. Ancak insan yaratılışının pis ve iğrenç sayma ölçüsü iklim, çevre ve kültür anlayışına göre değişebildiği için, âyet ve hadislerde adı veya niteliği açıkça belirtilmeyen hayvanların kimileri üzerinde görüş ayrılığı meydana gelmiştir.
Âyet ve hadislerin ışığında eti yenen ve yenmeyen hayvanlar aşağıdaki gruplarda toplanabilir:
a) Azı dişleriyle kapıp avlayan, parçalayan ve kendisini savunan hayvanların etleri yenmez. Domuz, kurt, ayı, aslan, kaplan, pars, sincap, samur, maymun, sansar, sırtlan, fil, köpek, kedi, keler, tilki, gelincik gibi dört ayaklı hayvanlar bu gruba girer. Azı dişleri olduğu halde başkasına saldırmayan bir hayvanın eti ise yenilebilir. Deve gibi. Ebu Hüreyre’den nakledildiğine göre Allah Elçisi şöyle buyurmuştur: “Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır.” [17]
Kur’an’da tür olarak yasaklanan tek hayvan domuzdur.[18] Yahudilere ceza olmak üzere bütün tırnaklı hayvanlar ve hayvanların iç yağları yasaklanmış,[19] Tevrat’ta domuzun murdar olduğu belirtilip etinin yenmesi ve ölüsüne dokunulması yasaklanmıştır.[20] İncil’de domuz çeşitli yerlerde aşağılandığı halde,[21] etinin yenmesini yasaklayan açık bir ifade yoktur. Hıristiyanlığı bu yönde köklü alışkanlıkları olan toplumlara benimsetebilmek için Pavlus, domuz etini yasaklayan ifadeleri İncil’den çıkarıp; “ağızdan giren şeyler değil, ağızdan ve kalpten çıkan şeyler insanı kirletir ve çarşıda satılan her şey yenebilir.”[22] demiştir. Onun sözüne uyan Hıristiyanlık, yeme içme sınırını çok geniş tutmuştur. Buna bağlı olarak domuz eti de helâl sayılmıştır.
b) Tırnak ve pençeleriyle kapıp avlanan, tırmalamayan ve düşük yaratılışlı olan kuşların etleri de haram veya tahrimen mekruhtur. Kartal, akbaba, atmaca, çaylak, kuzgun, karga, yarasa, şahin gibi kuşlar bu niteliktedir. Tırnaklı olduğu halde bununla hayvanları avlamayan bir kuş ise yenilebilir. Güvercin gibi. Hz. Peygamber, yırtıcı hayvanların (zî nâb; ağzının dört yanında uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar) ve yırtıcı kuşların (zî mihleb; pençesi ile avını parçalayan kuşlar) etlerinin yenmeyeceğini bildirmiştir.[23]
c) Yaratılış bakımından iğrenç olan, insana tiksinti veren hayvanların etleri de haramdır. Fare, yaban faresi, yılan, akrep, kene, kurbağa, kara ve deniz kaplumbağası, arı, kara sinek, sivrisinek, köstebek, kirpi, bit, pire ve diğer haşerat bunlardandır.
Ancak insana tiksinti verme iklim, bölge ve kültüre göre değişebilir. Nitekim Abdullah İbn Abbas (ö.68/687) ve Hâlid İbn Velîd (ö.21/641), Hz. Peygamber’le birlikte Hz. Meymûne’nin evinde yemeğe oturduklarında, önlerine ev sahibesinin bir yakınının Necid tarafından getirdiği kızarmış bir keler konulmuştu. Allah’ın Elçisi yemeyince, İbn Abbas’ın “bu hayvanın eti haram mıdır?” diye sorması üzerine; “hayır, fakat bizim taraflarda olmayan bir yemektir, hoşuma gitmediği için yemiyorum” cevabını vermiştir. Sonra Hâlid (r.a) önüne çekerek bu yemeği yemiş ve Rasûlullah (s.a.s) de bir şey dememiştir.[24]
d) Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar. Bir hayvan kesilirken veya ava silahla ateş edilirken besmele çekilmesi gerekir. Besmelenin unutulması zarar vermez, ancak kasten terk edilirse hayvanın eti yenmez. İmam Şâfiî’ye göre hayvanı keserken besmele çekmek müstehaptır. Bu sırada besmele çekilmezse, eti yenilirken çekilen besmele de yeterli olur.[25] Bir de putlar adına veya bir insanı ululamak amacıyla kesilen hayvanın eti de yenmez. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Size ne oluyor da, üzerine Allah’ın adı anılan şeyden yemiyorsunuz?” [26] “Üzerine Allah’ın adı anılmayan şeyi yemeyin. Çünkü bu, hiç kuşkusuz bir yoldan çıkıştır.” [27]
Bunların dışında kalan hayvanlar ise mübahtır.
Sığır, manda, deve, koyun, keçi, tavşan, geyik, ceylan, dağ keçisi, yabanî sığır, zebra, zürafa, tavuk, kaz, ördek, hindi, deve kuşu, bağırtlan kuşu, güvercin, bıldırcın, serçe, keklik, sığırcık, balıkçıl kuşu ve çekirge bunlar arasındadır. Bunların bir kısmı Kur’an’da açıklanmış,[28] diğerleri de “iyi ve temiz şeyler” kapsamında değerlendirilmiştir. Bunların yırtıcı olmadığı, pençeleriyle kapıp avlanmadığı ve kendilerini savunmadıkları da açıktır.[29]
Saksağan, kumru ve bülbülün etleri esasen helâl olmakla birlikte, bunların etini yiyenlere bir afet isabet edeceğine dair toplumda bir kanaat bulunduğundan bunları yemek güzel görülmemiştir.
Etinin yenilip yenilmemesi ihtilaflı olan hayvanlar:
Şâfiîlere göre sırtlan, keler, tilki, at, kirpi gibi hayvanlar helâl; kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan ve baykuş gibi hayvanlar ise haramdır.
Mâlikî bilginlerin bir kısmına göre aslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanların etlerini yemek helâl, bir kısmına göre ise mekruhtur. Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre şahin, kartal gibi yırtıcı kuşların ve pislikle beslenen kuşların yenmesi de mekruhtur. Bu bilginler Kur’an’da yalnız domuzun haram kılınması, âyetteki genel iznin hadisle sınırlanamayacağı ilkesini esas almışlardır.[30]
Tilki; Ebû Yûsuf ve Muhammed’e, Şâfiîler’e, bir rivayette Hanbelîler’e ve bazı Mâlikîler’e göre helâldır.
Ayı; Hanefî ve Şâfiîler’e göre haram, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre helâldir.
Zürafa; Şâfiîlerde mutemed görüşe göre haram, diğer üç mezhebe göre ise helâldir.
Tavus kuşu ve papağan; Şâfiî mezhebinde haram, diğer üç mezhepte helâldir.
Kirpi; Hanefî ve Hanbelîler’de haram, Şâfiî ve Mâlikîler’de helâl sayılmıştır.
At, eşek ve katır eti; eşek ve katır etinin haramlığı konusunda görüş birliği vardır. At eti ise, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e, Hanbelîler’e ve fakihlerin çoğunluğuna göre helal sayılmıştır. Delil şu hadistir. Câbir (r.a)’ten şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s) Hayber savaşında eşek etini yasakladı, at etini yemeğe izin verdi.” [31] Ebû Hanîfe at etini mekruh sayarken, Mâlikî mezhebinde at etini haram ve tenzihen mekruh sayanlar vardır. Dayandıkları delil, “Allah, atı, katırı ve eşeği bunlara binmeniz ve süs için yarattı.” [32] âyeti ile, Hz. Peygamber’in at, katır, eşek etini ve azı dişi bulunan her yırtıcı hayvanın etini yasaklayan hadisidir.[33]
Hayvanın sütü dört mezhebe göre, etinin hükmüne tâbidir. İnsan eti saygınlığı yüzünden haram kılındığı için, kadının sütü, süt emme çağında olan (en çok iki buçuk yaşında) çocuk için helâl olur. Atın sütü için etine kıyasla haram veya mekruh denilmişse de, mezhepte sahih kabul edilen görüşe göre mübahtır. Çünkü at eti pis (habîs) sayıldığı için değil, savaş aracı sayıldığı için yasaklanmıştır.
Günümüzde yukarıda belirtilen hayvanların etlerinin insanın ruh ve beden sağlığı açısından, tıb ve veterinerlik bilimlerince incelenip laboratuar sonuçlarının ortaya konulması gerekir. Böylece İslâm’ın yasak kılma gerekçelerinin bilimsel kontrolü de yapılmış olur.
3. Suda yaşayan hayvanlardan eti yenen ve yenmeyenler hangileridir?
Cevap: Kur’an-ı Kerîm’de deniz avının ve denizden elde edilen yiyeceğin helâl olduğu bildirilmiş,[34] Hz. Peygamber de denizle ilgili olarak sorulan bir soruya, “Onun suyu temiz, ölüsü helâldir.” şeklinde cevap vermiştir.[35] Deniz ürünleri konusunda da âyet ve hadislerde açıklık bulunmayan yerde asıl olan mübahlıktır.
Buna göre balık çeşidine girmek şartıyla sürekli suda yaşayan ve karada yaşaması mümkün olmayan hayvanların hepsi helâldir. Bunlarda boğazlama işlemine de gerek yoktur. Ancak Hanefîlere göre kendiliğinden ölmüş ve su yüzüne çıkmış olan balıklar yenmez. Hanefîler bu konuda Kur’an’daki “meyte (ölmüş hayvan eti)” sözcüğünün mutlak anlamına dayanmışlardır.[36] Çünkü ne zaman öldüğü belli olmayınca insan sağlığı için böyle bir balık risk taşır. Fakat suyun çok sıcak veya çok soğuk olmasından, buzlar arasına sıkışmaktan, su içine hapsedilmekten ve suyun çekilmesinden ötürü ölen balıklar kendiliğinden ölmüş sayılmaz, yenebilir. Ancak ölümünün üzerinden zaman geçmiş olur ve etinde bozulma belirtileri görülürse yenmez.
Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı gibi, balık adını taşıyan ve balığa benzeyen her su ürünü hayvanın eti yenir. Bunun dışında kalan su hayvanları tiksinti veren hayvanlardan sayılır ve “habâis” kapsamına girer. Bu yüzden yenilmesi caiz olmaz. Mesela; yengeç, midye, istiridye, ıstakoz, salyangoz, su kaplumbağası bunlar arasındadır. Yine; deniz aygırı, deniz aslanı gibi balık suretinde olmayan hayvanların etleri de yenilmez.
Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre, sadece suda yaşayan her türlü hayvan –kendiliğinden ölmüş olsa bile-yenebilir, helâldir. Dayandıkları delil; “denizin suyu temiz, ölüsü helâldir.” [37] hadisidir.
Şâfiîlere göre yalnız suda yaşayıp karada yaşaması mümkün olmayan canlılar balık suretinde olmasa da helâldir.
Hem karada hem suda yaşayan kurbağa, yengeç, kamlumbağa, yılan ve timsah gibi hayvanların eti konusunda üç görüş vardır. a) Hanefî ve Şâfiîler’e göre bunları yemek helâl değildir. b) Mâlikîler’e göre bu tür hayvanlar yenebilir, helâldir. c) Hanbelîler’e göre timsah, kurbağa ve kaplumbağanın yenmesi helâl değil, diğerleri yenebilir. Ancak bunlardan akıcı kanı olan kaplumbağa ve su aygırı gibi hayvanlar için boğazlama işlemi gerekir. Yengecin akıcı kanı olmamakla birlikte, mezhepte yaygın görüşe göre, herhangi bir yerinin kesilerek boğazlama işlemi yapılması gerekir.[38]
4. İslâm’ın içkiye yaklaşımı nedir?
Cevap: İçki, insanın beden ve ruh sağlığına zararlı olduğu için bütün semâvî dinlerde yasak edilmiştir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta şöyle denir: “Ve Rab Hârûn söyleyip dedi: Sen ve seninle birlikte oğulların, toplanma çadırına girdiğiniz vakit, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinizce ebedi bir kanun olarak. Ta ki, kutsalla bayağı şeyi ve pisle temiz olanı birbirinden ayırt edesiniz.” [39]
İncil’de bu konuda şöyle denir: “Onlar yemek yerlerken İsa ekmek aldı, şükran duası yapıp parçaladı ve tâbilerine verdi ve dedi ki: Alın yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan içiniz, çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için bir çokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim, o güne kadar, ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim.” [40]
Eski Türkler’in İslâm’dan önce Şamanizm’e bağlı oldukları bilinmektedir. Bu dinde, sevinçli günlerde ve kutsama törenlerinde kımız ve benzeri içecekler içilirdi.[41]
İslâm’dan önce ve İslâm’ın Mekke döneminde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu yaşamın bir parçası olarak kabul ederdi. Mekke’de inen bir âyette, hurma ve üzümden elde edilen içkiye temas edilmiş, fakat bu konuda bir yasak getirilmemişti.[42] Medine’de, içkinin yol açtığı zararları gören Hz. Ömer’in başvurusu ve Allah Elçisinin duası üzerine inen âyette, içkide hem büyük günah, hem de bazı yararlar bulunduğu, fakat günahının yararından daha büyük olduğu bildirildi.[43] Bundan sonra, Abdurrahman İbn Avf’ın verdiği bir ziyafette içilen içki yüzünden, akşam namazını kıldıran imamın yanlış okuması üzerine inen bir âyette de, sarhoşken ne söyleyeceğini bilinceye kadar namaza yaklaşılmaması istendi.[44] Yukarıdaki belirtilen âyetler kesin yasaklama bildirmiyordu, fakat artık İslâm’ın bu konuda kesin sözü söyleyeceği de belli olmuştu.
Utbe İbn Mâlik’in verdiği bir düğün ziyafetinde yine içki içilmiş ve sarhoşluk yüzünden çıkan kavgada Sa’d İbn Vakkas (r.a) yaralanmıştı. Sa’d (r.a) durumu Rasûlullah (s.a.s)’e iletince, içki konusunda İslâm’ın son hükmünü bildiren şu âyetler indi: “Ey iman edenler! İçki, kumar, tapmak için dikilen taşlar ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” [45]
Hz. Peygamber de yukarıdaki âyetlerin uygulama esaslarını şöyle belirlemiştir: “Her sarhoşluk veren şey hamrdır (şarap), her hamr da haramdır.” [46] “Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.” [47]
Hz. Peygamber döneminde üzüm ve hurma suyu gibi belli ürünlerden elde edilen alkollü içkiler, daha sonra çeşitli adlar altında pek çok bitkiden elde edilir olmuş, haşhaş, esrar, kokain gibi sıvı ya da katı olanları bulunmuştur. Adı ne olursa olsun; yenildiği, içildiği, damara zerk edildiği veya dumanı çekildiği zaman sarhoşluk veren yani iskâr (sarhoş etme) niteliği bulunan her madde çoğunluk fakihlerce doğrudan, Ebû Hanîfe’ye göre ise şaraba (hamr) kıyas yapılarak içki hükmünde sayılmıştır. Hanefîlere göre, şarap dışındaki içkilere yukarıdaki hadislerde “hamr” sözcüğü mecaz olarak kullanılmıştır.
5. İçki satıp ticaretini yapmak caiz midir?
Cevap: İçki içmek haram olduğu gibi onun ticaretini yapmak da yasaklanmıştır. Bu konuda İslâm bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Enes (r.a)’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah’ın Rasûlü içki sebebiyle on kişiyi lânetlemiştir: İçkiyi üretmek için sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan...” [48]
Yalnız Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre, gayri müslim ülkede bir müslüman, İslâm ülkesinde yapamadığı bu gibi satışları gayri müslime yapabilir. Ünlü Hanefî fakihlerinden Serahsî (ö.490/1097) bu konuda şunları yazar: “Bir Müslüman dârulharbe eman (vizeli pasaport) ile girdiğinde, onların mallarını rızaları bulununca, hangi yolla olursa olsun almasında bir sakınca bulunmaz. Faiz, kumar veya domuz ya da ölmüş hayvan etine ait satış bedeli olması arasında bir fark yoktur. Müslüman emanla girdiği için, onların mallarını rızaları dışında alması ise caiz olmaz. Kısaca karşılıklı rıza ve akdin bulunması, malın müslümana mübah olması için yeterlidir.” [49]
Ancak içlerinde Hanefîler’den Ebû Yûsuf’un da bulunduğu diğer üç mezhebe göre, İslâm ülkesinde müslümanlar arasında haram olan her muâmele, gayri müslim ülkede müslümanla gayri müslim arasında da haram olur.[50]
Sonuç olarak zarûret hali veya bir alacağını kurtarmak gibi zorlayıcı şartlar bulunmadıkça, müslümanın gerek İslâm ülkesinde gerekse gayri müslim ülkede çoğunluğun görüşüne uyarak temiz ve nezih ticaret anlayışını sürdürmesi tercih edilmelidir.
6. Kumar nedir, İslâm’a göre hükmü nedir?
Âyette kumar (meysir) sözcüğü, kolaylık anlamına gelen “yüsr” kökündendir. Yorulmadan, alnı terlemeden, kolaylıkla mal kazanmak veya kaybetmek yöntemi olduğu için bu adı almıştır. Kumar, içki yasağı ile birlikte şu âyetlerle yasaklanmıştır: “Ey iman edenler! İçki, kumar, tapmak için dikilen taşlar ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” [51]
Hz. Peygamber kendi döneminde bir kumar çeşidi olarak oynanan tavla için şöyle buyurmuştur: “Tavla oynayan Allah ve Rasûlüne âsi olmuştur.” [52]
Kumar insana yaratıcısını unutturan, namaz kılmaktan alıkoyan, tembelliğe sürükleyen, çalışma gücünü yok edip insanlar arasına kin ve düşmanlık saçan haksız bir kazanç yoludur. Nice aile yuvaları ve servetler kumar yüzünden yok olup gitmiştir. Adı ne olursa olsun şans oyunu niteliğinde olan, emek veya sermaye riski taşımayan talih oyunları kumar niteliğindedir. Böyle bir oyunu başlangıçta para koymaksızın eğlence ve vakit geçirmek için oynamak da, inceliklerini öğrenerek kumara yol açacağı ve kişide kumar töhmeti doğuracağı için caiz olmaz. Satranç gibi kimi oyunlar ise insan zihnini geliştirdiği ve savaş taktiklerine alıştırdığı için kimi sahabilerce mübah görülmüştür. Ancak bunun için de sporda olduğu gibi dışarıdan ödül koymanın dışında bir talih oyunu niteliği bulunmamalıdır.
Sonuç olarak kumar amacı olmaksızın sadece spor yapmak, zihni dinlendirmek ve eğlenmek gibi meşrû bir amaçla oynanan bir oyunun mübah sayılması için şu dört şartı taşıması gerekir: a) Namazın vaktinin geçmesine veya gecikmesine yol açmaması, b) Kazananın kaybedenden alacağı bir bedel karşılığında oynanmaması, c) Oyun sırasında dilin kötü ve boş sözlerden korunması, d) Büyük ölçüde vakit israfına yol açmaması.
7. Sigara içmenin hükmü nedir?
Cevap: Bu konuda önce tütünün özelliklerini tanımak gerekir. Sigaranın yapıldığı tütün; yaprakları yakılarak içilen kokulu, keyif verici ve bağımlılık yapan bir bitkidir. Sigara veya tütün asr-ı saadette veya müctehit imamlar döneminde bulunmadığı için hakkında doğrudan âyet veya hadis bulunmadığı gibi, mezhep imamlarının ictihadı da yoktur. Çünkü tütün ilk olarak Amerika’daki Antil takımadalarından birinde bulunmuştur.
1496 M. yılında, Kristof Kolomb Antil Adaları’nı gezisi sırasında yerlilerin bu bitkiyi yakarak içtiklerini gördü. Gemicilerden biri, Tobago adalarından bir örnek alıp Avrupa’da Petros Marden adında bir tüccara yolladı. 1511 yılında İspanyol gemicileri, İspanya ve Portekiz limanlarında bu keyif verici bitkiyi iyice tanıttılar. Fransa’nın Lizbon elçisi olan Jean Nicot, kendi adıyla anılan nikotin zehrini -ilaç olarak kullanılmak üzere, tütünü Fransa’ya soktu. 1560’tan sonra artık tütün Almanya, İtalya, İngiltere ve sırasıyla diğer dünya ülkelerine yayıldı.
Yapılan incelemeler tütünün insan sağlığı için zararlı olduğunu ortaya koymuştur. İçeri çekilen duman akciğerin çeperindeki hücreleri zedeleyerek kalınlaştırır. Hücrelerin esnekliği kaybolduğundan kuvvetli bir öksürük, aksırık sonunda bu cidarlar patlayarak iş göremez hale gelir. Öte yandan içeri çekilen sigara dumanı damar duvarlarının kalınlaşmasına yol açar ve damar sertliği gelişimini hızlandırır.
Sigaranın akciğer kanserine yakalanma ihtimalini 20 kat arttırdığı, kalp enfaktrüsü riskini iki katına çıkardığı, kronik bronşit ve amfizem’e yol açtığı tıp tarafından belirlenmiştir. Tütündeki nikotin son derece zehirli bir maddedir. Az alınınca insanda uyarıcı, canlandırıcı etkiler yapar, çeşitli bezlerin salgılarını artırır, kan basıncını yükseltir. Sigara dumanından zehirlenme olmayışının sebebi, sigaranın yanma sırasında tütünde bulunan nikotinin 1/3-1/7’sinin ısı etkisiyle buharlaşarak dumanla gitmesi, geri kalanın da ancak küçük bir kısmının ciğerlere ve kana ulaşmasıdır.
Tıpta, haşerelere karşı nikotinden yapılmış toz veya sıvı ilaçlar vardır.
İnsan sağlığı üzerindeki etkileri bu olan sigarayı içmenin hükmü konusunda, cihan-şümul bir din olan İslâm’ın bir çözüm getirmesi gerekir. Asr-ı saadette afyon da bilinmiyordu. Sonraki fakihler afyonun uyuşturucu niteliğine bakarak onu şaraba kıyas ettiler ve caiz olmadığını söylediler.
Önceki asırlardaki fakihlerin çoğu, hakkında ayet ve hadis bulunmaması nedeniyle “eşyada asıl olan mübahlıktır” kuralınca sigarayı mübah saydılar. Hatta bazı Şâfiî bilginleri; “kadın sigara tiryakisi ise sigara masrafı da nafaka kapsamına girer” demişlerdir.
Sigaranın zararsız olduğunu söylemek artık bilim ve tıp bakımından imkânsız olduğuna göre, bunun dînî yasaklar kapsamı dışında düşünülmesi uygun olmaz. Kur’an’da; “kendinizi elinizle tehlikeye atmayınız…” [53] buyurulmuş, Hz. Peygamber de; “ne doğrudan zarar verme, ne de zarara karşılık verme vardır.” [54] buyurarak, bir kimsenin ne kendine ne de başkalarına zarar vermemesi gerektiğini vurgulamıştır. Diğer yandan sigara bağımlısının yaptığı harcamanın israf kapsamına girdiğinde de şüphe yoktur. Âyette; “yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” [55] buyrulur. Diğer yandan aile reisi bir erkeğin bakmakla yükümlü olduğu eş, çocuklar ve diğer muhtaç hısımlarının nafakasını aksatacak şekilde sigaraya para vermesi hem dinî hem de insanî ve ahlâkî açıdan kabul edilemez bir durumdur.
Sonuç olarak, bugün sigaranın insan bedenine ve çevreye verdiği zarar dikkate alındığında bunun keraheti açıkça görülür. Sigara içmesinin sağlığına zararlı olacağı, doktor tarafından bildirilen kimselerle, yoksul olup aile fertlerinin nafakasından keserek sigara içenler hakkında ise haramlık kesinleşir.
8. Altın, gümüş ve ipekli giysi kullanımı için bir sınırlama var mıdır?
Cevap: İnsanın tarih boyunca altın, gümüş, ipek, inci gibi değerli maden ve eşyaya düşkünlüğü bilindiği için Kur’an’da cennet hayatının tasvirinde bu öğelere sıklıkla yer verilir.[56] Hz. Peygamber’in hadislerinde her devrin yaygın süs eşyası olan altın, gümüş ve ipekli elbise giyme ile ilgili bazı sınırlamalar getirilmiştir. Kadınların yaratılıştan süslenmeye olan ihtiyaç ve eğilimlerinin fazla olması yüzünden onlara bu konuda daha toleranslı davranılmıştır. Kadınların israf ve gösterişe kaçmamaları, bunları cinsel tahrik aracı yapmamaları kaydıyla, altın ve gümüşü süs eşyası olarak kullanabilecekleri, ipekli giysiler giyebilecekleri belirtilmiştir. Ancak bunların mutfak eşyası olarak kullanımına sınırlama getirilmiştir. Bu üç maddenin erkekler tarafından kullanılması ise kural olarak yasaklanmıştır.
Konuyla ilgili sınırlama bildiren hadislerden bazıları şunlardır: “Altın ve ipek ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helâldir.” [57] “Altın ve gümüş kaplardan bir şey içmeyiniz ve bu ikisinden yapılan tabaklarda bir şey yemeyiniz. Çünkü bu tabaklar dünyada müşrikler için, âhirette ise sizin içindir.” [58] “Hz. Peygamber altın yüzük kullanmayı yasakladı.” [59] Hz. Peygamber önceleri altın yüzük takıyordu. İnsanların da altın yüzük edindiklerini görünce altın yüzüğü atmış ve bunu artık hiç takmayacağını söylemişti. İnsanlar da bunun üzerine yüzüklerini çıkarıp atmışlardı.[60] Allah’ın Rasûlü bundan sonra gümüş yüzük edinmiştir.[61] Berâ İbn Âzib (r.a) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakladı. Bize altın yüzük kullanmayı, gümüş kaptan içmeyi, eyerlerin üzerine konan ipek örtü (meyâsir) kullanmayı, ipekle nakışlanmış kumaş (kassî) kullanmayı, ipek (harîr), kalın ipekli kumaş (istebrak) ve erişi ve argacı (çözgü ve atkısı) ipek olan kumaş (dîbâc) giyinmeyi yasakladı.” [62]
Bu üç maddenin ve benzeri süs eşyasının üretilmesi ve ticaretinin yapılması ise caiz görülmüştür.[63] Çünkü bunların kullanıldığı meşru alanlar bulunduğu gibi, savaş şartları içinde veya sağlık nedenleriyle ipekli giyme erkekler için de caiz görülmüştür.[64] Çoğunluk fakihler, ipekli kumaşın yalnız giysi için değil yorgan, döşek, minder, halı gibi eşya hakkında da erkekler için giyinme hükmünde olduğunu söylemişlerdir. Ancak Ebû Hanîfe ve bazı Mâlikî fakihlere göre, hadislerdeki yasaklama yalnız giyim eşyası ile sınırlı olup, ipekli kumaşın giyim dışı kullanımı caizdir.
9. Kolonya ve alkollü madde kullanmak caiz midir?
Cevap: Kolonya, günümüzde özellikle güzel koku ve temizlik gibi amaçlarla kullanılan ve alkol ihtiva eden bir sıvı olup, patates, kamış, mısır gibi maliyeti düşük maddelerden veya diğer sentetik yollarla üretilen bir sıvıdır. Ayrıca içine limon, lavanta ve çam gibi ferahlatıcı kokular da karıştırılır. XVII. yüzyıldan itibaren Avrupa’da kullanılmaya başlayan ve bugün yaygınlaşarak büyük bir sanayi oluşturan kolonya ve bu kapsama giren parfüm, deodorant, sprey ve benzerlerinin dini hükmünün tartışılması, içlerinde bulunan alkol yüzündendir.
İslâm dini ister sıvı, ister katı olsun sarhoşluk veren maddelerin, sarhoş olmak amacıyla kullanılmasını kesin olarak yasaklamıştır.[65] Şarap ve ondan elde edilen içkilerin içilmesinin haram olduğu konusunda görüş birliği vardır. Çoğunluk fakihlere göre, hammaddesi ne olursa olsun sarhoş edici içkilerin azının da çoğunun da içilmesi caiz değildir. Buna göre içinde alkol bulunan kolonya ve benzerlerinin de içki olarak kullanılmasının caiz olmadığında açıklık vardır.
Ancak kolonyanın içilmesi dışında temizlik, serinleme, güzel koku gibi değişik amaçlarla kullanılması konusunda farklı görüşler vardır.
İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre şarap necistir.[66] Elbiseye veya namaz kılınan yere avuç içi kadar bir alana sürülse, namazın geçerliliğine engel olur. Şarap dışında kalan ve içildiği zaman azı veya çoğu sarhoşluk veren şeylerin necis olduğuna dair ise bir delil yoktur. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre bunlar necis değildir, sarhoş olmak için içilmeleri haramdır, fakat elbiseye veya namaz kılınan yere dökülmeleri durumunda namazın geçerliliğini etkilemez.
Çağımızın bilginlerinden Muhammed Hamdi Yazır (ö.1358 / 1939) bu konuda şöyle demiştir: “Üzerine şarap, şampanya, arak ve konyak dökülenler, herhalde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Fakat üzüm şarabından mamul olmayan ispirto, bira ve benzeri müskirât içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza engel olur diye iddia edilemez.” [67]
İmam Şâfiî’ye göre ise, şarap dışında alkol ihtiva eden kolonya da necis olup, içilmesi de, başka amaçlarla kullanılması da caiz değildir.
Sonuç olarak kolonya ve benzerlerinin üretiminde şarap türü içki kullanıldığı takdirde, bunların içilmesi de, temizlik, koku ve benzeri amaçlarla kullanılması da caiz olmaz. Fakat şarap dışındaki hammaddelerden üretildikleri takdirde yalnız içilmeleri caiz olmaz, fakat temizlik, koku vb. amaçlarla kullanılmaları caiz olur.
10. İslâm’da zinanın hükmü nedir?
Cevap: Zina, had cezasını gerektiren büyük günahlardandır. Akıllı ve ergen bir erkekle, yine akıllı ve ergen veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaştaki kadının, evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmasıdır.
Zina, İslâm’dan öneki semâvî dinlerde de yasaklanan bir fiildir. Tevrat’ta bu fiili işleyeni yakma, öldürme gibi cezaların verilmesi istenirken,[68] İncil’de cezanın yumuşatıldığı görülür. Nitekim zina ederken yakalanarak Hz. İsa’ya getirilen bir kadına cezayı, hiç günah işlemeyen birisinin uygulamasını istemesi üzerine, uygulama olmamış ve Hz. İsa; “git ve bir daha günah işleme” diyerek kadını serbest bırakmıştır.[69]
Kur’an-ı Kerîm’de zina fiilini yasaklayan kimi âyetler şunlardır: “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, kötü bir iş ve kötü bir yoldur.” [70] “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine, yüz değnek vurun.[71] Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bunlara Allah’ın dini konusunda acıyacağınız tutmasın. O ikisinin cezalandırılmasında, müminlerden bir topluluk da hazır bulunsun.” [72] “...Onlar zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona cezası, kıyamet gününde katlanmış olarak verilir. Ve orada alçaltılmış olarak sürekli kalır.” [73] Bundan sonraki iki âyette, tevbe edip imanını yenileyen ve güzel amel işleyenlerin bu azaptan kurtulabilecekleri belirtilir.[74] Yine yukarıdaki Nûr sûresinin 30 ve 31. âyetlerinde mümin erkek ve kadınların, gözlerini haramdan sakınmaları ve cinsel organlarını korumaları istenir.
Diğer yandan, Hz. Peygamber’in zinayı büyük günahlar arasında sayan,[75] zina eden kişinin mü’min olarak zina etmiş olamayacağını bildiren [76] ve zinanın açıkta işlenişinin kıyamet alâmetlerinden olduğunu belirten,[77] hadislerini örnek verebiliriz.
Nûr sûresi 24/2. âyet, bekâr erkek ve kadının zina cezasını yüz değnek olarak belirlemiştir. Celde, ete geçmeyen, deriyi etkileyen fakat iz bırakmayan ve elin dirsekten hareketi ile uygulanan sembolik bir cezadır. Uygulama sırasında kişinin üzerinden sadece kürk, manto ve palto gibi üst giysileri çıkarılır. Çoğunluk fakihler, buna ek olarak, bir yıllık sürgün cezasını da gerekli görürler. Delil; bekâr bir işçinin, kendi patronunun karısı ile zina etmesi olayında, Hz. Peygamber’in ona, celde yanında, bir yıl süreyle sürgün cezası vermesidir.[78] Hadisi Ebû Hüreyre ile Zeyd İbn Hâlid el-Kühenî nakletmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre ise, bu hadisteki bir yıl sürgün, celde âyetine ilâve niteliğinde olup, âyet inince, bu ilâve kısım kaldırılmıştır. Ancak bir İslâm ülkesinde bu bir “ta’zîr cezası” olarak uygulanabilir. Toplumda aşağılanan ve kötü duruma düşen bir kimsenin, çevre değiştirmesi kendi ruh ve beden sağlığı için de önemli olmalıdır. Ancak yeni çevreye intibakı için, gerekli önlemlerin de kamu tarafından alınması gereklidir.
Yukarıdaki zina cezası bildiren âyetin inmesiyle, Nisâ sûresi 15 ve 16. âyetlerde düzenlenen, “fuhuş yapan kadını, suçu dört tanıkla sâbit olunca, ölünceye ya da Allah bir yol gösterinceye kadar evde hapsetme” hükmü ile “tevbe edip, ıslâh oluncaya kadar, onlara ezâ etme” yi emreden, iki tür cezanın kaldırıldığı öne sürülmüştür. Ünlü müfessir Kurtubî, bu konuda görüş birliği olduğunu belirtir.[79] İbn Abbas’a göre Allah’ın zina edene yol açması, Nûr sûresi 24/2. âyetin inmesi yani bekâra yüz değnek ve evliye recm cezası şeklinde olmuştur.[80]
11. İslâm zinaya karşı ne gibi önlemler almıştır?
Cevap: İslâm zinaya karşı kişi ve toplumla ilgili bir takım önlemler almıştır. İmkânı olanın evlenmesi, evlenemeyenin oruç tutarak kendini eğitmesi, bakışların haramdan korunması, kadınların mahrem yerlerini örtmesi, evlenme engeli bulunmayan erkek ve kadının başbaşa kalmaması gibi önlemler bunların başında gelir.
Allahü Teâlâ kadını erkeğe hayat arkadaşı olsun ve birbiri ile mutlu olsunlar diye yaratmıştır.[81] Allah’ın Rasûlü evlenme imkânı bulamayan gençlere şöyle buyurmuştur: “Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin, çünkü evlilik gözü haramdan en iyi korur ve cinsel organ için de en sağlam kaledir. Evlenmeye gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Çünkü oruç cinsel isteği kırar” [82]
Kur’an’da erkek ve kadınların gözlerini haramdan korumaları, mahrem yerlerini örtmeleri emredilmiş, böylece zinaya giden yolun bir ölçüde kapanmış olacağına işaret edilmiştir.[83] Diğer yandan Hz. Peygamber de dil, ağız, el, ayak ve göz gibi organların zinasından söz ederek,[84] zinaya zemin hazırlayan gayri meşru ilişkilerin, flört ve beraberliğin bir çeşit zina olduğunu belirterek sakındırmıştır.
Diğer yandan aralarında sürekli evlenme engeli bulunmayan bir erkekle kadının, başkalarının görüşüne açık bulunmayan kapalı bir mekânda baş başa kalmalarının yasaklanması da bir başka önlemdir. Halvet denilen bu durum için hadiste şöyle buyurulur: “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, mahremi olmayan bir kadınla yalnız başına kalmasın, çünkü üçüncüleri şeytan olur.” [85]
Karşı cinslerin birbirinin söz, fiil ve davranışlarından etkilenmesi kaçınılmazdır. Bunu en aza indirmek veya buna yol açacak durumlardan da sakınmak gerekir. Nitekim Kur’an ve sünnette bununla ilgili pek çok uyarı yer almıştır.[86] Diğer yandan kadınların yabancı erkekle konuşurken, ciddî ve ağır başlı olarak konuşmaları,[87] süs ve endamlarını göstermemeleri,[88] bunun için de sokağa çıktıklarında başörtüsü ve dış giysilerini örtünmeleri[89] harama kapı açacak davranışları önlemeye yönelik tedbirlerdendir. Hz. Peygamber’in, kadınların ev dışında başkalarına hissettirecek ölçüde koku sürünerek dolaşmalarını hoş karşılamaması da bu nitelikte bir önlemdir.[90]
12. Organ nakli caiz midir?
Cevap: Günümüzde organ nakli alternatifsiz bir tedavi yöntemi olması yanında, organı veren ve alan iki tarafın da insan olması ve insanın organı üzerinde bir tasarrufta bulunulması yüzünden konu din, hukuk ve ahlâkı ilgilendirmektedir.
XVI. yüzyılda başlayan oto-organ nakli giderek geliştirilmiş, XIX. yüzyılda insandan insana doku ve organ nakline başlanmış, önceleri deri, damar, kas nakli yapılabilirken, kalp, karaciğer, böbrek ve kemik iliği, kornea gibi hayatî organların nakli aşamasına geçilmiştir.
Ehl-i sünnet bilginlerinin ve kelâmcıların çoğunluğu, âhirette haşrin ruh ve bedenle birlikte olacağı görüşündedir.[91] Burada, nakledilen organın hangi bedende yer alacağı sorusu akla gelirse de, her gün insandan kopan, ayrılan sayısız hücre ve dokular dikkate alınır, öldükten sonra organların toprakta çürümesi, yanıp kül olması, hayvanlar tarafından parçalanıp yenilmesi düşünülürse böyle bir sorunun anlamı kalmaz. Nitekim Allahü Teâlâ’nın ibret için öldürüp, yüz yıl sonra dirilttiği Uzeyr (a.s)’ın ve arkasından eşeğinin parçalarının bir araya gelerek canlanması, yeniden dirilme konusunda bize fikir vermektedir.[92]
Takma organın yeni sahibinin, bu organla sevap veya günah işlemesi onun iradesiyle ilgili bir meseledir. Ancak organı verecek kişi veya yakınlarının, dış görünüş bakımından kötüye kullanılacağı belli olan bir nakilde, tercih haklarının bulunduğu da açıktır.[93]
Kıyamet gününde organların şahitliği meselesi, onların lisan-ı hal ile konuşması anlamına gelebileceği gibi, dünyadaki günah sahnesini canlandırma yoluyla kişinin hiçbir günahını inkâr edemeyeceği şeklinde de anlaşılabilir.[94]
İnsan hayatını tehdit eden bir açlık ve zaruret durumunda haram fiillerin mübah hale geleceği ve günahın kalkacağı çeşitli âyet[95] ve hadislerle[96] bildirilmiştir. Diğer yandan İslâm hukukçuları, hayatı tehdit eden açlık zarureti karşısında kalan kimsenin insan eti bile yiyebileceğini, tedavi amacıyla haram ve necis şeyleri kullanabileceğini söylemişlerdir.
Günümüz İslâm bilginleri ve fetva kuruluşları, yukarıdaki delillere dayanarak ölüden tedavi amacıyla organ alınmasına ve hastaya nakledilmesine şu şartlarla cevaz vermişlerdir:[97]
a) Organ naklinde zaruretin bulunması,
b) Konunun uzmanı olan doktorların, hastanın bu tedavi ile iyileşeceği kanaatinde olması,
c) Organı verecek kişinin veya mirasçılarının onayının alınmış olması,
d) Tıbbî ve hukukî ölümün gerçekleşmiş olması,
e) Organın bir ücret ve menfaat karşılığında verilmemiş olması,
f) Alıcının da buna razı olması.
Ölüden organ naklini caiz görmeyen bazı çağdaş bilginler ise, insan ölüsünün saygınlığını ve dokunulmazlığını esas almışladır. Hadiste şöyle buyurulur: “Ölünün kemiğini kırmak, diri iken kemiğini kırmak gibidir.” [98] Ayrıca cismânî haşir ve kıyâmet gününde organların şâhitliği inancını, yaratılışı bozmanın caiz olmayacağı ilkesini gerekçe göstermişlerdir. Ancak bu delil ve görüşlerin yukarıda verdiğimiz “zarûret ilkesi, haram ve necisle tedavi ruhsatı” gibi deliller karşısında zayıf kaldığı açıktır.
Bazı çağdaş İslâm bilginleri ve fetva kurulları belli şartlarla diriden diriye organ nakline de fetva vermişlerdir. Bu konuda “ölüden diriye organ nakli” şartlarına ek olarak “organın alınmasının, vericinin hayatını ve sağlığını bozmayacak olması ve bu durumun tıbbî raporla belgelenmesi” şartı eklenmiştir.[99]
Diriden diriye organ nakli konusu insanın en temel hakkı olan “yaşama ve beden bütünlüğünü koruma” hakkı ile çelişir. Çünkü bir kimsenin hayatı ve kişiliği başkalarından önde gelir. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayınız…” [100] “Kendinizi ve aile bireylerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir ateşten koruyun.” [101] Buna göre, kan ve ilik nakli gibi, diri vericiye herhangi bir zararı olmadığı kesin olarak bilinen nakiller dışında, bedende yedekleri bulunan göz, böbrek, kol, bacak, parmak gibi çift organları diriden diriye nakletme yoluna gidilemez. Çünkü dirinin böyle bir organından rızasıyla vazgeçmesi düşünülemez. Bu nakil ya sevgi veya acıma yüzünden, ya da yoksulluk nedeniyle yapılabilir. Organ nakledilecek kişinin de diriden yapılacak böyle bir nakle razı olmaması gerekir.
13. Büyü yapmanın ve yaptırmanın hükmü nedir?
Cevap: Gayptan haber verme iddiası, falcılık ve cincilik türü faaliyetlerin en ağırı büyücülüktür. Büyü sözcüğü Türkçe’de sihir, muskacılık ve cincilik faaliyetlerini de içine alan, insanın ruhsal yaşamını etkileyerek tabiat kanunlarına aykırı olaylar ortaya koyma ve insanları yanıltma sanatının adıdır.
Kur’an-ı Kerîm’de çeşitli peygamberlerin sihirbazlıkla itham edildikleri, vahyin bir sihir, peygamberlerin de sihirbaz olmadığı, Hz. Muhammed’e indirilen vahyin bir gerçek olduğu, sihirbazların yalancı ve düzenbaz oldukları bildirilmiştir.[102] Hadislerde sihir yapma yedi büyük günah arasında sayılmıştır.[103] Çünkü büyüde Allahü Teâlâ’nın irade ve gücü üstünde işler başarabilme iddiası vardır. Bu yüzden İslâm büyü yapma ve yaptırmayı yasaklamış ve onu büyük günahlar arasına almıştır.
Büyü yapılmış kimselerin bunun etkisinden kurtulmak için bu işi meslek edinmiş kimselere başvurmaları sakıncalı olur. Nitekim Hz. Muhammed’e de Yahudiler tarafından büyü yapılmış ve Kur’an’ın son iki sûresi bir çeşit büyü etkisini yok etmek için inmiştir. Aşağıda bu iki sûrenin anlamını vererek, bununla ilgili kısa bir değerlendirme yapacağız.
“De ki: Ben, sabahın Rabb’ine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden. Karanlığı çöktüğünde, gecenin şerrinden. Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden. Kıskandığında, kıskanç kişinin şerrinden.” [104] “De ki: Sığınırım ben insanların Rabb’ine. İnsanların Melik’ine. İnsanların İlâhına. O sinsi vesvesecinin şerrinden. Ki o, insanların göğüslerine vesvese verendir. (O şeytan) gerek cinlerden, gerek insanlardan (olsun).” [105]
Kur’an’ın “muavvizeteyn (iki koruyucu)” adını alan bu son iki sûresinin inme sebebi çoğunluk bilginlere göre, Medine’de Yahudi Lebîd İbn Âsım’ın Hz. Peygamber’e yaptığı büyü kıssasıdır. Olay şöyledir: Allah’ın Elçisi bir kaç gün rahatsız olunca, iki melek gelerek büyüyü haber vermişti. Hz. Peygamber birkaç sahabe ile birlikte Zervan kuyusuna gitmiş, kuyunun kapak taşının altından erkek hurma çiçeği, Hz. Peygamber’in tarağı ve başının tarantısı çıkmıştı. Bir de mumdan bir sûrete batırılmış iğneler ve on bir tane düğümü olan ipler bulunmuştu. Bu sırada Cebrail (a.s) Muavvizeteyn sûrelerini getirmiş ve her âyet okudukça bir düğümün çözülmesini bildirmişti. Düğümler çözülüp, iğneler çıkarılırken acı duyan Nebî (s.a.s), sonunda kendi ifadesiyle “diz bağından çözülmüş gibi kalkmıştı.”[106]
Sonuç olarak büyüden etkilendiğini düşünen kimse önce Allah’a sığınmalı, ibadet ve dua etmeli, yoksullara bağış yapmalıdır. Bu arada İslâm’ı iyi bilen ve bildiği ile amel eden güvenilir bilim adamlarından bu konuda bilgi alabilir.
14. Diş dolgusu yaptırmak veya diş kaplatmak boy abdestine engel olur mu?
Cevap: Diş ve ağız sağlığının önemi her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in diş temizliği hakkındaki şu hadisi koruyucu hekimlik açısından önemlidir: “Ümmetime ağır gelmeyeceğini bilseydim, her namaz için misvak kullanmayı emrederdim.” [107]
Diş takma, doldurma, kaplama ve protez yaptırma gibi tedaviler, ağız sağlığını korumak için başvurulan çarelerdir. Diş dolgusu ve kaplamasının abdest veya boy abdestine engel olup olmadığı, bu tedavilerde altın veya gümüş madenini kullanmanın caiz olup olmadığı, müslümanların zihnini meşgul eden bir konudur.
Kur’an’da ve hadislerde doğrudan diş dolgusu veya kaplaması ile ilgili açık bir hüküm yoktur. Ancak hasta olan veya bedeninde bir problemi bulunan kişinin tedavi olma hakkı ve görevi vardır. Kur’an’da; “Elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.” [108] “Kendinizi öldürmeyiniz.” [109] buyurulmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber’in de çeşitli hadisleri vardır. “Allah’a göre güçlü mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir.” [110] Allah’ın Elçisi, tedavi olalım mı? diye soran bedevilere, “tedavî olunuz, çünkü Allah yaratmış olduğu her derdin devasını da yaratmıştır. Ancak bir dert, bunun dışındadır. O da yaşlılıktır” [111] cevabını vermiştir. Başka bir hadiste şöyle buyurulur: “Her derdin bir devası, her hastalığın bir ilacı vardır. Hastalığın ilacı bulunduğu zaman azîz ve celîl olan Allah’ın izniyle iyileşir.” [112] Bu duruma göre, diş ağrısı olan veya dişleri çıkan ya da kırılan kimsenin önemli bir rahatsızlıkla karşı karşıya bulunduğu açıktır. Bu kişinin tıbbın son tekniklerinden yararlanarak tedavi olma hakkının bulunduğunda şüphe yoktur.
Nitekim sahabîlerden Arfece İbn Es’ad (r.a) câhiliyye devrinde Külab savaşında burnunu kaybetmişti. Arfece gümüşten bir burun edinmiş, fakat bir süre sonra gümüş koku yapmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Arfece’ye altından bir burun edinmesini emir buyurdu.[113]
Dolgu veya kaplama yapılacak dişin tedavisinde gümüş kullanılabileceğinde görüş birliği vardır. Diş tedavisinde altın kullanmak Ebû Hanîfe’ye göre mekruh, İmam Muhammed’e göre ise caizdir. Dayandığı delil Arfece’nin burnunda kullanılan altına kıyastır.
Mezhep imamlarının, usûlüne göre dolgu veya kaplama yapıldıktan sonra, dolgu veya kaplamanın ya da takılan dişlerin içine veya altına suyun ulaşıp ulaşmaması meselesi üzerinde durmadıkları görülür. Çünkü Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, dişi gümüş tel ile bağlamanın ve gümüş diş takmanın caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Nitekim Kâsânî’de “tadbîb = kaplama” kelimesi açıkça zikredilir.[114]
Diğer yandan abdest ve gusülde sargı üzerine mesh caiz olduğu gibi, ağzında kaplamalı veya dolgulu dişi bulunan kimsenin de suyu çalkalaması yeterli olacaktır. Çünkü dolgunun içine veya dişin altına suyun geçmesi hem güç hem de zararlıdır. Kısaca zarûret durumunda sakıncalı olan şeyler mübah olur, kuralınca tedavi olan kişinin dolgu ve kaplaması kendi dişi hükmünde olur, üstünün yıkanması iç kısmının da yıkanması sayılır. Ancak mümkün oldukça diş dolgu ve kaplamasının cünüp ve âdetli olmadığı günlerde yaptırılması daha uygundur. İmam Şâfiî’ye göre ise, bu durumda da dişin yıkanarak kaplatılması caizdir.[115]
Dipnotlar:
[1] Bakara, 2/29. [2] Lokman, 31/20. [3] bk. Bakara, 2/173. [4] Mâide, 5/5. [5] Nahl, 16/116. [6] Nisâ, 4/23. [7] Ahzâb, 33/52. [8] İsrâ, 17/32. [9] Mâide, 5/90. [10] bk. Bakara, 2/29. [11] bk. Câsiye, 45/13. [12] bk. Mâide, 5/5; A’râf, 7/157. [13] Bakara, 2/173. [14] Mâide, 5/3. İslâm’daki bu yasakların Hıristiyanlıktaki durumu için bk. Resullerin İşleri, XV, 20, 29, XXI, 25; Domuzun haram oluşu için bk. Ahd-i Atik, Levililer, XIV, 7, Tensiye, XI, 8; Matta, V, 17-19. [15] En’âm, 6/145. [16] A’râf, 7/157. [17] Müslim, Sayd, 15, 16; Ebû Dâvud, Et’ime, 32; Tirmizî, Sayd, 9, 11. [18] Bakara, 2/173. [19] En’âm, 6/146. [20] Tesniye, 14/8. [21] bk. Matta, 7/6; Markos, 5/11-14. [22] Matta, 15/11, 18; Korintoslular’a Birinci Mektup, 10/25. [23] Müslim, Sayd, 15, 16; Ebû Dâvud, Et’ime, 32; Tirmizî, Sayd, 9, 11. [24] Buhârî, Zebâih, 33. [25] Buhârî, Zebâih, 15, 21, Tevhîd, 13; Ebû Dâvud, Edâhî, 13, 19. [26] En’âm, 6/119. [27] En’âm, 6/121. [28] Mâide, 5/1; Hac, 22/28, 30. [29] bk. Hamdi Döndüren, “Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar” mad., Şamil İslam Ans. II, 126, 127. [30] Komisyon, İlmihal, II, 39. [31] Buhârî, Zebâih, 28, Megâzî, 38, Nikâh, 21; Müslim, Nikâh, 30, Sayd, 23, 25, 30, 37. [32] Nahl, 16/8. [33] A. İbn Hanbel, Müsned, I, 147, 244, 289, IV, 89, 90, 127. [34] Mâide, 5/96; Fâtır, 35/12. [35] Ebû Dâvud, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52. [36] bk. Mâide, 5/32 [37] Ebû Dâvud, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52. [38] Komisyon, İlmihal, II, 42. [39] Tevrat, Levililer, Bab, 10, A. 8, 9-11. [40] İncil, Matta, Bab, 26, A. 26-29; Yuhanna, A. 30 vd. [41] M. Aydın- O. Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980, s. 97. [42] Nahl, 16/67. [43] Bakara, 2/219. [44] Nisâ, 4/43. [45] Mâide, 5/90, 91. [46] Buhârî, Edeb, 80; Müslim, Eşribe, 73. [47] Tirmizî, Eşribe, 3; Ebû Dâvud, Eşribe, 5. [48] Tirmizî, Büyû’, 59; İbn Mâce, Eşribe, 6. [49] Serahsî, Mebsût, X, 95, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, IV, 1329, 1410. Ayrıca bk. el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 248; İbn Âbidîn, age, IV, 188. [50] Geniş bilgi için bk. Hamdi Döndüren, İslâmî Ölçülerle Ticaret Rehberi, Erkam Yayınevi, İstanbul 1998, s. 140-148. [51] Mâide, 5/90, 91. [52] Ebû Dâvud, Edeb, 56; İbn Mâce, Edeb, 43; Mâlik, Muvatta’, 6; A. İbn Hanbel, IV, 394, 397, 400. [53] Bakara, 2/195 [54] İbn Mâce, Ahkâm, 17; Mâlik, Muvatta’, Akdıye, 31. [55] A’râf, 7/31. [56] bk. Kehf, 18/31; Hac, 22/23; Fâtır, 35/33; İnsan, 76/12, 31. [57] Buhârî, Libâs, 30; Ebû Dâvud, Hâtem, 3; Tirmizî, Libâs, 1. [58] Müslim, Libâs, 1. [59] Buhârî, Libâs, 45. [60] Buhârî, Libâs, 46. [61] Buhârî, Libâs, 45. [62] Buhârî, Libâs, 45; Müslim, Libâs, 1. [63] Buhârî, Libâs, 25. 30. [64] Buhârî, Libâs, 29. [65] bk. Mâide, 5/90; Buhârî, Edeb, 80; Müslim, Eşribe, 73; Tirmizî, Eşribe, 3; Ebû Dâvud, Eşribe, 5. [66] bk. Mâide, 5/90. [67] bk. Hak Dini Kur’an Dili, I, 762, 763. [68] Tevrat, Yaratılış, 38/24; Levililer, 20/20. [69] İncil, Matta, 5/27-32; Yuhanna, 8/1-11. [70] İsrâ, 17/ 32. [71] Nûr, 24/2. [72] Ayrıca krş. Tevrat, Tesniye, XXII, 22, 28, 29, XXIII, 17; Süleyman’ın Meselleri, VI, 25, 26, 32-35; Levililer, XX, 10-21 ile karşılaştırınız. [73] Furkan, 25/ 68, 69. [74] bk. Furkan, 25/ 70, 71. [75] bk.Buhârî, Vesâyâ, 23, Edeb, 6; Müslim, İman, 38; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 10. [76] Ebû Dâvud, Sünne, 15; krş. Tirmizî, İman 11. [77] Buhârî, Hudûd, 22, Talâk, 11; Ebû Dâvud, Hudûd, 17. [78] Buhârî, Hudûd, 3, 38; Müslim, Hudûd, 25. [79] bk. Kurtubî, Câmi’, XII, 107. [80] bk. İbn Mâce, Hudûd, 7; Kurtubî, age, V, 56, 57; İbn Kesîr, Muhtasar, I, 366. [81] A’râf, 7/189; Nahl, 16/72. [82] Buhârî, Savm, 1; Müslim, Sıyâm, 74, 79. [83] Nûr, 24/30, 31. [84] Müslim, Kader, 5. [85] Müslim, Hac, 74; Tirmizî, Radâ, 16; Hâkim, Müstedrek, I, 114. [86] Nûr, 24/30, 31; Buhârî, İsti’zân, 12, Kader, 9, Nikâh, 43; Müslim, Kader, 20, 21; Ebû Dâvud, Nikâh, 43; A. İbn Hanbel, II, 267, 276, 317, 329, 343. [87] Ahzâb, 33/32. [88] Nûr, 24/31. [89] Nûr, 24/31; Ahzâb, 33/59. [90] bk. Tirmizî, Edeb, 35, Radâ, 13. [91] bk. Tâhâ, 20/55; Hac, 22/5, 7; Nûr, 24/20; Yâsîn, 36/78, 79; Kıyâme, 75/3, 4. [92] Bakara, 2/259. krş. Kitab-ı Mukaddes, Hezekiel, bab: 37, 1-14. [93] bk. Mâide, 5/2, 32. [94] bk. Nûr, 24/24; Fussılet, 41/19, 21, 22. [95] bk. Bakara, 2/173; Mâide, 5/3; En’âm, 6/119, 145. [96] Ebû Dâvud, Et’ime, 36; A. İbn Hanbel, V, 96, 218. [97] T.D.İ.B. Din İş. Y. K. 3.3.1980 Tar. ve 396/13 say. Kararı; Kuveyt Evkâf ve Din İş. Bşk.na bağlı Fetva Kurulu’nun 24.12.1979 Tar. ve 132/79 say., 14.9.1981 Tar. ve 87/81 say. Kar.; İslâm Konf. Teşkilatı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi’nin 11.2.1988 Tar. ve 4/1 say. Kararı. [98] Ebû Dâvud, Cenâiz, 60; Mâlik, Muvatta’, Cenâiz, 45. [99] Kuveyt ag. Fetva Kurulu’nun 24.12.1979 Tar. ve 132/79 say. kararı; S. Arabistan Dünya İslâm Bir. bağlı Fıkıh Akademisi’nin 19-28.1. 1985 Tar. ve VIII. Dönem kararı; İslam Konf. Teş. na bağlı İslam Fıkıh Akademisi’nin 11.2.1988 Tar. ve 4/1 say., 20.3.1990 Tar. ve 6/5-8 say. kararları. [100] Bakara, 2/195. [101] Tahrîm, 66/6. [102] A’râf, 7/116; Yûnus, 10/76, 77; Tâhâ, 20/69; Zuhruf, 43/30; Zâriyât, 51/52. [103] Buhârî, Vesâyâ, 25; Müslim, Îmân, 144. [104] Felak, 113/1-5. [105] Nâs, 114/1-6. [106] Buhârî, Tıb, 39, Fazâilu’l-Kur’ân, 14; Ebû Dâvud, Edeb, 98; Tirmizî, Deavât, 21. [107] Buhârî, Cum’a, 8. [108] Bakara, 2/195. [109] Nisâ, 4/29. [110] Müslim, Kader, 34. [111] Ebû Dâvud, Tıb, 1. [112] Müslim, Selâm, 69. [113] Ebû Dâvud, Hâtem, 7; Tirmizî, Libâs, 31; Nesâî, Zînet, 41. [114] Kâsânî, Bedâyi’, V, 132. [115] bk. Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l_Kebîr, I, 132; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, V, 333; Osman Eskicioğlu, “Diş Tedavisi”, Şamil İslam Ansik., I, 405; Komisyon, İlmihal, I, 203.
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları