İslam’da İbadetler ve Hikmetleri
Allah’ın en güzel şekilde yarattığı, büyük önem verdiği, pek çok imkân ve nimetler lutfettiği insanın, bu varlıklar âleminde herhangi bir vazife ve mesuliyetinin olmadığını tasavvur etmek mümkün müdür? Akıl sahibi bir kişinin dünyadaki hâlinin hayvanlardan ve diğer akılsız varlıklardan farksız olduğunu düşünebilir miyiz? Böyle bir insanın yeme, içme, giyinme, evlenme, çoğalma arasında dönüp durmasını, belli bir müddet yaşadıktan sonra kendisini yokluğun kollarına atıvermesini ve ölüm tarafından yutulmasını nasıl düşünebiliriz? İslâm’da yapılan ibâdetlerin hikmetleri...
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Sizi abes olarak boş yere yarattığımızı ve huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115)
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56)
“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk/ibâdet et!” (Hicr, 99)
İSLAM’DA İBADETLER VE HİKMETLERİ
İbâdet, kulluk yapmak, itaat etmek ve boyun eğmek demek olup, geniş mânâsıyla, bir insanın Rabbinin bildirdiği ölçüler dâhilinde yaşarken yaptığı bütün hareketleri, sözleri, duygu ve düşünceleridir.
İbâdet, Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakkı ve ihsân ettiği nimetler karşısında yapılması gereken bir şükrün ifâdesidir. Yapılan ibâdetler esâsen kişinin kendi menfaatinedir. Zîrâ ibâdet etmek, insanları maddiyâta çakılıp kalmaktan kurtarıp, nazarları ve fikirleri daha yüksek hedeflere yöneltir ve daha geniş ufuklarda dolaştırır.
Diğer taraftan ibâdetler sadece âhiret için değildir. İbadetlerin mânevî faydaları yanında maddî faydaları da vardır. Zira İslâm, insânî faaliyet alanlarının hiçbirini ihmal etmeyen ve hayatı tüm yönleriyle ihtivâ eden bütün bir sistemdir.
Aynı şekilde İslâm, insanın faaliyet sahaları arasında uyumlu bir birliktelik de kurmaktadır. Bu sebeple, ilâhî hükümlere uygun dünyevî fiiller ibadet sevabı kazandırırken, ibadetler de pek çok maddî ve bedenî faydalar ihtivâ etmektedir. Bunlardaki hikmet ve inceliklerin bir kısmı insan aklıyla idrak edilebilirse de çoğu akılla kavranamaz. Zâten ibadetlerde asıl olan da Allah’a ihlâsla kulluk etmek olup dünyevî faydalar elde etmek değildir. Ancak, teşvik edici olması için ibadetlerin faydalarından bir nebze bahsetmek istiyoruz:
-
Namaz ve Hikmetleri
Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir.[1] Cenâb-ı Hak, namaz, tavaf, Kur’ân okumak gibi bazı ibadetlerden önce insanlara abdest almayı; bedenlerini, elbiselerini ve çevrelerini temiz tutmayı emretmiştir. Abdest ve gusül mevzûlarını incelediğimizde, İslâm’ın mânevî temizlik yanında maddî temizliğe de ne kadar ehemmiyet verdiğini görebiliriz. Bu sebeple müslümanların ilmihal ve fıkıh kitapları temizlik konularının işlendiği bölümlerle başlar. Demek ki namazın faydalarından biri, insana tertemiz bir hayat yaşatmasıdır.
Diğer taraftan namaz, insanı kötülüklerden, çirkinliklerden ve taşkınlıklardan alıkoyar, ilgi ve temâyüllerin başıboş ve kontrolsüz bir şekilde tatmîn edilmesini engeller.[2] Günde beş defa tekrarlandığı için Hakk’ı hatırlamaktan alıkoyacak nefsî arzulara karşı en tesirli ilaçtır. Arzu ve hevesleri dizginler ve her hususta doğruluğa ve istikâmete teşvik eder. Böylece mü’min, Allah rızâsı için namaz kılarken, aynı zamanda kötülüklerden ve nefsin arzularından da muhâfaza edilerek hem dünya hem de âhiret hayatını ıslah etmiş olur.
Bir kişi Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek:
“–Falan zat gece namaz kılıyor, sabah olunca da hırsızlık yapıyor” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Hakîkî namaz kılıyorsa, bu namazı ve namazda okuduğu Kurân âyetleri, onu yaptığı kötü fiilden uzaklaştıracaktır.” (Ahmed, II, 447)[3]
Namaz, yeryüzünün tek hâkiminin Allah -celle celâlühû- olduğu hakikatini zihinlere yerleştirir ve insanın bunu her zaman hissetmesini sağlar.
Beş vakit namaz, gün içinde zaman zaman insanları şahsî meşguliyetlerin monotonluğundan kurtarıp rahatlatır. Onları bir müddet her türlü dünyevî kaygıdan uzaklaştırır, Yüce Yaratıcı’larına karşı teslimiyet ve şükrân duygularını ifade etmelerini sağlar. Aynı zamanda insan, secdeye vardığında, kendisiyle yüz yüze gelir ve derûnî âlemine yönelme fırsatı bulur. Önceleri misyonerlik yaparken daha sonra İslâm’ı seçen Amerikalı Matt Salesman şöyle diyor:
“Namazlarımı kılarak huzur ve sükûn buluyorum. Bilhassa da Cuma namazlarında! Camide bulunup namaz kıldığım vakitler, benim için rûhuma huzur veren husûsî zamanlardır.”[4]
Dr. Timothy Gianotti şöyle der:
“Sanki secdeye gittiğimde barışı yakalıyorum. Sanki daha bir güvende hissediyorum kendimi. Bir selam ikliminde gibi. Ve secdeye gittiğimde sanki uzaklardan evime dönmüş gibi oluyorum. Belki de Allah’a varmış gibi. Tarif edebileceğim ancak bu kadarı. Bir rahatlık, bir barış ve sükûnet hissi namaz.”[5]
Namaz, rûhların mânevî gıdâsı olduğu gibi, aynı zamanda maddî beden için de şifâdır. Namazın, muhtelif uzuvların hareket etmesine, eklemlerin bükülmesine ve kasların gerilip gevşemesine imkân sağlayarak vücûda zindelik verdiği bilinen bir hakikattir. Diğer taraftan namaz, müslümanların hayatında bir denge unsurudur. Her gün muayyen vakitlerde ve belli kâideler dâhilinde edâ edilen bu ibadet, kişiyi disipline ve düzenli bir hayata alıştırır.
Müslümanlar namazlarını ferdî olarak istedikleri yerde kılabilirler, ancak İslâm onları, bir araya gelerek topluca namaz kılmaya teşvik eder. Zira cemaatle kılınan namaz, ırk, renk, dil, makam ve mevkî ayrımı yapmaksızın Allah’a kullukta aynı safta bir araya gelmeyi, bütünleşmeyi, yardımlaşmayı ve ictimâî muhasebeyi sağlayarak ümmet şuurunu kuvvetlendirir. Aynı düşünce ve hedefleri paylaşan bir cemaat ortamında, fertler arasındaki ayrılıklar önemli ölçüde aşılarak gönüllere eşitlik ve kardeşlik duyguları yerleşir ve dinî bir coşku yaşanır.
Aslında günlük beş vakit namaz, insanlar için oldukça az ve yerine getirilmesi çok kolay bir vazifedir. Yirmi dört saat içinde insanın dünyevî işlerini bırakıp Allah’ın huzûruna çıkacağı zaman yaklaşık yirmi dört dakikadır. Bu küçücük fedâkârlığın karşılığında ise insan, pek çok maddî ve mânevî faydalar elde eder.
-
Oruç ve Hikmetleri
Oruç, tan yerinin ağarmasından güneşin batışına kadar yemek, içmek ve cinsî arzulardan uzak durmak sûretiyle yapılan bir ibadettir. Her sene kamerî aylardan Ramazan ayı boyunca 29 veya 30 gün bu ibadete devam edilir.
Oruç, hayat mücâdelesinde zarûrî olan “sabır, irâde, nefsî arzulardan uzaklaşma” gibi hâllerin tâlimi ile ahlâkî durumumuzu kemâle erdirir. Nefsin yemek, içmek ve şehvetten yana bitmez tükenmez arzularına karşı insanın şeref ve haysiyetini koruyucu bir kalkandır. Yine oruç; sahibini, azim, sebât, kanâat, hâle rızâ, metânet ve sabır gibi ahlâkî güzelliklere erdirir. Mahrûmiyet ve açlığı tattırmak sûretiyle üzerimizdeki nîmetlerin kadrini hatırlatır. Kalplerimizi, Allah’a karşı hamd ve şükür, kullarına karşı da merhamet ve yardım hisleriyle doldurur. Bu vasfıyla oruç, sosyal hayattaki kin, hased, kıskançlık gibi kitleyi huzursuzluğa boğan menfîlikleri bertaraf etmekte en müessir bir ilâçtır. Dolayısıyla oruç, yalnız bu ümmete değil, evvelki ümmetlere de farz kılınmış bir ibâdettir. Allah Teâlâ buyurur:
“Ey îmân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah’a karşı gelmekten sakınan takvâ sahibi kullar olasınız diye, sayılı günlerde size de farz kılındı...” (Bakara, 183-184)
Orucun mânen faydalı olabilmesi için, yalan, iftira, gıybet, söz taşıma gibi davranışlardan, küfür ve lânet gibi sözlerden, kavgadan, her türlü kötü fiil ve günahtan şiddetle sakınmak gerekir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, oruçlu mü’mine, kendisine karşı yapılan kabalıklara sükûnetle mukâbele etmesini tavsiye eder. Böylece oruç tutan insan kötü ahlâktan uzaklaşmış olur.
Oruç, insanın daha sıhhatli ve verimli olmasını sağlar. Bunu ağaçlarda bile müşâhede edebiliriz. Ağaçlar kışın yapraklarını döküp uykuya dalarlar, hatta ilkbahar gelip buzlar eriyene kadar köklerine su bile alamazlar. Oruçlu geçen bu birkaç aydan sonra ilkbahar geldiğinde, yaprak ve çiçeklerinin bolluğundan da anlaşılacağı üzere eskisinden daha büyük bir verimlilik kazanırlar. Madenler bile oruca muhtaçtırlar. Motor ve makineler uzun süre çalıştıktan sonra bir süre durdurulurlar. Bu dinlenme, onların eski güçlerini kazanmalarını sağlar.
Tıp çevreleri, otuz günden az tutulan orucun tesirsiz olacağını, kırk günden fazlasının da alışkanlık yaparak, belli dönemlerde yeme içmeye ara vermenin getireceği faydaları sağlamayacağını bildirir. Son zamanlarda Batı’da uygulanan yeni bir tedavi yöntemiyle, kronik hastalıklar, hastanın durumuna göre uzun veya kısa süreli oruç ile iyileştirilmektedir.[6]
Oruç, zihnî ve kalbî melekelerin de daha sıhhatli çalışmasına yardımcı olur.
Şunu da hatırlatalım ki orucun gâyesi, vücuda işkence etmek ve zahmet çektirmek değildir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, oruç tutarken sahura kalkmayı ve iftarda acele etmeyi tavsiye etmiştir.[7] Demek ki orucun asıl hedefi, Allah’a karşı kulluk vazifesini yerine getirmek, nefsi terbiye ederek takvaya ulaşmak, ferdi ve toplumu geliştirmek sûretiyle Allah’ın râzı olacağı huzurlu bir ortam meydana getirmektir.
-
Zekât, Sadaka, İnfâk ve Hikmetleri
Zekât, belli bir miktarın üzerinde mala sahip olan zenginlerin, mallarından %2,5 nisbetinde fakirlere, yoksullara, zekât toplayan memurlara, gönülleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, hürriyetlerini satın almaya çalışan kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışanlara, yolda kalanlara vermesidir. (Tevbe, 60)
Hayvanlar ve toprak mahsulleri de zekâta tâbîdir. Her birinin hesapları farklı farklı yapılır. Toprak mahsullerinin zekâtına “öşür” denir. Sadaka ve infâk kelimeleri ise, her ne kadar zaman zaman farz olan zekât mânâsına kullanılsalar da daha çok nâfile olarak muhtaçlara yapılan yardımları ifade ederler.
Zekât, varlıklı insanların servetlerine aldanarak azgınlaşmalarını ve muhtaçların zenginlere karşı kin ve hased gibi menfî temâyüllere kapılmasını engelleyerek ictimâî hayâtı korur, fertleri birbirine kardeşlik ve muhabbetle bağlar. Zenginlerle fakirler arasındaki mesafeyi asgarîye indirir. Fakirlerin sayısını yok denecek kadar azaltarak, bu sebeple meydana gelen birçok tatsız hâdisenin önüne geçer. Nitekim Halife Ömer bin Abdülazîz, zekât memurunu Afrika ülkelerine göndermişti. Memur, malları dağıtamadan geri getirdi. Çünkü zekât alacak kimse bulamamıştı. Bunun üzerine Halife de bu paralarla pek çok köle alıp âzâd etti.[8]
Zekât, farklı seviyelerdeki insanlar arasında kurulan ve cemiyeti bütünleştiren bir köprüdür. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür” buyurmuştur.[9]
Cemiyetin mağdur insanlarını sevindiren zekâtın, verenlere sağladığı kazanç ise daha büyüktür. Hakîkaten “temizlik, sâfiyet, artış, bereket” mânâlarını ifâde eden “zekât”, insanı bâzı kalbî hastalık ve kötülüklerden arındırır, malın temizlenip bereketlenmesini sağlar.[10] Zekât ibadeti, insanın sahip olma ve menfaat duygularını da terbiye eder.
Zekât, servet sahiplerinin nâil oldukları ilahî nimetlere karşı ifâ etmeleri gereken şükrün bir ifadesidir. Cenâb-ı Hak, şükredildiği takdirde nimetlerini artıracağını, nankörlük edildiğinde ise azâbının şiddetli olduğunu bildirmiştir.[11]
Zekâtın, millî servetin sürekli dolaştırılması, işleyip verimli hâle gelmesi, piyasanın hareketlenmesi, alışverişin canlanması gibi çok anlamlı ekonomik faydaları da mevcuttur.
Yine zekât sâyesinde Allah yolunda gayret eden pek çok insana destek verilerek hayırlı işlerin yapılmasına öncülük edilir. İlim talebelerinin okumasına yardımcı olunarak ilmin ve fennin gelişmesine zemin hazırlanır.
Zekât almak değil, zekât vermek daha makbuldür. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Veren el alan elden daha hayırlıdır. Yardım etmeye, geçimini üstlendiğin kimselerden başla! Sadakanın hayırlısı, ihtiyaç fazlası maldan verilendir. Kim insanlardan bir şey istemezse, Allah onu kimseye muhtaç etmez. Kim de tokgözlü olursa, Allah onu zengin kılar” buyurmuştur. (Buhârî, Zekât 18; Müslim, Zekât 94-97, 106, 124)
Bundan dolayı, daha hayırlı duruma yükselmek isteyen müslümanlar, büyük bir şevkle çalışıp kazanarak veren el olma gayreti içinde bulunurlar. Neticede insanlar tembellik ve miskinlikten kurtularak çalışma ve kazanma azmi elde ederler.
Zekât verilmediğinde ise bütün bu faydalar tersine dönerek, fert ve toplum aleyhine büyük zararlar meydana gelir. Zekât vermek sûretiyle tedâvi edilmeyen cimrilik hastalığı, insanı dünyada sıkıntı içinde bıraktığı gibi, âhirette de büyük bir azâba sürükler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Bir kimseye Allah Teâlâ mal verir, o da zekâtını ödemezse, bu mal kıyamet günü oldukça zehirli büyük bir yılan hâlinde karşısına çıkarılır. Yanaklarının üzerinde (gazap ve zehirinin şiddetini gösteren) iki siyah nokta vardır. O gün bu azgın yılan, mal sahibinin boynuna dolanıp (ağzını kapatacak şekilde) iki yanağından şiddetle ısırır ve: «–Ben senin (dünyada çok sevdiğin) malınım, ben senin hazînenim!» der.” (Buhârî, Zekât, 3; Tirmizî, Tefsir, 3/3012. Krş. Âl-i İmrân, 180)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zekâtın toplumda ağır bir yük olarak görülmeye başlandığı ve zamanla tamamen ihmal edildiği vakit, insanların başına bir kısım belâların geleceğini haber vermiştir.[12] Bir defâsında da şöyle buyurmuştur:
“Mallarının zekâtını vermekten kaçınan her millet, mutlaka yağmurdan mahrum bırakılır ve hayvanları olmasa, onlara yağmur yağdırılmaz.” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623)
-
Hac ve Hikmetleri
Hac; mal ve sıhhat yönüyle gücü yeten müslümanların, ömürlerinde bir defa belirli günlerde Mekke’deki Kâbe’yi ziyaret ederek ve bazı rükunları yaparak îfâ ettikleri bir ibadettir. Hacda insanlar büyük bir ibadet, dua ve zikir tâlimi görürler. Her hareketlerinde Allah’ı hatırlar ve O’nun muhabbetini gönüllerine yerleştirirler. Tevazû, hiçlik duygusu, sabır, teslîmiyet, yardımlaşma, ihlâs, zaman ve hareket disiplini, ölüme ve kıyamete hazırlık, hiçbir bitki ve canlıya zarar vermeme, kimse hakkında kötü düşünmeme gibi güzel vasıflar elde ederler. Çünkü dış görünüşü itibariyle bir takım semboller ihtiva eden hac, hakikatte muhtelif rûhî temrinler yaptıran farklı mekânlardaki farklı davranışlardan ibarettir. Dolayısıyla herkes onun bir veya birkaç yönünden mutlaka istifâde eder.
Hac, insanı kalbî hayata yönlendirir. Çünkü bu nâzik ibâdet; av avlamamak, avcıya avı göstermemek, bir sineği bile öldürmemek, yeşil bir yaprağı dahi koparmamak, Allah’ın mahlûkâtını incitmemek gibi şefkat, merhamet ve muhabbet tezâhürleriyle doludur.
Hacca giden müslümanlar, aynı zaman ve mekân içinde bir araya gelerek kalbî bir ittifak içinde bulunurlar. Vatan, ırk, renk, kılık-kıyâfet gibi mefhumlar ortadan kalkıp yerine İslâm kardeşliği gelir. Orada âmir-memur, zengin-fakir, âlim-câhil, pâdişah-tebaa hep bir arada, aynı elbiseler içinde, aynı meydanda ve aynı saftadır. Müslümanlar orada, birbirlerinin dertlerini ve meselelerini dinler, uzaklardaki kardeşlerine mesajlar gönderirler.
Buraya kadar zikrettiklerimizden başka ibadetler de vardır ve hepsinin pek çok hikmet ve faydaları mevcuttur.
İbadetlerin hikmet ve faydaları, bahsettiklerimizle sınırlı değildir. İbadetlerde bizim anlayamadığımız daha nice sırlar vardır. Onların bir kısmı zamanla ortaya çıkabileceği gibi büyük bir kısmı da âhirette anlaşılacaktır.
Şüphesiz, müslümanlar ibadet ederken bu tür dünyevî ve basit faydaları düşünmezler. Onlar ibadetlerini Allah’ın yüce rızâsı için yaparlar. Ancak bahsettiğimiz türden faydalar da Allah’ın kullarına bir ikram ve ihsanıdır. Bunları bilmek ve düşünmek insana ayrı bir şevk ve heyecan kazandırır.[13]
Buraya kadar kısaca temas ettiğimiz ibadetlere baktığımızda, İslâm’ın hayatın tümüyle iç içe olduğunu görürüz. İslâm, bir güne veya belli zamanlara sığdırılabilen bir din değildir. Hayatı doğumdan ölüme, hatta ölüm sonrasına kadar bütün yönleriyle ihâta eder. Dr. Timothy Gianotti şöyle diyor:
“İslâm’ı seçtiğimde ben şunun farkına vardım ki; bu din, yeryüzünün her bir yanını ibadet mekânı hâline getirmeyi hedefliyor. Yani günlük meşgaleleri bir kenara bırakarak, Allah’ı hatırlamak adına manastıra kapanmak gerekmiyor. Meselâ namaz her zaman ve herkes için Allah’ı hatırlamanın en kolay, en gerçekleştirilebilir yolu.” (Ahmet Böken - Ayhan Eryiğit, Yeni Hayatlar, I, 15-16)
Dipnotlar:
[1] Bazı insanlar, müslümanların namaz kılarken Kâbe’ye taptığını zannetmektedirler. Bu son derece yanlış bir zandan ibarettir. Müslümanlar hiçbir zaman Kâbe’ye veya Hacer-i Esved’e herhangi bir şekilde tapmaz, secde etmez veya namaz kılarken ona doğru dönmezler. Müslümanların namaz kılarken döndükleri yer Kâbe’nin binâsı değil, üzerinde bulunduğu alandır. Kâbe ortadan kaldırılmış veya restore edilmek üzere yıkılmış olsa dahi müslümanların kıblesi değişmeyecektir. (Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm’a Giriş, s. 108) [2] Ankebût, 45. [3] Murat Birsel, 17 Şubat 2009 tarihinde Star Gazetesi’nde “Namaz Suçu Engelliyor” başlığıyla bir yazı kaleme aldı. “Camilerinde namaz kılınan şehirlerdeki suç oranı namaz kılınmayan şehirlere nisbetle çok daha düşük olmalı!” diye düşündüğünü ve bu konuyu araştırdığını söylüyor. Onun ifadesiyle: Örneğin kişi başına düşen cinayet vakası oranı istatistiklerinde ilk yirmi ülke (binde):Kolombiya (0.61) 2. Güney Afrika (0.49) 3. Jamaika (0.32) 4. Venezuela (0.31) 5. Rusya (0.20) 6. Meksika (0.13) 7. Estonya (0.107) 8. Latvia (0.103) 9. Litvanya (0.102) 10. Belarus (0.098) 11. Ukrayna (0.094) 12. Papua Yeni Gine (0.083) 13. Kırgızistan (0.0802) 14. Tayland (0.800) 15. Moldovya (0.078) 16. Zimbabve (0.074) 17. Seyşel (0.073) 18. Zambia (0.070) 19. Kosta Rika (0.060) 20. Polonya (0.056) Kırgızistan dışında bu ülkelerin hemen hepsi yüzde yüze yakın oranlarda hristiyan nüfusa sahip. Nüfusunun yüzde 75’i müslüman olan Kırgızistan tek istisna olarak göze çarpıyor. Ve dünya genelinde bir ülkede namaz kılınıyorsa toplam suç istatistiklerinin hemen hepsinde Müslüman toplumlarda suça eğilim düşük çıkıyor. Dünya bu gerçeğin farkında mı? Elbette! İslam ülkelerinde cinayet oranı neden düşük diye çok ciddi bilimsel çalışmalar yapılıyor. (Bkz. Cordova, Ana; “An Examinational Causes of Low Murder Rates in Islamic Societies”: American Society of Criminology) Fazla bahsetmeseler, yüksek sesle dile getirmeseler de harıl harıl araştırıyorlar. Gerçi namaz bağlantısını kuran yok sanki... Belki bundan sonra birileri Londra, Paris benzeri şehirlerde cami olan bölgedeki suç oranını şehir geneline kıyaslamayı düşünür. Keşke... Tahminimce neticesi de dünyayı düşündürür! (http://www.stargazete.com/gazete/yazar/murat-birsel/namaz-sucu-engelliyor-169647.htm) [4] Ahmet Böken - Ayhan Eryiğit, Yeni Hayatlar, I, 49. [5] Böken, a.g.e, I, 19. Sonradan İslâm’a giren insanların hayat hikayeleri için şu eserlere bakılabilir: Prof. Dr. Ali Köse, Conversion to Islam: A Study of Native British Converts, London: Keagan Paul International, 1996 (Neden İslâm’ı Seçiyorlar: Müslüman olan İngilizler üzerine psiko-sosyolojik bir inceleme, İstanbul 1997); A. Arı – Y. Karabulut, Neden Müslüman Oldum, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı yay., 2007; Defne Bayrak, Neden Müslüman Oldular?, İstanbul: İnsan yayınları, 2008. [6] Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm’a Giriş, s. 104. [7] Buhârî, Savm, 45; Müslim, Sıyâm, 48; Tirmizî, Savm, 17/708. [8] Bkz. Bûtî, Fıkhu’s-sîre, Beyrut 1980, s. 434. [9] Beyhakî, Şuab, III, 20, 195; Heysemî, III, 62. [10] Tevbe, 103; Sebe, 39. [11] İbrâhîm, 7. [12] Tirmizi, Fiten, 38/2210, 2211. [13] İbadetlerin faziletleri husûsunda tafsîlât için bkz. Osman Nûri Topbaş, İslâm Îmân İbadet, s. 192-418 (http://www.islamicpublishings.net/images/book/ingilizce/islamimanibadet_ing.pdf); Prof. Dr. Ömer Çelik, Dr. Mustafa Öztürk, Dr. Murat Kaya, Üsve-i Hasene, İstanbul 2003, I, 110-221 (www.usveihasene.com); Dr. Murat Kaya, Efendimiz’den -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hayat Ölçüleri, İstanbul 2008, s. 62-307.
Kaynak: Murat Kaya, Ebedi Kurtuluş Yolu, Erkam Yayınları