İslam’da İsraf ve Lüksün Ölçüsü Nedir?

Sorularla İslam

Şu anda Müslümanlara yönelik tenkitlerden biri de israfa gidiliyor, lükse kaçılıyor, para ile buluşan şato kuruyor, arabanın en lüksünü alıyor vs. şeklinde. Bunlar sembolik ifadeler ama genelde israf ve lüks tutkusunun devreye girdiği söyleniyor. İsrafta bir ölçü var mı? Bir Müslüman şer’î sorumluluklarını yerine getirdikten sonra, istediği gibi harcama hürriyetine sahip midir?

İsraf ve lüksün sınırı, takvâ olarak ayrıdır, ruhsat olarak ayrıdır. Bir defa mülk, Allâh’ındır. Öncelikle bu telâkkî zarurîdir. Bu mülk bana emanettir. Benim aşağımdaki kimseler bana zimmetlidir. Bende var, onda yok. Demek ki benim, onun ihtiyacını temin etmem lâzım. Bu anlayışın, bir müʼminde tabiat-i asliye hâline gelmesi zarurîdir. Mülkü kullanabilme sanatının en güzel yolu budur.

İSLAM’DA İSRAF VE LÜKSÜN ÖLÇÜSÜ

Bir müʼminin kalbi âdeta mânevî bir röntgen hâline gelecek. Kendisine kimlerin zimmetli olduğunu sîmâlarından bilecek. Bu zimmetine dikkat edecek. Hâlini arz eden muhtacı dinleyeceksin. Fakat iffeti dolayısıyla isteyemeyeni de sen gidip bulacaksın. Nasıl üstüne başına bir şeyler almak için dükkân dükkân dolaşıyorsan, üzerine zimmetli olan fakir fukarayı bulmak için de dolaşacaksın. Mülk Allâh’ın, bizim değil. Emânet bize. Bu durumda nasıl israf edersin? Sana ait olmayan bir malı, nasıl keyfince kullanabilirsin? Bu, emânete ihânet olmaz mı?

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri buyurur:

“Allah dostları, daha ziyâde, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.”

Yani onlar, garipleri arayıp bulur, kimsesizlerin kimsesi olur, muzdariplerin derdiyle dertlenir, iffetinden dolayı çekinip ihtiyacını arz edemeyen muhtaçları sîmâlarından tanırlar.

Bir müslüman, şer’î mesʼûliyetlerini yerine getirdikten sonra istediği gibi harcama hürriyetine sahip midir, suâlinize gelince…

Böyle bir hürriyete sahip değildir. Bir müʼmin, dünyada nasların çerçevesi içinde hürdür. Nasların dışına çıktığı zaman, nefsânî arzularının esiri olur. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, müʼmin ne kadar çok kazanırsa kazansın, kendisi için kifâyet miktarıyla yetinip geri kalanı âhiret sermayesi kılabilmenin gayreti içinde olmalıdır.

Zira ihtiyaçtan fazla harcamak israf, her şeyi kendi nefsine hasretmek de cimriliktir. Cenâb-ı Hak, bu iki menfî hâlden de kurtularak dengeli bir cömertliği emreder. Âyet-i kerîmede buyurur:

“...(Rasûlüm!) Sana (hayır-hasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. « قُلِ الْعَفْوَ » De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!..” (el-Bakara, 219)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Gerçek fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve hâlini anlayıp kendisine yardım edecek biri çıkmayan, (buna rağmen) halktan bir şey isteyemeyen (müstağnî) kimsedir.” (Buhârî, Zekât, 53)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ganimetlerin beşte biri gelirdi, dilese gâyet zengin bir hayat sürebilirdi. Fakat O, fakrʼı ve zâhidâne bir hayatı, gönüllü olarak tercih eder, kifâyet miktarıyla yetinir, geriye kalanı infâk eder, böylece “ağniyâ-i şâkirîn”e örnek olurdu. Evinde sudan başka hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda da sabır ve şükür hâliyle “fukarâ-i sâbirîn”e fiilî kıstas, yani canlı bir örnek olurdu.

Bir gün ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in yanında dünyadan bahsettiler. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Siz işitmiyor musunuz, siz işitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır; sâde yaşamak îmandandır.” buyurdular.[1]

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanın ihtiyaçlarını karşılamadaki meşrû sınırlarını bildirmek üzere:

“İsrâfa ve gurura saplanmaksızın yiyiniz, içiniz, giyiniz, sadaka veriniz.”[2] buyurmuş, diğer bir hadîs-i şerîfte ise:

“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” îkâzında bulunmuştur.[3]

Halk ağzında “oburluk veya pisboğazlık” olarak da tâbir edilen bu hâl, dînimizce reddedilmiştir. Yine bu hâl, çok imkâna sahip olmanın, çok tüketmeyi meşrû kılmadığını da ortaya koymaktadır. Zira Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼın buyurduğu gibi:

“Zenginler israf ettiği ölçüde, toplumda insanlar aç kalır!..”

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri dünya ihtirâsını şu teşbihle izah eder:

“Maddî hayata meyledenler için hayat, deniz suyu içmeye benzer; içtikçe susarlar, susadıkça içerler.”

Yahya bin Muâz Hazretleri, dünyaya aşırı düşkün bir İslâm hukukçusunu gördüğünde ona şu îkazda bulunur:

“Ey ilim sahibi kişi!

‒ Köşkleriniz, Bizans imparatorlarının köşklerine,

‒ Evleriniz, İran hükümdarlarının evlerine,

‒ Yaşadığınız meskenler, Kârun’un yaşadığı meskenlere,

‒ Kapılarınız, Tâlût’un kapısına,

‒ Kıyafetleriniz, Câlût’un süslü kıyafetine,

‒ Hayat tarzınız, şeytanın hayat tarzına,

‒ Yok oluşunuz, inkârcıların yok oluşuna,

‒ Yönetiminiz, Firavun’un yönetimine,

‒ Hâkimleriniz, aceleci ve rüşvetçi hâkimlere,

‒ Ölümünüz câhiliye ölümüne benziyor.

Peki Muhammedîlik bunun neresinde?

Hakîkaten zamanımızın amansız hastalıklarından olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş gibi israflar, örnek almamız gereken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâbının tanımadığı bir hayat tarzıydı. Zira onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuru içinde yaşıyor, yiyip içtiklerinden, giyip tükettiklerinden mutlakâ hesaba çekileceklerini hiçbir zaman unutmuyorlardı. Zira Cenâb-ı Hak:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurmaktadır.

Yani İslâm; “İstediğin gibi kazan, istediğin gibi harca!” şeklinde bir anlayışı aslâ kabul etmez.

Çünkü Müslüman, dünyanın gidişâtından mesʼûldür. Sahâbe, bu mesʼûliyeti yerine getirmek için bütün imkânlarını seferber edip Çinʼe, Semerkandʼa, Afrikaʼnın ortalarına, dünyanın uç noktalarına kadar gitti.

“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34)

Maddî olarak zekâtın nisâbını bilebiliriz. Fakat servet dışında da Cenâb-ı Hakkʼın bize lûtfettiği nîmetlerin nisâbını, şükür borcumuzun miktarını bilemeyiz. Bu sebeple sahâbe, var gücüyle son nefesine kadar fedâkârâne bir hizmet ve infak hayatı yaşadı. Durmadı, yorulmak bilmedi, dinlenmedi. Vedâ Haccı’ndaki yüz yirmi bin sahâbeden sadece yirmi bininin Mekke ve Medîneʼde medfun olması, diğerlerininse emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münker aşkıyla dünyanın dört bir bucağına dağılmış bulunması, bizlere mesʼûliyetimizi hatırlatan bir ibret aynasıdır.

Dipnotlar:

[1] Ebû Dâvûd, Tereccül, 1/4161; İbn-i Mâce, Zühd, 4. [2] Buhârî, Libas, 1. [3] İbn-i Mâce, Et’ime, 51.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam Yayınları