İslam’da İnanç Hürriyeti

İSLAM

İslâm’da fikir ve inanç özgürlüğü var mıdır? İslâm dininin inanç özgürlüğüne verdiği önem.

İslâm, inançta zorlamayı aslâ kabul etmez.[1]

Tarih boyunca İslâm memleketlerine pek çok defa saldıran ve Müslüman orduları karşısında ekseriyetle mağlûp edilen Haçlı dünyası, İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığı iftirasında bulunmuştur.

İslâm’da “Cihâd”ı müstakil bir prensip olarak işleyeceğiz. Ancak burada, kılıç zoruyla İslâmlaştırmanın dînimizde kesinlikle kabul edilmediğini ifade etmekle yetinelim.

İSLAM’DA İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ

İslâm; aklı delillerle ikna etme ve gönülleri îmâna ısındırma yoluyla tebliğ edilir. Muhâtabın durumuna göre, üslûpta yumuşaklık ve tatbikatta tedrîcîlik gözetilir. Fakat İslâm’ın muhtevâsı gizlenmez. Müslüman olan kişi, hür irâdesiyle şehâdet getirerek dîne girer.

Asr-ı saâdetin Mekke devrinde Müslüman olmak isteyenlere aileleri ve Mekke idarecileri ağır baskılar, zulümler ve işkenceler uygulamıştır. Zincirlere vurularak hicret etmekten alıkonan müslümanlar olmuştur. Endülüs’ün yıkılışında Müslümanlara yapılan sürgünler, katliamlar, Bosna’da yakın zaman önce yaşanan soykırımlar, komünist rejim altında yaşamak zorunda kalan müslümanlara revâ görülen eziyetler, günümüzde Doğu Türkistan’da müslümanlara yapılan asimilasyon çalışmaları da göstermektedir ki tarih boyunca toplumların zorla Müslüman yapılmaya değil, bilâkis zorla İslâm’dan koparılmaya çalışıldığı ortadadır.

İslâmiyet, ikrâhı/zorlamayı men etmiştir. Âyet-i kerîme şöyledir:

“Dinde zorlama yoktur. Gerçekten îman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğûtu tanımayıp da Allâh’a îmân ederse o, muhakkak ki kopması olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 256)

Bu âyetin sebeb-i nüzûlü de İslâm’daki inanç hürriyetini gözler önüne sermektedir:

Câhiliye devrinde çocukları yaşamayan bazı Medîneli kadınlar, çocuklarının uzun ömürlü olmasını dileyerek:

“–Eğer bir çocuğum olursa onu yahudîler içinde bırakacağım.” diye adakta bulunurlardı.

O zaman onlar şirk içinde oldukları için, ehl-i kitâbın kendilerinden üstün olduğunu zımnen îtiraf ediyorlardı.

Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem Medîne’ye hicret ettiğinde Ensârdan bazılarının çocukları bu şekilde yahudîler arasında idiler.

Yahudî Nadîroğulları kabîlesi, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı çiğneyip hıyânetleri sebebiyle Medîne’den sürgün edilirken, bu çocukların aileleri Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’e geldiler ve:

“–Ey Allâh’ın Elçisi! Onları (hıyânetleri sebebiyle Medîne’den) çıkarıyorsun ama onlar içinde bizim çocuklarımız ve kardeşlerimiz var. Onlar ne olacak?” diye sordular.

Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem cevap vermedi (vahyi bekledi). “Dinde zorlama yoktur...”[2] âyeti nâzil oldu.

Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem:

“–Arkadaşlarınız muhayyer bırakıldılar:

Eğer sizi seçerlerse (Müslüman olurlarsa) sizdendirler, (Medîne’de kalabilirler.)

Yok onları (yahudîleri) seçerlerse o zaman da onlardandırlar.” buyurdu ve yahudîlerle kalmayı tercih edenleri, onlarla birlikte Medîne’den sürgün etti. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 10)

Bu âyetin sebeb-i nüzûlü olarak zikredilen diğer bir rivâyet de Husayn veya İbnü’l-Husayn adlı sahâbî hakkındadır. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hicretinden önce, bu kişinin iki oğlu, Şamlı tüccarların tesiriyle hristiyan olmuştu.

Oğulları bir ara Medîne’ye gelince, İbnü’l-Husayn, onları zorla müslüman yapmaya çalıştı. Artık yetişkin kişiler olan oğulları, müslüman olmayı reddettiler. Babası, Peygamber Efendimiz’e müracaat ettiğinde ise; “Dinde zorlama yoktur…”[3] âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Yani evlâtlarını müslüman olmaya zorlaması reddedildi.

Burada, küçük çocuklarımızı İslâm ahlâkı ve Kur’ân kültürüyle terbiye etmemizin ve onları gayr-i müslim yahut gâfil çevrelerle ihtilâttan korumamızın ehemmiyeti daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü evlâtlar büyüdükleri zaman anne-babaların onlar üzerindeki tesiri, bir hayli azalmaktadır.

Bu itibarla evlâtların küçük yaştaki terbiyesi çok mühimdir. Onları Allah ve Rasûlullah sevgisiyle yetiştirmek, namaza alıştırmak, edep, hayâ, cömertlik, merhamet gibi güzel huylarla tezyin etmek, her anne-babanın en mühim vazifesidir.

Zira İslâm fıtratıyla doğan evlâtların kalpleri, tertemiz bir toprak gibidir. İşlenmeye muhtaç, ham bir cevherdir. İstikbâlde onların gül veya diken olması, acı veya tatlı meyveler vermesi, üzerlerine atılan tohumların, bilhassa da anne-babaların yaptıkları telkinlerin keyfiyetine bağlıdır.

Bir çocuğun velâyet-i hâssası, velîsi olarak ebeveyni üzerindedir. Dolayısıyla, anne-babası evlâdını en güzel şekilde yetiştirmek üzere muhabbet ve fedâkârlıkla gayret etmelidir.

Fakat zamanında bu terbiye verilmezse, artık mükellef hâle geldikten sonra, evlâtlar anne-babalarının telkinlerini dinlemeyecektir. Kıssada bahsedilen babanın:

“–Ey Allâh’ın Elçisi! Gözlerimin önünde bir parçam cehenneme mi girsin?” diye sızlandığı bildirilmektedir.[4]

Lâkin gönüllü ve samimî olarak Müslüman olmuyorsa, yapacak bir şey yoktur. Zorlama ile kalpte inanç gerçekleşmez.

Meselâ, Nûh aleyhisselâm’ın dördüncü oğlu Kenan da bir peygamber evlâdı olmasına rağmen, babasının ısrarlı îkazlarına rağmen îmâna gelmedi. İnkâr edenlerle birlikte, o büyük tûfanda ilâhî kahra dûçâr oldu.

Velhâsıl îman, dil ile ikrardan önce kalp ile tasdikten doğar. Kalben tasdik etmeyen birini müslüman olmaya zorlamak, İslâm’ın usûlü de değildir, talebi de. İslâm, ilâhî hakîkatlerin güzelce tebliğini emreder. Kabul edip etmemek, kişinin kendi tercihidir.

Bunun içindir ki Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz:

“–İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı cennete girer.” buyurmuştur. Ashâb-ı kirâm:

“–Ey Allâh’ın Elçisi! Cennete girmeyi kim istemez ki?” deyince Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem:

“–Bana itaat edenler cennete girer; bana karşı gelenler, cenneti istememiş demektir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, İ‘tisâm, 2)

Ayrıca, kalben tasdik etmeyen birini Müslüman olmaya zorlamak, esâsen onu münâfıklığa itmek olur ki bu da aslâ makbul ve matlup değildir. Bu sebeple gönülden istemeyen hiç kimse zorla müslüman yapılamaz.

Fakat İslâm’ı kabul eden bir Müslüman, artık ilâhî ve nebevî ölçülere riâyet etmeye mecburdur. Yani irâde ve tercih hürriyeti, İslâm’ı kabul edip etmeme safhasında mevcuttur. İslâm’ı kabul ettikten sonra ancak irâde ve tercihini ilâhî irâdeye râm etmekle gerçek bir Müslüman olunabilir.

Zira İslâm; Allâh’a ve Rasûl’üne cân u gönülden teslîm olmaktır, hayatını Kur’ân ve Sünnet ölçüleri içinde yaşamayı seve seve kabul etmektir.

Dipnotlar:

[1] Bu hususta tafsîlâtlı izahat için İrâdecilik/Volontarizm bölümünün 57-60. sayfalarına bakınız. [2] el-Bakara, 256. [3] el-Bakara, 256. [4] Prof. Dr. Bedreddin Çetiner, Sebeb-i Nüzul, İstanbul 2002, sf. 110-111.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları